Özcan Özen’in yazısını büyük bir ilgiyle okudum. Bu ilgim, yalnızca yazarın düşüncelerini ve savlarını çok duru bir biçimde ortaya koymuş olmasından kaynaklanmadı. Birçok noktada yazarınkine benzer kaygıları paylaştığımı gördüm, bir frekans benzerliği duyumsadım. Örneğin Lenin’in kütüphaneden çıkarılarak sahaya indirilmesi düşüncesine katılıyorum. Lenin’in “Boykot” broşüründeki savların Diyarbakır özeline uygulanma biçimi de teorik olarak savunulabilir bir sonuç […]
Özcan Özen’in yazısını büyük bir ilgiyle okudum. Bu ilgim, yalnızca yazarın düşüncelerini ve savlarını çok duru bir biçimde ortaya koymuş olmasından kaynaklanmadı. Birçok noktada yazarınkine benzer kaygıları paylaştığımı gördüm, bir frekans benzerliği duyumsadım.
Örneğin Lenin’in kütüphaneden çıkarılarak sahaya indirilmesi düşüncesine katılıyorum. Lenin’in “Boykot” broşüründeki savların Diyarbakır özeline uygulanma biçimi de teorik olarak savunulabilir bir sonuç üretmiş.
Ancak Özen’in yazısının son paragrafını okuyunca, o noktaya kadar kurduğum paralelliklerin altındaki zemin sarsılmaya başladı. Bu noktada da ister istemez, daha önce, bulduğum paralellikler adına bastırdığım, ikinci plana attığım kaygılar ve itirazlar karşıma gelmeye başladılar.
Bu yüzden Özen’in yazısına ilişkin düşüncelerimi, son paragraftan başlayarak anlatmaya çalışacağım.
Son paragraf şöyle: “Dolayısıyla Lenin’in boykot üzerine yazdıklarının bugüne uyarlanması için Diyarbakır hazırdır. Lenin eğer Diyarbakır’a gelmişse İstanbul, Gaziantep, Denizli ya da bir başka kente uğramaması beklenemez. Komünistler kitapların arasından sıyrılan, raflardan atlayan ve kütüphanelerden çıkan Lenin’i oralarda göreceklerdir. Sadece kitleleri ikna edebilecekleri konusunda kendilerine daha çok güvenmeli ve daha cesaretli davranmalılar.”
Lenin Diyarbakır’a geliyor ve burada 1905’de boykot silahının başarıyla kullanılmasına olanak veren koşullara benzer koşullara rastlıyor. Gerçekten de az sonra benim de ekleyeceğim, nasılsa yazarın dikkatinden kaçmış gibi duran bir gelişmeyi de göz önüne alınca, bir mücadele aracı olarak boykotun Diyarbakır özelinde (bu çok önemli bir nokta) kullanılabileceğini savunmak olanaklı ve mantıklı…
Ancak şunu unutmamak gerekir. Diyarbakır’ın boykotu savunulabilir kılan özel koşulları, Lenin oraya geldiği için oluşmadı. Lenin oraya geldi, bu koşuları gördüğü içindir ki, evet olabilir dedi. Bu akla uygun bir çıkarsama! Ama bu çıkarsamadan hareketle, “Lenin eğer Diyarbakır’a gelmişse İstanbul, Gaziantep, Denizli ya da bir başka kente uğramaması beklenemez. Komünistler kitapların arasından sıyrılan, raflardan atlayan ve kütüphanelerden çıkan Lenin’i oralarda göreceklerdir” noktasına ulaşılamaz. Ya da ulaşmak için önce şu soruyu sormak gerekir: Lenin İstanbul, Gaziantep, Denizli gibi kentlere geldiğinde orada Diyarbakır’da boykota olanak veren özgül koşullara benzer koşullar bulacak mıdır?
Bu soruya iki düzeyde cevap aranabilir. Birinci düzeyde, toplumsal muhalefetin, sınıf mücadelesinin ulaştığı düzeyi bize gösteren ampirik verilere bakarız. Bu kentlerde toplumsal muhalefet hop oturup hop kalkıp, hızla düzenin meşru gördüğü kurumlardan kopmakta mıdır? Buna olumlu bir cevap verilebileceğini sanmıyorum. İkinci düzey, bu kentlerin özel koşulları irdelenerek kimi savlar ileri sürülebilir. Yazar da esas olarak bunu yapıyor. Ancak ilginç bir yöntemle düne bakarak bugüne doğru kimi sonuçlara ulaşıyor.
“Üç yıl önceki genel seçimlerde bağımsız adaylar kampanyası yapılmış ve İstanbul’dan Ufuk Uras meclise gönderilmiş, diğer adaylar ve kampanya konusundaki zaaflardan dolayı bu başarı pek çok yerde tekrarlanamamıştır. Fakat bu faaliyet sonucunda ciddi bir birikim, kitleler nezdinde meşruluk elde edilmiş, kadrolar da deneyim kazanmıştır. Bu zemin üzerine boykotu inşa etmek hiç zor olmayacaktır.”
(…)
“Sınıfın en bilinçli kesiminin üç yıl önceki deneyiminden hareketle bu kesimin boykota hazır olduğu açıktır. Bu kesimin sınıf içinde boykotu dillendirmesi ve diğerlerini boykota çağırması sınıfın genelinin bilincinin yükselmesi ve eşitlenmesi için bir vesile değil midir? Başka türlü bilinçlenme nasıl olacak?”
Öncelikle şunu aradan çıkaralım. Lenin kütüphaneden çıkıp da karşımıza geldiğinde bize, arkadaşlar, boykot bir bilinçlendirme, örgütleme vb aracı değildir, belli bir bilinç düzeyine denk düşen bir mücadele aracıdır diyecektir. Çünkü Lenin biri başarılı diğerleri başarısız boykot deneylerinden hareketle bu sonuca ulaşmıştır. Lenin’e göre bu aracın kullanılması, sosyalistlerin icadı değildir, karşımızdaki kurumların gericilik derecesine de bağlı değildir. Boykot işçi sınıfının belli bir bilinç düzeyinde kullanılması gereken bir araçtır.
Şimdi, Özen’in savlarına dönersek, hemen, “Deneyim kazanmamıştır. Boykot inşa etmek (inşa edilecek bir şey değil ama olsun) kolay olmayacaktır. Boykota hazır olduğu açık değildir” diyerek karşılık verebiliriz. O öyle düşünüyor biz böyle düşünüyoruz işte bakalım pratik ne gösterecek gibi bir şey olur bu karşılığımız. Doğru, belki meşru bir karşılık olur ama şık bir karşılık olmaz.
O yüzden ben, Özen’in yazısının hakkını veren bir yaklaşım izlemeye çalışacağım.
Üç yıl önce, Ufuk Uras’ı seçtiren seçim deneyimi, bugün o deneyime katılanlarda, boykot çağrısını kabul ettirecek bir bilinç yükselmesi yaratmış olabilir mi? Ya da “bu faaliyet sonucunda ciddi bir birikim, kitleler nezdinde meşruluk elde edilmiş midir?”
Dün, sosyalistlerin çağrılarına uyarak bu deneyime katılanlar, dün seçtikleri Ufuk Uras’ın bugün geldiği noktaya bakmayacaklar mı? Eğer bakacaklarsa, bundan nasıl bir sonuç çıkaracaklar, sosyalistlerin çağrılarına güvenmek açısından? “Dün sosyalistleri dinledik, bir adayı destekledik. O da gitti mecliste bizi, bilincimizi arttıracak, mücadelemizi yükseltecek, dolayısıyla, dün seçimde bize şüpheyle bakanlara, bakın adayımız neler yaptı, gelin siz de sosyalistlerin bu kez boykot çağrısına cevap verin, dedirtecek düzeyde temsil etti mi diyeceklerdir?” Sizi bilmem ama ben, öbür adayın, Prof. Baskın Oran olduğunu da anımsayınca, bu soruya olumlu bir cevap vermekte büyük zorluk çekiyorum.
II
Lenin kütüphaneden çıkıp da Diyarbakır’a gelince bir şey daha görecek demiştim. Şimdi o konuya dönmek istiyorum. Lenin Diyarbakır’da referandum öncesinde yaşananlara bakınca bence önce, iki tarihsel momenti anımsayacak.
Birincisi, tarım programının yazıldığı dönemdeki tartışmaları. Burada Lenin tarım programının mantığının, kırda sınıf mücadelesinin serbestçe gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmak olduğunu savunuyordu. Diğer bir değişle feodalizm tasfiye edilecek, böylece mülk sahibi kapitalist çiftçi ile yoksul köylü, sermaye ile emek karşı karşıya kalacaktı.
Lenin ikinci olarak 1918’de bir İşçi-köylü Sovyetinde (akıldan aktarıyorum, bir başka Sovyet de olabilir) yaptığı konuşmada devrimin gelişme sürecini anlatırken, “Önce bütün köylülükle çarlığa karşı mücadele ettik. Bu devrimin demokratik aşamasıydı. Sonra da yoksul köylülerle zengin köylülere karşı mücadele ettik. Bu da devrimin sosyalist aşamasıydı” diyordu. Diğer bir değişle Nisan tezlerinde köylülüğün bölünmesine, yoksul köylülerin, zengin köylülerden ayrılmaya başlamasına ilişkin saptamalarına işaret ediyordu.
Lenin bunları, yalnızca ulusal sorun aslında bir toprak sorundur saptamasından hareketle anımsamayacaktı. Lenin, Diyarbakır sermayesini temsil eden 14 STK’nın, diğer bir değişle Diyarbakır sermayesinin, BDP’nin boykot kararının ‘işveren’ iradelerine ipotek koyamayacağını söyleyerek ‘evet’lerini ilan ettiklerini görecek ve şu soruyu soracaktır: Kürt hareketi, bizim köylülükte yaşadığımız sürece benzer bir bölünme mi yaşıyor acaba? Eğer, Lenin bu soruya olumlu bir cevap verecek olursa ardından, bence şöyle düşünebilir. Bir tarafta, feodal
toprak sahipliğinden, hızla uluslararası sermayeye bağlanarak kapitalistliğe dönüşen kesimler, (1848 devriminde demokratik safları terk edip, aristokrasinin kucağına atlayan burjuvazi gibi- devrimci barutu bitti espirisi) öbür tarafa bir “ulusal projeye” sadakat ilen etmiş entelijansiya ve geniş halk kitlelerinin, özelikle yoksulların çok önemli bir kesimi…
“Hımm…” diyecektir Lenin, “demokratik özerklik treni kaçıyor, ya da çoktan kaçmış. Bunlara bugün salt boykot değil en azından Venezüella’daki Chavez deneyiminden çıkan dersler de gerekiyor. Ulusal projeye sadakat ilan etmiş entelijansiya, önce halkın geri kalanıyla artık, antiemperyalizm, anti-feodalizm ve anti-kapitalizm zemininde bir ilişki/ittifak inşa etmeli, bunu da hemen Türkiye’nin tümüne, tüm emekçilerini, yoksullarını, etnisite, dini inanç, cinsiyet ayrımı yapmadan, Türkiye’nin diğer sosyalistlerini de kapsayacak bir biçimde genişletmenin yollarını aramaya başlamalıdır…”