2007’deki genel seçimlerden bu yana attığı her adımla “hükümet” olmaktan “devlet” olmaya doğru biraz daha evrilen AKP, dünkü referandum sonuçlarından sonra bir engeli daha aşmış görünüyor. Türkiye genelinde katılım oranının % 77 civarında olduğu halk oylamasında, “evet”lerin oranı % 58’i buldu ve anayasa değişikliği paketi kabul edildi. Partilerin siyasi yelpazedeki yerleri açısından değerlendirildiğinde, AKP’nin sağın […]
2007’deki genel seçimlerden bu yana attığı her adımla “hükümet” olmaktan “devlet” olmaya doğru biraz daha evrilen AKP, dünkü referandum sonuçlarından sonra bir engeli daha aşmış görünüyor. Türkiye genelinde katılım oranının % 77 civarında olduğu halk oylamasında, “evet”lerin oranı % 58’i buldu ve anayasa değişikliği paketi kabul edildi.
Partilerin siyasi yelpazedeki yerleri açısından değerlendirildiğinde, AKP’nin sağın hegemonik partisi olduğunu bir kez daha tescil ettirdiği rahatlıkla söylenebilir. Gerek referandum öncesinde MHP ve DP dışındaki sağ partileri (Saadet Partisi ve BBP gibi) kendi kuyruğuna takmayı başarması ve gerekse de -“evet”lerin oranı ve iller bazındaki dağılımı göz önüne alındığında- kısmen DP özellikle de MHP tabanını önemli ölçüde “evet”e çekmesi, sağ siyasetin kritik dönemlerde sadece ve sadece AKP’de birleşebileceğini göstermiştir. Emperyalistler ve Türkiye burjuvazisi gelecek planlarını belirlerken bu gerçeği göz ardı etmeyeceklerdir. Uzun lafın kısası, burjuva siyasetinin ana yürütücüsü bir süre daha AKP olacaktır ve yakın dönemde sağdan AKP’ye herhangi bir alternatif çıkmayacaktır!
Sağ siyasetin günümüzdeki diğer önemli temsilcisi MHP ise referandum sürecinde sert söylemler geliştirmesine ve hatta siyasetinin ana eksenini PKK ve Kürt düşmanlığı üzerine kurmasına rağmen ciddi kayıplara uğramıştır. Devlet Bahçeli’nin memleketi Osmaniye’de bile “evet” oylarının “hayır” oylarından fazla olmasının, yine Orta Anadolu illerinde MHP’nin ciddi bir varlık gösterememesinin başka bir açıklaması yoktur. Buradan hareketle, özellikle liberal-solcuların yaptığı gibi, “Türkiye’de Kürt düşmanlığının hafiflediği” ya da “MHP’nin faşist-milliyetçi siyasetinin iflas ettiği” sonuçlarını çıkarmak ise önemli bir yanılsama olacaktır; zira bu durum ülkedeki Kürt düşmanlığının sadece MHP’de değil, aynı zamanda AKP’de de cisimleşebileceğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bir başka ifadeyle, MHP “Kürt düşmanı” bir siyasete muhtaç olabilir, nitekim bugünkü siyasi konjonktürde MHP’nin başka bir çaresi de yok gibidir. Ancak Kürt düşmanı siyaset MHP’ye hiç de muhtaç değildir!
CHP açısından ise geçtiğimiz yerel seçimlerdeki il genel meclisi sonuçları değerlendirildiğinde, bir kayıp yokmuş gibi gözükmektedir. CHP güçlü olduğu yerlerde “hayır” oyu çıkartmayı başarmıştır. Belki bazı yerlerde oylarını arttırdığı bile gözlemlenebilir. Dersim’de Kürt Hareketi’nin ve bölgede güçlü olan Partizan ve Demokratik Haklar Federasyonu gibi Maocu çevrelerin “boykot” kararlarına rağmen, % 65 civarında katılım sağlanması ve bu katılımdan da % 80’den fazla “hayır” çıkması Kamer Genç’in de etkisiyle birlikte hiç kuşkusuz CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun bir başarısıdır. Ancak CHP’nin referandumdaki başarısızlığı “hayır” oylarının miktarında ya da referandumdan “evet” çıkmasında falan değildir. CHP’nin esas başarısızlığı, referandum sürecinde öne çıkan bir takım amatörlüklerindedir. CHP’li Avcılar Belediye Başkanı’nın hazırlattığı ve astırdığı afişten parti yönetiminin bihaber olması, “bunun sorumlusu AKP’dir” diyen il başkanı ve Kılıçdaroğlu’nun sonradan tükürdüklerini yalamak zorunda kalmaları bu amatörlüğe verilebilecek iyi bir örnektir. Referandum günü Kılıçdaroğlu’nun oy kullanamaması ise kendini iktidar adayı olarak gören ve öyle gösteren bir siyasi parti için tam bir rezalettir! CHP örgütü Kılıçdaroğlu yönetiminde henüz emekleyen bir çocuk gibidir. Bu rezaleti -ya da “çocuğun henüz yürümeyi beceremediğini” diyelim- en iyi bilen de yine emperyalistler ve Türkiye burjuvazisi olacaktır!
Referandumda “boykot” diyen Kürt Hareketi ise güçlü olduğu yerlerde tabanını sandığa götürmeyerek bölge siyasetinde önemli bir kuvvet olduğunu göstermiştir. Tabii ki Kürt Hareketi’nin “evet”e meyletmemesi ve AKP’lileşen Türkiye’de kendi mevzilerini koruması, daha doğrusu bu mevzileri AKP’ye kaptırmaması, Kürt Hareketi adına bir kazanım olarak okunabilir. Ancak madalyonun bir de öteki yüzüne bakmak gerekir ki, o yüzde AKP’nin de Kürt illerindeki kendi mevzilerini korumuş olduğu yazılıdır. Sonuç itibariyle, AKP 8 yıllık bir iktidar partisi olmasına ve özellikle son dönemde Kürt Hareketi ile politik anlamda sürekli çatışıyor olmasına karşın -buna bir de haziran-ağustos aylarını kapsayan aktif askeri çatışma sürecini ekleyin- Kürt illerinde hala bir odak konumundadır ve bu anlamda Kürt Hareketi’nin “boykot” kampanyasının AKP’yi gerilettiği söylenemez. Dolayısıyla “boykot”u, bırakınız Kürt halkının tamamına, sadece Kürt Hareketi’ne bile “çok önemli kazanımlar” sağlayan politik bir ilerleme olarak değerlendirmek aşırı bir iyimserlikten ibaret olacaktır.
Sosyalist sol açısından ise “boykot”un elle tutulur herhangi bir olumlu sonucu olmamıştır. Ne herhangi bir mevzi kazanılmış, ne referandumun meşruiyetini etkileyebilecek düşük bir katılım oranı sağlanmış, ne de önümüzdeki dönemde sosyalistlerin izleyeceği siyasi hatta ilişkin bir mücadele perspektifi çizilebilmiştir. Boykotu mevcut siyasi konjonktürden tamamen bağımsız salt “ideolojik netlik” ve “apolitik bir temiz kalma” kaygısından veyahut “kendi kimliğini savunma” korumacılığından ötürü savunan sosyalist kesimin kitleselleşebilmesinin ne kadar zor olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Dersim örneği, halkın beklentileri ve “boykot” diyen sosyalistlerin siyasi tutumu arasında nasıl bir mesafe olduğunu kısmen de olsa göstermesi açısından önemlidir. Dersim, Maocu sosyalistlerin güçlü olduğu, üstelik sadece Demokratik Haklar Federasyonu’nun desteklediği bir belediye başkanı adayının (Partizan çevresi DTP’nin adayını desteklemişti) 2009 seçimlerinde en yüksek ikinci oy oranını yakalayabileceği kadar da Türkiye ortalamasının dışında bir kenttir. Öyle ki, DHF’nin adayının ikinci olduğu 2009 seçimlerinde seçimi kazanan aday ise DTP’nin adayıdır. Fakat 12 Eylül 2010 referandumunda Dersim halkı, Kürt Hareketi ve Maocu sosyalistlerin “boykot” demesine karşın, sandığa gitmiş ve “hayır” demiştir. Burada Kılıçdaroğlu ve Kamer Genç faktörleri önemli olmakla birlikte -tüm Dersim halkının Kürt Hareketi’nden ve sosyalist soldan vazgeçerek CHP’lileştiğini ileri süremeyeceğimize göre- sosyalistler açısından da boykot kararının sorgulanmasını gerektirecek bir şeyler var demektir! Sosyalist solun “hayır” tutumunda ısrar eden büyük bölümü için bu referandumdan çıkacak en önemli sonuç; neo-liberal yeni düzen ve onun uygulayıcısı AKP ile mücadele bayrağının daha yüksekten, daha çok elden dalgalandırılması gereğidir. Referandumun tüm aldatmalarına rağmen halkımızın önemli bir bölümü sürecin içindeki can alıcı soruyu bulmuş, hayır oyunu siyasi bir tercih ile AKP politikalarının bütününe karşı kullanmıştır. Halk düşmanı AKP politikalarının sistemle ilişkisi içinde teşhir edilmesi ancak sosyalist solun başarabileceği bir iştir.
Mevcut pakete “evet” diyenleri solun dışında tutmak kaydıyla referandumda şu ya da bu gerekçeyle boykot yolunu seçenler “evet” sonucu nedeniyle bundan sonra ortaya çıkacak gelişmelerin ve düzen cephesinden bu vesileyle gelecek saldırıların siyasi sorumluluğundan bağımsız tutulamazlar.
Peki bundan sonra kim ne yapacaktır? AKP kendi devletleşme sürecinde bir eşiği daha geride bıraktıktan ve kendisine muhalefet eden, engeller çıkaran yüksek yargının devlet içindeki etkinliğini, kendi lehine kırdıktan sonra ne olacaktır? Sanırız artık devlet içinde kendisine engel çıkarabilecek düzen içi güçle
r tamamen devre dışı bırakılmış ya da sindirilmiş olacak ve devlet bir bütün olarak AKP ve kendisini destekleyen sermaye-cemaat koalisyonunun devleti olacaktır. Kuşkusuz bu durum sadece muhafazakâr-mukaddesatçı kesimlerin veya liberal entelektüellerin değil, aynı zamanda ABD başta olmak üzere emperyalistlerin ve Türkiye burjuvazisinin talep ettiği neo-liberal dönüşüm sürecinin devlet aygıtını yeniden yapılandırma talebi ve pratiğidir. Devrimcilerin önündeki görev ise bu talebi ve pratiği yapabildiği her noktada baltalamak, sekteye uğratmak ve gücü varsa kendi talebinin pratiğini yapmaktır. Sermaye düzenini daha işlevsel kılmaya yönelik böylesi girişimlere düzen sınırları içinde kalarak yanıt verilemez. Zira sadece egemen güçler arasındaymış gibi görünen çatışma noktaları, aslında bir toplumun tüm kurumlarıyla birlikte yeniden düzenlenme projesidir ve eğer biz “neo-liberal karşı saldırı bizi ilgilendirmez” demiyorsak -ki hiçbir solcu böyle bir şey demez- bu karşı saldırının siyasal-kurumsal ayaklarına da “bananecilikle” yaklaşamayız.
12 Eylül faşist darbesinin 30. yıl dönümüne denk getirilen bu referandumda kabul edilen Anayasa maddeleri, daha önce de belirttiğimiz gibi, 12 Eylül rejiminin ruhundan bir kopuşu değil, o ruhun güncel koşullara göre yeniden düzenlenmesini içermektedir. 12 Eylül’ün açtığı yolda ilerleyen AKP’nin “bir hap misali” yutturduğu bu paketle, daha piyasacı, daha emek düşmanı, daha gerici bir Anayasaya sahibiz artık. Bu oylamanın kanıtladığı bir diğer gerçeklik ise, Türkiye’de artık askeri darbelerin misyonunu tamamladığı ve sömürü cephesinin yararına olan dönüşümlerin artık bir cemaatler koalisyonu tarafından icra edildiğidir.
Oylamaya kadar hararetle devam eden tartışma bundan sonra da sürdürülmelidir. 12 Eylül’le hesaplaşma yalanlarından demokratikleşme üfürüklerine kadar iktidar ve yancıları tarafından kullanılan her kandırmacanın peşinde olmak sorumluluğumuzdur. Malum, artık memlekette demokrasi var! Demokrasi diyerek getirdikleri bu düzenden kimlerin nasıl nemalandığının kitlelere anlatılması esas görevlerimizden biri olacaktır.
Önümüzdeki süreçte gerçekleşecek olan yeni saldırılara hep beraber karşı koymak ve bundan sonra hep “hayır” diyebilmek umuduyla!