Buğday, pamuk, tütün, fındık, pancar… Anadolu toprağının pek çok has ürünü, artık üretilmeme tehlikesiyle karşı karşıya. Bunların yerine, kanola, soya, kivi teşvik ediliyor, tarımsal geleneğin canına okunuyor. Arazi ve tapu politikalarıyla küçük üretici yerinden edilirken, teşvik ve kredi çilesi her tür rekabet karşısında Türkiyeli çiftçinin elini zayıflatıyor. Ama, AKP çalışıyor, “havza modeli” ve “üretim haritası”yla […]
Buğday, pamuk, tütün, fındık, pancar… Anadolu toprağının pek çok has ürünü, artık üretilmeme tehlikesiyle karşı karşıya. Bunların yerine, kanola, soya, kivi teşvik ediliyor, tarımsal geleneğin canına okunuyor. Arazi ve tapu politikalarıyla küçük üretici yerinden edilirken, teşvik ve kredi çilesi her tür rekabet karşısında Türkiyeli çiftçinin elini zayıflatıyor. Ama, AKP çalışıyor, “havza modeli” ve “üretim haritası”yla tarımın altını üstüne getiriyor. Türkiye tarım politikaları ve üreticinin durumu hakkında geniş kapsamlı bir çalışma yayınlayan Berkeley’de Tarih Bölümü öğretim üyesi Huricihan İslâmoğlu ve Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (Çiftçi-Sen) başkanı Abdullah Aysu’yla, memleket tarımının halini masaya yatırdık…
Tarım Bakanı Mehdi Eker’le görüştü ğünüzü duyduk. Konu neydi?
Huricihan İslâmoğlu: “Türkiye’de Ta rımda Dönüşüm ve Küresel Piyasalarla Bütünleşme Süreçleri” başlıklı araştırma mızın sonuçlarının medyaya açıklanma sının yanısıra, Tarım Bakanlığı’nın bilgi lendirilmesini bir kamu hizmeti olarak değerlendirdik. Hem bakanla hem de müsteşarla iki uzun görüşmemiz oldu. İkisi de 700 sayfalık çalışmamızı gözden geçirmişti. Bu ilginin bir nedeni, bakanlı ğın 2000’lerin başından bu yana izlenen serbest piyasa uygulamalarının öngör düğü tarımdaki nüfusun düşürülmesi hedefinin ötesine geçip tarımsal üretime, ürüne eğilme ve böylelikle tarımı dış ve iç sermayenin yatırımları için cazip kıl ma isteği olabilir. Havza modelini ve üretim haritasını bu bağlamda değerlen dirmek yararlı olur. Araştırmamız, ta rımda yedi ürünün (ayçiçeği, buğday, pancar, mısır, üzüm, tütün, pamuk) üre tim, üretim ilişkileri ve mülkiyet yapısı, sermaye birikimi ve yatırım eğilimlerini, her ürün için 100 olmak üzere toplam 700 çiftçi ve çeşitli kredi kuruluşları, ko operatif, borsa, tüccar, çırçır fabrikası sa hipleri ile yapılan derinlemesine mülâ-katlara dayanarak inceliyor.
Havza sistemini nasıl değerlendiriyor sunuz?
Doğru tercihler yapılırsa, verimli olabilir. Havza sistemiyle Türkiye’nin üretim ha ritası oluşturulmaya çalışılıyor. Bunun çok önceden yapılması gerekirdi. Şimdi bu sayede hangi bölgelerde hangi ürün lerin en verimli şekilde üretilebileceği be lirlenip altyapı (örneğin sulama) ve des tek sistemlerinin bu doğrultuda yönlen dirilmesi öneriliyor. Bunu tarımın bu günkü sorunlarına bir çözüm olarak gör mek doğru değil. Söz konusu olan, teknik nitelikte, altyapısal bir düzenlemedir. Bu altyapının diğer bir boyutu, araştırma ve geliştirme (ar-ge) yatırımlarıdır. Bu, üretime ürün düzeyinde bir müdahale veya bir üretim mühendisliği demektir; bunun bugünkü dünya koşullarında re kabet edebilmek için yapılması gereki yor. Araştırma sürecinde bu tür müdaha lelerin eksikliğine çok kez şahit olduk. Örneğin, ürün geliştirmede ve özellikle tütün ve pancar gibi üretimleri kısıtlan mış ürünler yerine üretimi teşvik edilen alternatif ürünlere geçişte teknik destek sağlamaları amaçlanan tarım il ve ilçe teşkilatlarının ihtiyaçlara cevap vereme diğini gördük. Bu kuruluşlar genellikle Avrupa projelerinden istifade etmek için oralara üşüşen kesimlerin hareket alanla rına dönüşüyor. Bazı bölgelerde yeni ürün arayışında olan çiftçiler bizlerden bile medet umuyordu. Müsteşar beye ta rım ilçe teşkilatları hakkında gözlemleri mi ilettiğimde, sorunun kamu yöneti minde olduğunu belirtti. Bu kuruluşlara atanan kişilerin özendirici bir şekilde ödüllendirilmediklerini vurguladı. Ola bilir. Fakat araştırmamızın bulguları ışı ğında ben sorunun üretim mühendisliği sorununa indirgenemeyeceğini düşünü yorum. Bu mühendislik gerekli, fakat ye terli değil… Ürün mühendisliği, hangi bölgede neyin, nasıl, ne kadar üretilece ğine bakar, ürün ve tohum türleri üzerin de durup üretimi ve üretim koşullarını sermaye ve ürün piyasaları açısından de ğerlendirir. Bu noktada üretimin iç ve dış sermayenin yatırımları için cazip kılın ması, yine üretimin belirli piyasaların ih tiyaçlarına göre yönlendirilmesi önem kazanır. Örneğin havza modeli, ayçiçeği yağı üretiminin ülke ihtiyaçlarını karşıla madığını, ithalata başvurulduğunu işa ret ediyor, belirlenen havzalarda ayçiçe ği üretiminin yoğunlaştırılmasını öngö rüyor. Ne var ki, teknokratik yaklaşım üreticiyi, yani çiftçiyi ve sorunlarını gör mekte yetersiz kalıyor. Bu nedenle, araş tırmamızda çiftçi ve onun değişen koşul ları üzerinde odaklandık. Ağırlıkla, üre tim koşullarının kötüleşmesi, maliyetle rin artması ve desteklerin kaldırılmasıyla birlikte hangi çiftçilerin yok olma tehli kesiyle karşı karşıya kaldığı, hangilerinin bir ölçüde ayakta kalabildiği, kredi piya salarının özelleştirilmesinin ve çiftçinin krediye erişiminin tapulu topraklara sa hip olunması koşuluna bağlanmasıyla çiftçinin nasıl bir borç esaretine mahkûm edildiği üzerinde durduk. Çiftçinin için de bulunduğu koşullara tarım sektörün de istihdam edilen nüfusun düşürülme sini hedefleyen politikaların neden oldu ğunu gösterdik. Dahası, araştırma sonuçları, bugün tasfiyenin sınırlarına ula şıldığına ve genel ekonomideki işsizlik sorunları bir yana, kırsal bölgede bulu nan kesimlerin göç etmeye, çiftçiliği bı rakmaya pek hevesli olmadıklarına işa ret ediyor. Ana meselemiz, mevcut çiftçi lerin varlıklarının korunarak üretimin en iyi maddî şartlar altında nasıl yapılacağı. Yani, havza modelinin mantığından farklı olarak biz, “üretimin maddî koşul ları sağlansın, ondan sonra ürün üretici sini bulur” mantığından hareket etmiyo ruz. Burada altı çizilmesi gereken bir di ğer husus, meseleyi bir “destek” sorunu na indirgemenin yanlışlığı. Asıl mesele, desteği kimin alacağı, desteklerle kimin özendirilmek istendiği. Eğer küçük üre ticiler (0-100 dekar toprak işleyen kesim) özendirilmek isteniyorsa, ürün destekle rinin ötesinde, kredi koşullarının da ye niden düzenlenmesi gerekiyor.
Havza modeline niye ihtiyaç duyuldu?
Bu modelin içerdiği anlayış yeni değil. Şimdi söz konusu olan, tarımın bir yatı rım alanı haline getirilmesi. Son on yıldır AB Ortak Tarım Politikası doğrultusun da uygulanan politikaların en belirgin sonucu, tarımdaki nüfusun tasfiyesi ol du. 1998-2007 arasında tarımdaki nüfus yüzde 15’e yakın bir oranda düştü ve ta rımın istihdamdaki payı yüzde 23’e indi. Ne var ki, küçük üreticilerin tasfiye edil mesine ve büyük işletmeleri (büyük sermayeyi) gözeten kredi ve destek politikalarına rağmen, tarım sektörüne bekle nen boyutlarda yurtdışından veya yurtiçinden tarımdışı sermaye akmadı. Bunun bir nedeni, dünya tarım ürünleri piyasalarındaki durum. Bu piyasalarda egemen olan ABD, Kanada gibi bölgele rin ürünleri yüksek oranda destekleni yor. Bu düzeylerde destekleme olmadı ğından, sermaye Türkiye’de tarıma yatı rım yapmakta isteksiz. Havza modeli aslında bir prim politikası ve bu isteksizliği aşma doğrultusunda bir adım olarak gö rülebilir. Diğer yandan, hem bakan, hem müsteşar, tarımda tasfiyenin sınırlarına ulaşıldığının ve şehirlere göç etmiş olan kişilerin bir kısmının köylerine geri dön me eğiliminde olduklarının farkındalar. Bu bağlamda bakan, tarımda özellikle 100 dekarın altındaki işletmelerin (ki bunlar toplam işletmelerin yarısından fazlasını oluşturuyor) kredi, ürün ve gir di piyasalarına olan açılımlarındaki de zavantajlarının aşılması için bu işletmele rin bir araya gelerek şirket kurmaları yo lunda öneriler geliştireceklerine değindi.
<
br>Tarım kredileri konusuna değindiniz. Oraya dönebilir miyiz?
2000’lerin başından beri izlenen politika lar çerçevesinde tarım sektöründe tüm açılımlar -kredi, girdi temini, kooperatif üyeliği, sözleşmeli üretim- işlenen top rakların tapusuna sahip olma koşuluna. Daha büyük tapulu toprakla rı işleyen çiftçilerin bu kaynaklara erişimi daha fazla. Diğer taraftan, banka ların kredi vermek için sadece tarlaların ipotek edilmesiyle yetinmediklerine, çift çilerden şehirde sahip oldukları gayrı-menkulleri ipotek olarak göstermelerini istediklerine şahit olduk. Şüphesiz bu koşul, tarıma çiftçilerin dışında bir kesi min yatırım yapmasını teşvik edici nite likte. Öte yandan, banka kredilerine eri şimin bu şekilde sınırlanması ve kredi kooperatiflerinden kredi sağlanmasının da yine tapu sahibi olma ve geçmiş borç ların ödenmiş olması koşullarına bağlan ması sonucu, çiftçilerin tefeciden, tüccar dan, çırçırcıdan çok ağır koşullar altında borç almaya zorlandıkları görülüyor. Ayrıca bankalara borçlanabilen çiftçile rin de (örneğin Söke’de pamuk üreticile ri) hasattan sonra banka borçlarını öde yebilmek için yine tefecinin eline düştük lerine şahit olduk. Biz piyasa koşulların da küçük işletmelerin “küçüklük” deza vantajlarının aşılması için 0-100 dekarlık işletmelerden meydana gelen kooperas-yon alanları oluşturulmasını öneriyoruz. Anadolu’da parçalı ve hisseli toprakların yaygınlığı göz önüne alındığında, köy içinde çeşitli “enformel” kiralama ilişkileri ve hisseli toprak kullanımı çerçeve sinde çiftçiler arasında kooperasyon za ten mevcut. Ayrıca farklı yörelerde aynı ürünü üreten köyler ve bireyler arasında iktisadî ve sosyal iletişim ağları bulunu yor. Üreticilerin pazarlama ve kredi ko operatifleri etrafında bir araya gelme alışkanlıkları var. Bu kooperasyon alan ları kendi içlerinde toprak ve su kullanı mını koordine edebilir; çiftçinin ürünü nün en avantajlı koşullarda pazarlanma-sını, büyük alıcı ve tüccarlar karşısında elinin güçlenmesini sağlayabilir; en uy gun koşullarda girdi ve kredi temin edil mesinde rol oynayabilirler. Önemli olan, kooperasyon alanlarının devlet eliyle de ğil, yerel inisiyatifle oluşturulması. Bunun için büyük bürokratik yapılanma lara gerek yok; varolan muhtarlık yapıla rı ve genç çiftçilerden oluşacak kadrolar alan işlerini yürütebilir. Araştırma süre since dikkatimizi çeken bir husus, muh tarların önemli bir kısmının genç ve yet kin kişiler olmaları, köylerde dünyaya açık, piyasalara açılmaya hevesli genç kesimlerin bulunmasıydı. Burada söz ko nusu olan, küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin piyasa ortamında varolmayı öğrenmesi; kendi istek ve ihtiyaçlarını yerel organizasyonlarında belirleyip merkezî yönetime götürebilmeleri, merkezî yönetimin tercihlerini etkileyebilme-leri. Tarım sektörünün tarım politikaları nı oluşturan mercilerden tamamen ko puk olduklarını gördük. Uygulanan poli tikalar başka toplumlar veya ortamlar için biçilmiş kaftan niteliğinde, ama Tür kiye tarımının koşullarına uydurulması için hiçbir gayret sarfedilmemiş. Bu du rumu çiftçiler gayet iyi teşhis ediyorlar: “Tarım politikaları hakkında ne düşünü yorsunuz” diye sorulduğunda “tarım politikası yok” diyorlar. Haklılar. Uygu lanan, bir politika değil, direktifler pake ti. Politika olabilmesi için reform paketle rinin oluşturulmasında çiftçilerin de kat kısı, katılımı gerekir. Kooperasyon alanı uygulaması, tepeden inme, kolhozvari bir yapı olamaz. Yeni yönetim biçimleri nin yerel koşullara hitap etmesi önemli, yoksa tarım il ve ilçe idarelerinin akıbetine uğrayabilirler. Tarım idareleri, AB ön celikleri ve tarıma dışarıdan gelecek ser maye beklentileri doğrultusunda ortaya çıkmış yerel yönetim yapılarına ve çiftçi nin kaygularına çok uzaklar.
Abdullah Aysu: Krediler mülkiyeti mu hafazaya yönelik; arazinizi ipotek etme niz lâzım. Ayrıca, çiftçi 100 dönüm ya da 500 dönüm araziye sahip olsa bile, kredi başvurusunda, kredi miktarının üç katı değerinde kentten ipotek göstermesi zorunluluğu var. Dolayısıyla, küçük çiftçi ler krediye erişemiyor. Eskiden, krediler de imece sistemi vardı: Müteselsil kefil dediğimiz, yedi-sekiz kişinin birbirine kefil olma durumu kolaylık sağlıyordu.
İslâmoğlu: Araştırmada gördüğümüz ana şikâyetlerden biri buydu: “Şehirde bizim nasıl katımız olsun?” Kredi piya saları açısından önemli olan, kredi alan kişinin gösterdiği ipoteğin sağlam olma sı. Kırsal gayrımenkul sağlam bir ipotek aracı olarak değerlendirilmediğinden, şehirde bir mülkün ipotek gösterilmesi nin istenmesi olağan. Yani kredi piyasa ları açısından, kredi alan kişinin niteliği, çiftçi mi, şehirli yatırımcı mı olduğu önemli değil. Gösterdiği ipoteğin sağlam olması önemli. Bu da piyasa ortamında kır / şehir ayrımının giderek ortadan kalktığına, kişilerin kimliklerinin, örne ğin çiftçi veya şehirli olarak değil de, pi yasa aktörü veya sermayedar olarak ta nımlanma eğilimine işaret ediyor.
Bu süreci tarım dışından gelecek serma yedara uygun altyapının hazırlanması olarak yorumlayabiliriz herhalde…
İslâmoğlu: Teorik olarak piyasa ortamın da sermayedarın tarım dışından veya ta rımdan gelmesi farketmez. Türkiye’de ta rımda sermaye birikimi yok denecek ka dar az. Araştırma sürecinde en çok rastla dığımız durumlardan biri de, en ufak bir yatırımın bile tarımdışı bir faaliyetten -esnaflıktan elde edilen, yurtdışında ça lışma sonucu- sağlanan birikimlerle ya pıldığı. Görüştüğümüz en mutlu çiftçi, Manisa’nın bir köyünde köyüyle şehir arasında minibüs işleten ve kazancını meyve-sebze üretimine yatıran biriydi. En iyi durumda çiftçi, eğer ürünü prim alıyorsa, prim geldikten sonra başabaş gelebiliyor. Çiftçilerin önemli bir bölümü, son derece ticarîleşmiş bir tarım ortamın da ancak “geçimlik” ihtiyaçlarını, o da çok zorlanarak karşılayabiliyor. Görüştü ğümüz çiftçilerin en az yarısı geçim sıkın tısı yaşadıklarını, hatta ailelerinin yiyecek masraflarını karşılamakta zorlandıklarını ifade etti. Tabii önemli olan, bu durumun kendiliğinden ortaya çıkmadığını, çiftçinin bu duruma getirilmiş olduğunu unutmamak. Çiftçi bu halde olunca tabii ki yatırımlar dışarıdan sermaye bekler.
Küçük üreticinin tasfiye edilmemesi için kooperasyon alanları yaratılması gerektiği düşüncenize bakanın tepkisi nasıldı?
İslâmoğlu: Bakanlık, tasfiyenin ötesinde, tarımda bulunan küçük işletmelere yö nelik olarak ve onların küçüklük deza vantajlarının aşılması doğrultusunda bir şirketleşme modeli önermeyi düşünü yor. Bakan, “şirket’Ter çerçevesinde kü çük çiftçileri bir araya getirmek projesi nin bizim kooperasyon alanları düşünce mize denk düşebileceğine işaret etti. Önerilerini şöyle özetledi: “Çiftçiye tarla nızı ya bize ya bir başkasına satın ya da şirketlesin denecek.” Çiftçinin payının elindeki toprak miktarına göre belirlene ceği bir şirket seçeneği ortaya konuyor ve bu, küçük toprakların bir bütün içinde yer almasını sağlayacak bir çözüm olarak görülüyor. Gözardı edilen, bu “çö-züm”ün 0-50 dekarlık toprakları elinde bulunduran çiftçilerin tasfiyesine yol aç ma olasılığı… Bakanla ve müsteşarla gö rüşmemde en çok dikkatimi çeken, kişi sel olarak piyasa politikalarının olumsuz sonuçlarına duyarlı görünseler de, örne ğin tarımda yeni bir tasfiye dalgasının istihdam sorununda yaratacağı olumsuz etkilerin farkında oldukları izlenimi ver seler de, çözüm önerilerine gelindiğindeyine piyasa mantığına dönmeleri. Bu da büyük olasılı
kla tarımdan bir kesimin daha tasfiye edilmesi anlamına geliyor. Biz bunun engellenmesi için kooperas-yon alanları üzerinde duruyoruz.
Tarım bakanı,2008’in sonunda, kriz nedeniyle 800 bin kişinin köye döndü ğünü söylemişti…
İslâmoğlu: Sanıyorum şirketleşme mo delinin bu dönen kişilere de olanak sağla ması düşünülüyor. Örneğin, satılan top rakların dönüş yapanlara satılıp onların üretim sürecine dahil edilmeleri düşünü lüyor olabilir. Dönüş, halihazırda oluyor; bu eğilim karşısında hükümet üzerinde kırsal bölgenin bir istihdam alanı olması doğrultusunda bir baskı oluşabilir.
Vahşi piyasa uygulamalarından kü çük bir geri adım atıldığı noktasında hemfikir misiniz?
Aysu: Öyle bir eğilim yok bence, adım adım ilerliyorlar, istihdam bürolarıyla da önemli ölçüde hedefe ulaşmış olacaklar. Bilinçli olarak bir yanlış bilgilendirme var havza meselesinde. İlk önce, tarım için çerçeve yasası diyebileceğimiz biyo-güvenlik yasasının çıkması gerekiyordu, ki bu yasaya göre de tohumculuk kanu nu çıksın. Yine biyogüvenlik yasasına göre havzalar meselesinin organize edil mesi gerekiyordu. Müsteşarla yaptığımız tartışmada toprak tahlilleri, su varlı ğı gibi kriterleri dikkate aldıklarını söyle di. Ama toprağın tahlili klasik ph değer leri üzerinden yapılıyor. Biliyoruz ki, bir hektar toprağın altında iki ton civarında canlı yaşar, orada fabrika gibi bir faaliyet yürütürler. Çiftçi esas olarak aracıdır, üretici değildir; üretici oradaki fareler, solucanlar, mikroorganizmalardır. Bun lar toprağı işler, gıda haline getirirler; biz de tohumu attığımızda ürünü alırız. Do ğa bugüne kadar kendini şekillendirmiş tir. Şimdi tersten başlayarak havzalar ya sası, tohumculuk yasası çıkıyor. Oysa to humculuk ve havzalar yasasının biyogü-venlik yasasına aykırı olmaması, dolayı sıyla önce onun çıkması gerekirdi. İkinci si, hep yağlı tohumlar üzerinde durulu yor. Yağlı tohumlardan beş-altı yıldır çok korkar oldum. Bizim yağ açığımız var ama, açığımız aspirle, kanolayla ya da soyayla giderilemez. Buradaki kültürde olmayan bir şekillendirme var. Bunun birkaç adım sonrasının biyoyakıt olmayacağının garantisi yok. Her şey ekono mik gereklilik üzerine kurgulanıyor. Bu yüzden, yağlı tohum konusu tehlikeli.
Havza sisteminin temel hedefi ne?
Aysu: Ana hedeflerden biri, ihracata da yalı üretimin esas alınması. Türkiye, beş-altı yıl öncesine kadar, temel besin mad deleri açısından kendine yetiyordu. Şim di, ihracata dayalı üretime ağırlık veren, şirketlerin egemen olduğu, küçük çiftçiyi tasfiye eden düzenlemeler yapılıyor. İh raç ettiğimiz ürünleri çiftçiler değil, ço kuluslu şirketler belirliyor. Oradan elde edilen döviz de, tarıma yatırılmadığı gi bi, fiyatında yine belirleyici olmadığımız petrol gibi alanlara aktarılıyor. Burada bir sürükleniş var. İhracata dayalı bir model bu ülke için geliştirici değil. Önce likle, temel besin maddelerinde kendine yeterli olmayı sağlamamız lâzım.
İslâmoğlu: Çiftçilerle yaptığımız görüş melerde, ihracata yönelik modele pek iti raz etmediklerini, piyasa açılımları ara dıklarını gördük. Bu özellikle Batı Ana dolu’da, örneğin, tütün üretiminin sınır lanması ile meyve-sebze üretimine yö nelmeye çalışan çiftçiler için geçerliydi. Genç bir kuşakla karşı karşıyayız; bu ku şak tarımın kendi kendine yeterli olduğu zamanı hatırlamıyor bile… Diğer taraf tan, çiftçi açısından önemli olan piyasaya açılım; tüccar geliyor, ürünü alıyor, ma lın ihraç mı edildiği, iç piyasaya mı sü rüldüğü onun bilgisi dahilinde değil. Bu rada iç ve dış piyasaların bütünleşmesi meselesi var. Onun için dış-iç sermaye ayrımı o kadar önemli olmuyor. Önemli olan, iç ve dış sermayenin, iç ve dış pa zarların bütünleşme eğilimi sonucu orta ya çıkan küresel kapitalizm gerçeği ve bu gerçekliğin karşısında güçsüz kalan işçi lerin, küçük-orta büyüklükteki çiftçilerin ezilmesinin engellenmesi. 19. ve 20. yüz yıllarda verilen uzun mücadeleler sonu cunda ulusal kapitalist ekonomiler çerçe vesinde bu kesimleri koruyan kurumlar (sendikalar, kooperatifler, fiyat ve kredi destekleri) ortaya çıkmıştı; şimdi de küresel kapitalizm çerçevesinde dengeyi sağlayacak yeni kurumların ortaya çık ması için mücadele verilmesi gerekiyor. Tarım kesimi açısından mesele, tasfiye politikaları karşısında çiftçilerin kendile rini idame ettirmelerini sağlayacak ku rumsal ortamların yaratılması. Karşımız da, genel çizgilerini ulusötesi sermaye nin belirlediği bir piyasa ekonomisi var; küçük ve orta çiftçilerin mücadeleleri, küresel iktisadî düzende bu kesime yö nelik politikaların yönünü ve tercihlerini tayin etmekte çok önemli olacak. Bu politikaları belirleme doğrultusunda müca dele vermemiz, baskı yapmamız önemli. Konu bütün sistemi alaşağı etmek değil -zira bu çok uzak bir ihtimal gibi duru yor. Ben güncel olarak kurtarılabilecek alanların önemine inanıyorum.
Aysu: Biz bu sistemin karşısında nasıl tu tunuruz çabası içindeyiz. Via Campesi-na’da bunu tartışıyoruz: Yerel üretim ve yerel tüketimi esas alan, üretimden pa zarlamaya bütün zincire üreticiyi ve tü keticiyi birlikte egemen kılacak yapıları hayata geçirmek; kendimizi var etmek ve dönüşüm için bir yol gösterebilmek.
İslâmoğlu: Ama yerel model kendi içine kapalılık veya küresel düzlemden çekil me şeklinde mi olmalı? Via Campesi-na’nın önerdiği “yeniden köylüleşme” mi? Kendi kendine yeterli, geçimlik köy lü ekonomisi modelleri böyle bir kapalı lık mı öneriyor?
Aysu: Tabii ki hayır. Biz tüketiciler için de “yarı-üretici” terimini kullanıyoruz. 24-25 köyde bir faaliyet başlatmış du rumdayız. Oralarda ve İstanbul’da kuru lan kooperatiflerle üreticiden tüketiciye sağlıklı ürün getirilecek. Bu örnekler art tığında, çiftçi aracılar çıktıktan sonra da ha fazla kazandığını gördüğünde, yüzünü bu tarafa çevirecek.
İslâmoğlu: Buna katılıyorum. Ulusal ol sun, küresel olsun, piyasa ekonomisinin biçimlenmesinde alttan mobilizasyon, tüketicinin, üreticinin örgütlenmeleri ve yasa koyucu mercilere somut önerilerini götürmeleri çok önemli. Artık bürokratik devletin standart mekanizmaları çalışmı yor. Havza sisteminde ise teknokratik bir anlayışı içeren kurumlarla bu işi en “ve rimli” şekilde (yani, yatırımı cazip kı larak) yürütme çabası söz konusu.
Aysu: Havzalarla destekleme politikala rına yön veriyorlar. Trakya’da “500’den az koyunu olana destek vermeyeceğiz”
Islâmoğlu: Bu arada, AB’de de geri adımlar var. İstenen amaçlara varılama dı. Avrupa’da tarımdan tasfiye edilen kesimin bir kısmı turizm sektöründe is tihdam edildi. Fakat bu sektörde görülen dünya çapındaki patlama herhangi bir bölgede turizmin istihdam yaratma potensiyelini sınırladı. Bilgi teknolojilerine dayanan yeni sanayinin de istihdam ya ratma potansiyeli sınırlı. Bu nedenle, 2006’dan bu yana AB çerçevesinde kü çük ve orta ölçekli çiftçiler desteklenme ye çalışılıyor. 2008’de yayınlanan Dünya Bankası’nın yıllık gelişme raporunda gayet açık bir şekilde büyük işletmelerin desteklenmesinden yüzde yüz dönüş olmadığı, fakat küçük ve orta boy işletmelerin desteklenmesinin de önemli olduğu vurgulanıyor. Özellikle katma değeri yüksek ürünlerde küçük ve orta ölçekli işletmelerin desteklenmesi öneriliyor. 2006’dan beri egemen olan (örneğin, AB’nin Ortak Tarım Politikası) “tarım büyük sanayinin alanıdır, küçük ve orta ölçekli işletmelerin tasfiyesi elzemdir” tavrında yumuşama g