Bilginin önemi ‘bilgi çağı’ denen bu döneme has değil. Mağara resimlerini, tabletleri bir kenara bıraksak dahi hattatlar tarafından sayfa sayfa elle yazılıp ciltlendiği dönemde bile kitaplar halkta değil gücün sahiplerindeydi. Kütüphaneler ülkelerin milli servetiydi. 2 bin 300 yıl önce içinde 150 binden fazla kitap barındıran İskenderiye Kütüphanesi’nin varlık nedeni neydi yoksa? Neden o bölgeye her […]
Bilginin önemi ‘bilgi çağı’ denen bu döneme has değil. Mağara resimlerini, tabletleri bir kenara bıraksak dahi hattatlar tarafından sayfa sayfa elle yazılıp ciltlendiği dönemde bile kitaplar halkta değil gücün sahiplerindeydi. Kütüphaneler ülkelerin milli servetiydi. 2 bin 300 yıl önce içinde 150 binden fazla kitap barındıran İskenderiye Kütüphanesi’nin varlık nedeni neydi yoksa? Neden o bölgeye her saldıranın ilk hedefiydi? Ya da neden ilk fırsatta yakılıp yok edilmişti dersiniz?
Evrensellik iddiasındaki her din gibi baskıcı bir yayılma politikası izleyen Hristiyanlığın kutsal kitabı yüz yıllarca Vatikan’ın resmi dili Latince dışında bir dilde yayımlanmadı. Tanrının bilgisi öncelikle onun temsilcilerine aitti ve onların uygun gördüğü şekilde ilerliyordu. Martin Luther adlı bir Alman papazın kendince çarpık bulduğu uygulamalara isyan ederek halka gerçek Hıristiyanlığı tanıtmak için kullandığı tek metod İncil’i Almanca’ya çevirmekti. Protestanlığı doğuracak bu başkaldırının Hz. İsa’nın doğumundan 1552 yıl sonrasına denk geldiğini de unutmayalım.
Hemen hemen aynı dönemlerde Johannes Gutenberg adlı bir diğer Alman, bilgiyi temsil eden kitabı hattat tekelinden kurtarıp kolay ve ucuza çoğaltan matbaayı icat etmişti. İlk bastığı eserlerden birinin İncil olması da tesadüf değildi elbette.
Özetle bilginin sahipliği, yaygınlığı ve girdiği formlar tarihin her döneminde kritik sonuçları tetiklemiş. Fiziksel limitlerinden kopup dijitalleştiğindeki haliyse çok daha baş döndürücü.
Kitap, gazete, dergilerin kağıtlarda; albümlerin plak, kaset, CD gibi ortamlarda; filmlerin video kaset ve DVD’lerde olduğu bir düzende denklemi kurmak pek zor değil. İçeriği fikren üreten, ürettiği içeriği ürün haline getirecek kurumlarla anlaşır. O kurumlar da ortaya çıkan içeriği yıllar içinde oluşmuş üretim, pazarlama, dağıtım ve satış bantlarında gezdirip ortaya çıkan geliri bütünü oluşturan parçalarla paylaşır. Fiziksel şartların oluşturduğu bu denkleme alternatif getirmek mümkün değildir.
Ama dijitalde işler bambaşka seyreder. Örneğin gelirinin önemli kısmını satış gelirinden elde eden gazeteler sitelerinde aynı içeriği bedava sunabilir. Bayiden satın alanlar çokken, reklam geliri mevcut yapıyı karşılayabiliyorken sorun yoktur. Bugünkü gibi denklem tersine dönünce ne olur peki?
Daha da ilginci, dijital dünyada tüketiciler bilgi sahiplerinin harekete geçmesini beklemeden kendi çözüm ve alternatiflerini üretebilme yeteneğine sahiptir.
Örneğin sesin sıkıştırılarak boyutunun küçültülmesi için geliştirilen MP3 adlı yeni bir dosya formatı müzik sektörünü bir anda altüst edebilir. Bu akımı gören bir diğeri Napster adlı bir uygulama yazarak dijital paylaşım kültürünün bir daha asla kapanmayacak perdesini aralayabilir. DivX dosya formatı aynı senaryoyu video dosyaları ve film endüstrisi için tekrarlar.
Geleneksel sektörün temsilcileri avukatları ve yüz milyonlarca dolarlık lobi faaliyetleriyle bu servisleri tek tek kapar ama ne kayıplarında ne de emsallerini kullananların sayısında azalma olur.
Bu ümitsiz kan davası sürerken bir başka girişimci bu işin yasaklama yerine yasal bir alternatifle çözüleceğini farkedip iTunes diye bir dijital içerik satış sistemi kurar. O iTunes bugün milyarlarca içeriğin satıldığı ve pazarın yüzde 80’inden fazlasının sahibi haline gelir.
İnternet yaygınlaşıp erişim hızı artınca bir girişimci bu hatlar üstünden ses taşımanın pratik bir yolunu bulur. Skype adını verdiği hizmetle iletişim sektörünü kökten değiştirir. Bilgisayar üstünden bedava, normal telefondaysa ‘neredeyse bedava’ iletişim imkânı sunan bir rakiple karşılaşan geleneksel operatörler hızla fiyatlarını düşürmek zorunda kalır.
Bilginin dijitalleşmesinin internet ruhuyla harmanlanmasının en güzel örneği olan Wikipedia, basılı ansiklopedi döneminin tabutuna son çivileri çakmakla meşgul. Bugün Britannica gibi en köklü bilgi kaynakları bile basılı kaynak odağını Wiki benzeri modellere uyarlamış durumda.
Çoğu zaman kullanıcıların bile ayak uydurmakta zorlandığı bu hızlı dönüşüm sürecinde en zor durumdakiler otoriteyi temsil eden kurumlar. Şahsen kullandıklarından bile emin olamadığım bu kaotik dünyayı geleneksel kalıplarla ehlileştirmeye çalışıyorlar. Beceremediklerinin pekâlâ farkındalar ama kimi zaman hedef saptırarak kimi zaman da seyirciye bir parmak bal çalarak günü kurtarıyorlar. Tepelerine kuruldukları asi kısrağın beklenmedik bir sıçramayla kendilerini toza toprağa kafa üstü çakabileceğini biliyorlar. Ama tepesine çıktıktan sonra dizgini bırakmak da olmaz. Seyircinin de kısraktan yana olduğu bu gösteride bilgiyi zaptetmeye çalışan her otorite gibi kaybedecek ve meydandan sessizce uzaklaşacaklar. Er ya da geç…
Bu grubun bizim coğrafyaya denk gelen temsilcilerinin yarattığı çarpıklıklar bu satırları okuyan herkesin malumu. Eğer siz de meydanı onlara bırakmak istemeyenlerdenseniz, dijitale kör gözlere analog mesajlar vermek için hepinizi 17 Temmuz Cumartesi saat 17:00’de Taksim Meydanı’nda düzenlenecek ilk internet eylemine davet ediyorum.