Anayasa değişikliği referandumu ve bu referandumla var edilen kutuplaşma insanın aklına bir kez daha “nedir bu ülkenin makus talihi” sorusunu getiriyor. 1982 Anayasası’nda insanları köşeye kıstıran üslubun yoğun etkisi hatırlanınca durum daha fazla netlik kazanıyor aslında. Biraz zihnimizi kurcalarsak Kenan Evren ve ekibinin bedellerinin sınırları önceden çizilmiş bu “demokratik” anayasayı sandık başında halka nasıl dayattığını […]
Anayasa değişikliği referandumu ve bu referandumla var edilen kutuplaşma insanın aklına bir kez daha “nedir bu ülkenin makus talihi” sorusunu getiriyor. 1982 Anayasası’nda insanları köşeye kıstıran üslubun yoğun etkisi hatırlanınca durum daha fazla netlik kazanıyor aslında. Biraz zihnimizi kurcalarsak Kenan Evren ve ekibinin bedellerinin sınırları önceden çizilmiş bu “demokratik” anayasayı sandık başında halka nasıl dayattığını hatırlıyoruz elbette. Mavi oy’un o dönemde neredeyse yasaklandığını, saydam sandıklar oluşturulduğunu, “evet” demenin bir koşul haline geldiği zamanlardan geçen bir milletin bugün özlemini çektiği anayasal hak ve özgürlükler için bile hâlâ köşelere itilip kakılması söz konusuysa ya siyasetin işleyiş biçiminde ya da millet olarak belleklerimizde ciddi sorunlar var demektir.
12 Eylül’le hesaplaşılmasını üstü kapalı biçimde anayasa değişikliklerine onay verilmesi hususunda gündeme getiren AKP iktidarının gözyaşlarını gördüğümüz zaman şaşırıp kaldık ve inanamadık. İnanamadık çünkü hemen hepimizin bildiği gibi o dönemdeki iktidar odaklarının en temelde savaş açtığı “sol”un ta kendisiydi ve ülkede sola karşı ülkücü manevraların, dahası siyasi İslam refleksinin pompalamasının en temelinde de yine 12 Eylül ruhu etkiliydi. Elbette o dönemin sağcıları ve İslamcıları da hasar aldı bu darbeden. Ama sol kesimin dibine darı ekilen, solun temsil ettiği değerlerin tümden içine tükürülen ve bu değerlerin üzerinden silindir gibi geçirilen bir darbeydi 12 Eylül. Kısacası ülkemizdeki sağın gücünün pompalanması, cemaat ruhu, bu ruhun gündelik yaşama sindirilen tutuculuk hali bugünkü meşruiyetlerinin varlıklarını o dönemin siyasi manevralarına borçlu değil mi? Acıdır, AKP’nin o dönemden hesap sorması olsa olsa postmodern ve gerçeküstü bir hesap soruş biçimi olabilir tam da bu yüzden.
Hadi siyasi olandan vazgeçtik diyelim. Durumun kültürel ve sosyolojik olarak çok daha vahim durumlar arz ettiği hususlar da gırla gidiyor günümüzde ve biz bunların şimdi tavan yaptığı kavramlarla ilk kez yine 12 Eylül’le tanıştık! Bunların başında değer ve kıymet konusundaki derin uçurum başı çekiyor. Piyasanın gerektirdiklerini yapanlar ve yapmayanlar-yapamayanlar biçiminde özetlenebilecek bu durum, kıymetin ne olduğunu, daha da ötesi gerçeğin ihlalinin nerelerde mevcut olduğunu sürekli olarak gölgelemekle meşgul. Ne olduğunuz değil, ne kadar göründüğünüz, ne kadar “işlevsel” olduğunuz, ne kadar dolaşımda kalabildiğiniz önemli günümüzde. Piyasa değerine sahip olmanız önemli. Sanki siz bir insan değilsiniz de bir nesne, hatta dolaşımda olan bir parasınız. Ama bunun da kaynağını “ne kadar paran varsa o kadar bir şeysin!” biçiminde ciğerlerimize üfüren o 12 Eylül ruhunda aramalı. “Benim memurum işini bilir” diyen zihniyette, örneğin.
Bugün Türkiye’deki gücün karşılığı para, mevki, ün ve bu üçüne ulaşırkenki her yolun meşru olduğu “gerçeği” ise, bu gerçeğin kökeninde ayan beyan 12 Eylül bulunduğunu çok net biliyoruz. Soracaksak bunun hesabını sorarak başlayalım! Bunu sorarken de iğne ve çuvaldız ilişkisini akılda tutarak. Bu hepimiz için geçerli…
Vasat bir hesap sorma noktasına indirgenen anayasa değişikliği referandumuna gelecek olursak: Şahsen, bu ülke insanının iki yanıtın vaat ettiklerinden çok daha ötesindeki bir yere layık olduğunu düşünenlerdenim. Evren’in üniformalı Netekim Anayasası’yla başlayan bu kıyıcı yolculuk vasat bir evet ya da hayırla bitmemeli. Anayasa yüzde yüz değişmeli ama böyle değil, bu 12 Eylül’ün işbitirici üslubuyla değil. 12 Eylül’den ve onun bizden götürdüklerinden gerçekten hesap sormak istiyorsak. Gerçekten bunu istiyorsak…