Halk arasında bir söz vardır: “Ölüyü fazla yıkamayın ….ku çıkar.” 26 Mayıs’taki grev hikayesi geleneksel sendikal hareket açısından bu lafı fazlasıyla hak ediyor. 1 Mayıs’taki görkemli kutlamaların “yeni bir dönem” olduğu vb. tartışmaları ortalığı kaplamışken 26 Mayıs eyleminin de buna yakışır bir gösteriye dönüşeceği hayaline çoğumuz kapıldı. Oysa bırakın yurt çapındaki 1 Mayıs kutlamalarına katılamayan, […]
Halk arasında bir söz vardır: “Ölüyü fazla yıkamayın ….ku çıkar.” 26 Mayıs’taki grev hikayesi geleneksel sendikal hareket açısından bu lafı fazlasıyla hak ediyor.
1 Mayıs’taki görkemli kutlamaların “yeni bir dönem” olduğu vb. tartışmaları ortalığı kaplamışken 26 Mayıs eyleminin de buna yakışır bir gösteriye dönüşeceği hayaline çoğumuz kapıldı.
Oysa bırakın yurt çapındaki 1 Mayıs kutlamalarına katılamayan, katılmayı aklına getirmeyen, 1 Mayıs’ın ne olduğunu bilmeyen milyonlarca genç güvencesiz işçiyi, o gün bayramını kutlamaya gelen büyük çoğunluğu sendikalı işçiyi bile ciddi bir mücadele sürecine taşıyacak sendikal örgütlülüğün bulunmadığı gerçeğine gözlerimizi kapatmayı tercih ettik.
***
Burjuva medyasının işine geldiği şekilde balon gibi şişirerek pazarladığı sendikaların bu şişkin görünüşü emek siyaseti yürüttüğünü sanan çevrelerin de kendilerini kandırması için bir vesile oluyor.
Konfederasyonların bir araya gelmesi “işçilerin birliği” konulu bir perdelik sahne gösterisi olmaktan öteye gitmiyor. Alkışlamaya bile değmez.
Her kritik dönemde konfederasyonların bir araya gelerek almış olduğu kararlar mutlaka KESK ve DİSK dışındakiler tarafından bir şekilde boşa çıkartılıyor.
***
KESK ve DİSK’in ise (neyi ne kadar yapmaya muktedir oldukları dışında) alışa geldik eylem anlayışlarıyla (basın açıklaması, yürüyüş, iş bırakma/bırakamama vb.) bu dönemleri “görevi yerine getirme” anlayışıyla savsaklamasının sınıf mücadelesine nasıl bir birikim sağladığı tartışma konusudur.
Bu tür ortak eylemlerin toplumsal mücadeleye nefes aldırdığı, kısmen moral kazandırdığı doğru olsa da yeni dönemin yaratıcı çizgisi olamayacağı çok açıktır.
***
Oysa Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığı’na seçilmesiyle yeniden yüzeye çıkan toplumsal hafıza, eşitlik ve adalet özleminin toplumda ne kadar yaygın olduğunu çok açık olarak göstermektedir.
Bu, aynı zamanda bu mücadelenin tarihsel taşıyıcısı olan işçi sınıfı mücadelesinin meşru zeminlerinin de oluşmaya başladığı anlamına geliyor.
***
Diğer taraftan, eğer CHP’ye yapılan komplonun siyasal sonuçları beklendiği gibi gelişirse AKP’nin aldatıcı siyasetinden uzaklaşan ve/ veya çare görmediği için başka partilere yönelen emekçi kitlelerin Kılıçdaroğlu’nun oluşturmaya çalıştığı söylemin peşine takılmaları çok zor olmayacak.
Bu nedenle önümüzdeki süreç emek mücadelesinin yeni döneminin örgütleneceği bir çekim merkezinin oluşturulması için kritik öneme sahiptir.
İşçi sınıfının devletten-sermayeden ve mevcut partilerden bağımsız bir sendikal merkezinin olmasının ne kadar hayati öneme sahip olduğunu görmemiz gerekiyor.
***
Uluslararası sermaye, yeni dünya siyaseti gereği Türkiye siyaset zeminini yeniden oluşturmaya çalışır ve her döneme özgü siyasal aktörleri büyük bir ustalıkla sahneye sürerken eskileri gözünün yaşına bakmadan tarihin çöplüğüne göndermektedir.
İşçi sınıfının mücadeleci aktörlerinin hala eski dönemin posası çıkmış örgütleri ve zihniyetleriyle yola devam etmekte ısrar etmesinin anlaşılabilir bir tarafı bulunmamaktadır.
2000’li yılların başları sınıf mücadelesinin ikinci baharını yaşamaya hazırlandığı yıllardır.
Bu dönem ne ekilirse 21. yüzyılın sınıfsız ve sömürüsüz dünya mücadelesinin karakteri ona göre şekillenecektir.
Şimdi ölüleri bir an önce gömüp yeni doğanlara yaşam alanı açma zamanıdır.
Tufan Sertlek’in yazısı Halkın Sesi gazetesi 107.sayısında yayımlanmıştır