“Savaşlar, katliamlar, ölen, öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya…” (Kazım Koyuncu) Henüz 33 yaşındayken ve […]
“Savaşlar, katliamlar, ölen, öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya…”
(Kazım Koyuncu)
Henüz 33 yaşındayken ve daha söyleyecek çok sözü varken akciğer kanserinden yitirdik onu.
Oysa bize ne kadar da sevdirmişti Karadeniz’i. Rock ritimleriyle birleştirmişti geleneksel müziği.
Ayrı bir lezzetle sunmuştu. Yaşama bakışıyla farklı, dilden dile türkü olmuş, umut olmuş bir devrimciydi. Şair ceketli çocuğu düşününce aklıma bir de Karadeniz ve Çernobil nükleer felaketinin aldığı ve almaya devam ettiği canlar geliyor…
26 Nisan 1986’da meydana gelen Çernobil faciası tarihe 20. yüzyılın en büyük nükleer kazası olarak geçecekti. Uzmanlar kazadan sonraki bir ay içinde meydana gelen radyoaktif kirliliğin o tarihe dek patlatılan atom bombalarından, nükleer santrallerden ve uranyum madenlerinden yayılan tüm radyasyondan fazla olduğunu söyleyecekti.
Çernobil faciası sonrası radyoaktif madde taşıyan bulutlar Avrupa ülkelerinin yanı sıra Türkiye’ye de ulaşmıştı. Yaşanan panik soruları beraberinde getiriyor ama birçok bilgi devlet ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu tarafından saklanıyordu.
Ortadoğu Teknik Üniversite’li bilim insanları araştırmalar yapmış ve çaylarda radyasyon riski olduğunu açıklamışlardı. Bu bilimsel tespit devletin “kaderci” bakış açısıyla karşı karşıya kalmıştı.
Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral televizyon kameralarının karşısına geçip “Bakın bu elimdeki çaydır ve çekinmeden içiyorum. Çayımız satılmasın diye oyun oynuyorlar, sizi aldatıyorlar” diyordu. Gazetelere verdiği demeçlerde ise söyleme dini bir anlam da yüklemişti:
“Dininize, imanınıza inandığınız gibi biliniz ki, Türkiye’de kesinlikle böyle bir tehlike mevcut değildir.”
Başbakan Turgut Özal, “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren’se “Radyasyon kemiklere yararlıdır” diyerek bakana trajikomik destekler veriyordu.
Ümmet aşkını insan ve doğa aşkına tercih eden illetli irade yaşamımızla adeta alay ediyordu.
Kanser vakaları birbirini izliyor, genel rakamlar ısrarla açıklanmıyordu.
Oysa dünya çapında yapılan araştırmalarda uzmanlar, 5 milyonu aşkın insanın yüksek düzeyde radyasyona maruz kaldığını söylüyordu.
Üniversitelerin bilimsel çalışmaları sürüyor ve hepsi artan kanser vakaları için önlem alınması gerektiğinde ısrar ediyordu.
Türk Tabipler Birliği Hopa’da bir araştırma yapmış ve 1939 evde, 7 bin 831 kişiyle yapılan bu araştırmada son 3 yılda bu yörede meydana gelen ölümlerin yüzde 47.9’unun kanser nedenli ölümler olduğunu açıklamıştı. Bu kanser vakalarının Çernobil faciası kaynaklı olup olmadığının araştırılmasında ise ısrarcıydı.
Ancak kaderci zihniyetin tabiriyle söyleyelim, aklı namazda olmayanın kulağı ezanda olmaz.
“Karadeniz’de Çernobil sonrasında endişe edici boyutta kanser vakası artışı yok” söylemi devam ediyordu. Onlar 3 maymunu oynuyor, Karadeniz’de radyasyon can almayı sürdürüyordu.
Bugün Zonguldak madeninde insanca çalışma şartlarından uzak taşeron sermayeye kurban olarak sundukları canların katlini “kader” olarak açıklayan illetli irade Çernobil’in Türkiye’ye verdiği hasar hakkında ise geçmişe dönük bir özeleştiri yapmaya tenezzül etmiyor.
Üstüne üstlük başbakan, Türkiye ile Rusya arasında Akkuyu nükleer santrali konusunda bir anlaşma imzalıyor. Şimdilerde Turizm cenneti Akkuyu’ da 35 yıldır “Nükleer atom santrali kurulacak korkusu” yaşayan köylüler göç ediyor. Beldeden bir yıl içinde 700 kişinin göç ettiğini yazıyor gazeteler.
Ortadoğu’nun lideri olma heves ve azmi ihalesiz ve sermayesi tamamen Rusya’ya ait olacak nükleer enerji tesislerini inşa etmeye yol alıyor. Rus basını açıklamalar yapıyor. “Yapılacak tesisler bizimdir. Türkiye sadece toprakları üzerinde bu inşaatı yapacak.”
Bu da yetmiyormuş gibi arayı soğutmadan İran’la uranyum takasının Türkiye üzerinden yapılması için anlaşmaya varılıyor.
Rusya ve İran’la kurduğunuz nükleer dostluk yeni ölümleri şekillendirecek anlaşılan.
Nükleer silahların kullanımı sırasında yaydıkları radyasyon ve gazlarla havanın yapısını bozulur ve bu da toplu ölümlere yol açar. Atıkları çevreye yayılır, bulaşıcı ve öldürücü zararlar vererek doğayı tahrip eder. Düşük düzeyde radyasyon özürlü doğumlara, bebek ölümlerine, kronik akciğer, göz, deri ve üreme organı hastalıklarına sebep olur.
Birçok uzman nükleer santrallerin maliyet ve yapım süreleri düşünüldüğünde ülkeyi fosil yakıtlara ve dışarıdan kaynak alımına daha da bağımlı hale getireceğini söylüyor…
Artık İlkokul çağında bir çocuk bile nükleer ve kimyasal atıkların doğada yaratacağı yıkımdan haberdar. Ve o çocuk Ortadoğu hakimi bir ülkeyi değil, insanca yaşayacağı bir ülkeyi özlüyor.
“Nükleer santrallere ve Nükleer silahlara hayır!” diye bağırıyor.
Karadeniz’de, Ege’de, Trakya’da, Anadolu’da yemyeşil bir dünyayı özlüyor.
Geleceğine göz dikilmeyen, hakları gasp edilmeyen bir ülkede özgürce türküler söylemek istiyor.
Aynı şair ceketli çocuk gibi…