Borç, bulaşıcılık, borsa ve Büyük Buhran (‘Great Depression’). Bunlar geçen haftanın gündemini oluşturdu. “Yunanistan’ın krizi”nin, aslında yerel değil, küresel bir olgu olduğunu herkese kanıtladı. Dünyanın en büyük bono fonunun CEO’su El-Erian’a göre “Krizi ülkeden bölgesel, oradan da küresel düzeye taşıyan mekanizma borçlardı” (CNBC, 06/05). Yunanistan krizini durdurmak için, Avrupa Birliği ile IMF’nin birlikte açıkladığı, kimilerine […]
Borç, bulaşıcılık, borsa ve Büyük Buhran (‘Great Depression’). Bunlar geçen haftanın gündemini oluşturdu. “Yunanistan’ın krizi”nin, aslında yerel değil, küresel bir olgu olduğunu herkese kanıtladı. Dünyanın en büyük bono fonunun CEO’su El-Erian’a göre “Krizi ülkeden bölgesel, oradan da küresel düzeye taşıyan mekanizma borçlardı” (CNBC, 06/05).
Yunanistan krizini durdurmak için, Avrupa Birliği ile IMF’nin birlikte açıkladığı, kimilerine göre tarihin en yüksek ülke kurtarma paketi (145 milyar dolar) güven sağlamaya yetmedi (The Wall Street Journal, 05/05). Çarşamba günü Atina’da sokaklar yanmaya devam etti, molotofkokteyli atılan bir bankada üç kişi öldü. Perşembe günü borsalar “bulaşıcılık” korkusuyla erime noktasına kadar gitti ve geldi. Dow Jones sanayi indeksi gün ortasında bir anda 989 puan düştü, yaklaşık 500 puan zıpladı, haftayı toplam yüzde 5.7 kayıpla kapattı.
Avrupa borsalarını izleyen Stoxx Euro 600 indeksinin haftalık kaybının yüzde 8.8, Asya borsalarını izleyen MSCI Asya’nın haftalık kaybının da yüzde 6.9 olarak gerçekleşmesi, sarsıntının teknik değil, yapısal-küresel olduğunu gösteriyordu.
Mali krizin, elden ele dolaşmanın ötesinde, hiçbir yere gitmediği bir kez daha ortaya çıktı. II. “Büyük Buhran” olasılığı yeniden konuşulur oldu. Çünkü, bir Anglosakson deyişiyle “bok” vantilatöre çarpmış ve etrafa sıçramaya başlamıştı.
N’oluyor? N’oluyor?
Böyle durumlarda hep aklıma, Beckett’in, “Oyunun Sonu” piyesindeki bir diyalog geliyor. Hamm (kör ve yatalak), uşağı Clov’a -“N’oluyor? N’oluyor?” der. Clov, -“Bir şey yok, şeyler kendi seyrini izliyor”. Piyasalarda da geçen hafta “şeyler kendi seyrini izliyordu”, o kadar…
1990’lardan başlamak üzere önde gelen kapitalist ekonomiler sermaye birikimi sürecinin üzerine kâbus gibi çöken aşırı üretim sorununa, talep yetersizliğine çare olarak, “Karşılığı var mı?”, “Geri ödenme olasılığı nedir” diye sormadan krediye, morgiç’a yüklendiler. Bankalar bu borçları paketleyip, kredileme kuruluşlarının yardımıyla “AAA” derecesine koyup başkalarına sattılar. Krediler üzerinden finansallaşma, her türlü spekülasyon, en yeni karmaşık finansal enstrümanlar sayesinde hızla katlanarak büyüdü; bu piyasaların hacmi dünya ekonomisinin 800 katına ulaştı.
Sonra hep birlikte, aslında suyun üstünde koşmakta olduklarının ayırdına vardılar; 2008’de Lehman Brothers batınca da batmaya başladılar. Rivayete göre 1929 Büyük Buhranı’ndan gereken dersi almış olan hükümetler ve merkez bankaları hemen devreye girdiler, bankaları tuttular, onları aşağı çeken yükü aldılar ve devletin boynuna astılar. Ama kriz aşılamadı. Batıklar kamulaştırıldığından, krizin sahibi değişti o kadar. Bankaların, finans piyasalarının krizi devletin mali krizine dönüştü. OECD ülkelerinin devlet borçları 43 trilyon dolara, AB’nin borçları 7.7 trilyon dolara yükseldi (Spiegel, 07/05). Böylece “en son ve en büyük köpük oluşuyordu”. Ya patlarsa?
‘Büyük Buhran’ olasılığı hâlâ gündemde
İşte bu soru, bir taraftan, gündeme yeniden bir “Büyük Buhran” olasılığını getiriyor. Diğer taraftan da, “1929’dan ders aldık” iddialarının boşluğunu; “bayağı iktisadın”, krizi hep yanlış politikalara bağlayarak sermayenin konumunu gizleyen bir ideoloji olduğunu gözler önüne seriyor. Bu bağlamda güzel bir örneğe geçen hafta Newsweek yorumcularından Robert J. Samuelson’un “Depression 2010” başlıklı yazısında rastladık.
Samuelson yazısına 1929’dan alındığı varsayılan dersleri sorgulayarak başlıyor. “İş döngüleri ekonomik toparlanmaya işaret ederken, daha derinlerdeki ekonomik hastalıkların toparlanmaya engel olduğunu” saptıyor ve “O zaman olduğu gibi şimdi de dünya ekonomisindeki kimi gelişmelerin iyi anlaşılamadığından” yakınıyor.
Samuelson bu sorunu gidermek için 1929’u yorumlamaya girişiyor, buhranın sorumlularını buluyor: Altın standardının yarattığı esneksizlik, siyasi otorite boşluğu. Bu gözlükle bugüne bakan Samuelson, bugün de en büyük esneksizliğin refah devletinin bir türlü vazgeçilemeyen sosyal harcamaları olduğu sonucuna ulaşıyor. Buna siyasi otorite (hegemonya) boşluğunu ve yükselen güçleri ekliyor. Böylece Samuelson, krizin aşılabilmesine ilişkin kendi çözüm önerilerine ulaşıyor.
Samuelson’un önerileri de “iyi anlaşılamayan değişiklikler” bahanesinin ideolojik içeriğini sergiliyor. Çünkü Samuelson’un önerileri kapitalizmin tarihi kadar eski. Samuelson, refah devletini, sosyal harcamaları hedef alırken devletten emekçilerin refahının bir kısmını sermayeye aktarmasını öneriyor. Doğru, bu sermayenin üzerindeki yükü azaltır, hatta ona kaynak sağlar ama, toplam talebi zayıflatarak aşırı üretim krizini ağırlaştırır. Ama eğer gelişmekte olan ülkelerin tasarrufları, talepteki bu gerilemeyi telafi ederse; ülkelerinin iç piyasalarında Batı’nın sermaye fazlası için yeni değerlendirme alanları açarsa kriz aşılabilir.
Ama ya emekçiler direnir, kendilerinden istenen fedakârlıklara katlanmayı kabul etmezlerse! Ya gelişmekte olan ülkeler, yükselen güçler Batı’nın yavaş çöküşünü izlemeyi tercih ederlerse?..
Yunanistan bu yönde ilk deneme. Yunanistan kamu borçları GSMH’sinin yüzde 115’ine eşitti. Bu oran İtalya’da yüzde 116, İspanya’da yüzde 75, ABD’de yüzde 53. Yunanistan hükümetinin kendini “laboratuvar faresi” gibi hissetmesi de bundan. Sokaktakiler, aslında hepimiz için direniyor, savaşıyorlar. Hükümetler ve mali piyasalar da bunun farkında: “Siyasi cesaret yokluğundan” yakınan The Economist de bu hafta Atina çatışmalarını kapağa koymuştu, “Yakında sizin kente geliyor…” başlığıyla birlikte.
Yükselen güçlerin de ekonomilerini, tüketim güçlerini Batı’nın kullanımına açmaya hevesli olduğu söylenemez. Dahası, bu ülkeler tasarruflarını (mali kaynaklarını) ve piyasa olanaklarını, doğal kaynaklara, madenlere, gıda havzalarına ulaşmakta araç olarak kullanırken, Batı’nın geleneksel egemenlik alanlarına nüfuz ediyorlar. Böylece Çin, Hindistan gibi ülkelerin bir aşamada Batı’yla karşı karşıya gelmelerine neden olacak ekonomik, siyasi ve kültürel etki alanları oluşturmaya başladıkları görülüyor.
Emekçilerin direnişi, gelişmekte olan ülkelerin gereken uyumu göstermekte isteksiz davranması, bizi “siyasi irade boşluğu” algısına getiriyor. Bu hiç iyi bir haber değil. Batı kapitalizminin, yıkımı (temizliği) piyasa kurallarına bırakarak sonuca katlanması söz konusu olmadığına göre, önümüzdeki dönemde devletlerin çok daha baskıcılaşmasını, uluslararası ilişiklerin çok daha sertleşmesini bekleyebiliriz.
Sonuç olarak, kriz aşılamadı. Aksine şimdi çok patlayıcı bir aşamaya girdi. Geçen yüzyılın acılı deneylerini yeniden yaşamamak için bir an önce yeni trajedileri önleyecek bir şeyler düşünmeye başlamak gerekiyor.