Cumhuriyet döneminin en ilerici ve en cesur girişimlerinden biri olan Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940’ta bir yasa ile kurulmuştu. Yasanın 1. maddesinde, “köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde Maarif Vekilliğince Köy Enstitüleri açılır” deniliyordu. Ulusal kurtuluş savaşının sonunda bağımsız bir devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, […]
Cumhuriyet döneminin en ilerici ve en cesur girişimlerinden biri olan Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940’ta bir yasa ile kurulmuştu. Yasanın 1. maddesinde, “köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde Maarif Vekilliğince Köy Enstitüleri açılır” deniliyordu.
Ulusal kurtuluş savaşının sonunda bağımsız bir devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kendine “muasır medeniyetler”i örnek alırken bu hedefe ulaşmak için toplumu değiştirip dönüştürmeyi; özellikle feodal ilişkilerin egemen olduğu köy yaşamını ve köylüleri yeni rejime kazanmayı amaçlıyordu. Bunun için kırdaki egemen feodal ilişkileri tasfiye edip cumhuriyetin laik, rasyonalist ve ulus temelli ideolojisini buralarda hakim kılmak gerekiyordu. Öte yandan sanayinin gelişmediği, üretimin yetersiz ve geri olduğu bir ülkede sermaye birikiminin sağlanması için kapitalist ilişkilerin geliştirilmesi zorunluydu. Kapitalizm ise ancak özgür ve nitelikli iş gücünün bulunduğu yerde gelişebilirdi. Cumhuriyeti kuran kadrolar içinde bunu gören çok az insan vardı. Esas olarak da Atatürk ve çevresindeki birkaç insan bu durumun farkındaydı. Hem kırsal bölgede kapitalist ilişkileri geliştirmek hem de yeni rejimin toplumsal temelini güçlendirmek gibi iki ciddi amacı olan bir girişim ancak devletin öncülüğünde mümkündü. Köy Enstitüleri böyle bir arayışın sonucunda ortaya çıktı.
1935 yılı istatistiklerine göre, 16 milyon civarında olan Türkiye nüfusunun yüzde 82’si köylerde yaşamaktadır. İlkokul çağındaki 1.680.000 çocuktan ancak 276.688’i okula gidebilmektedir. Bu olumsuz tabloyu değiştirmek için Avrupa ülkeleri ve Amerika’dan pek çok eğitimci uzman ülkeye çağrılarak görüşleri alındı. Türkiye’ye uygun bir sistem oluşturmak için çalışmalar yapılıp raporlar hazırlandı. Bu uzmanlardan biri olan F. Kirby’e göre, şehir-köy farklılığının derin olması ve fırsat eşitsizliği köy eğitiminin ayrı olarak ele alınmasını gerektirmiştir.
“Köy Enstitülerinin amacı, şehir ve köy toplumları arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaktır. Köylü ile şehirlinin eğitimde fırsat eşitliğinin olmayışı yüzündendir ki, sırf köylü için ayrı eğitim kurumlarının kurulması gerekmektedir.” (1)
Yabancı uzmanların hazırladıkları raporlar dikkate alınsa da Köy Enstitüleri fikri esas olarak İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun “İçtimai Mektep” düşüncesinden esinlenmiştir. Baltacıoğlu, Türkiye’nin o günkü koşullarında klasik pedagojinin istenilen amaca ulaşamayacağını, yeni bir anlayış gerektiğini vurgulayarak okulun yaşama yaklaşmasını temel alan “içtimai mektep” anlayışını geliştirmiştir. İçtimai mektep okulla yaşamın yan yana, eğitimle üretimin iç içe geçmesini hedefleyen yeni bir pedagojiydi. Burada beş temel ilke sıralanır:
Kişilik, çevre, çalışma (iş), randıman ve girişimci ruh.
“(…) Cumhuriyet rejimi, her alanda olduğu gibi, eğitim alanında da bir devrim yapmak zorunluluğu duymuştur. İlköğretim, bu yenilik hareketinin yaratıcı öğelerini İçtimai Mektep’te bulduğunu sanmış, onun prensiplerini uygulamak istemiştir.(…)” (2)
Ancak Hasan Ali Yücel’in Bakanlığı ve İ. Hakkı Tonguç’un yöneticiliğinde Köy Enstitüleri uygulaması, düşünülenden daha ileri bir anlayışı temsil ediyordu. Köy Enstitülerindeki müfredat ve programlar Sovyetler Birliği’ndeki Politeknik eğitim görüşünden etkilenmişti. İçerik olarak ona yakın bir eğitim felsefesini öngörüyordu.
“Köy Enstitüleri sistemi başlı başına ne bir okuma yazma kampanyası, ne bir köy kalkınması sorunu, ne bir öğretmen yetiştirme çabası, ne de bir okul yapma girişimidir. Temel amaç bakımından, tarihsel koşulların hazırladığı bir olanaktan yararlanarak iktidara katılıp elde edilecek yürütme gücüyle emekçi sınıfları bilinçlendirmek ve devrimsel süreci hızlandırmaktı.(…)
Neydi Köy Enstitüleri eğitiminin temel ilkeleri? İş içinde üretici eğitim; bilimsel demokratik eğitim. Bilimsel dünya görüşünü benimseten laik bir eğitim. Kuru bilgileri ezberleten değil, yaparak, deneyerek, yaşama hazırlayan öğretim.(…)”(3)
Yukarıdaki ilkeler göz önüne alındığında, enstitülerin yeni kurulan Cumhuriyetin batılılaşma, çağdaşlaşma ve kapitalist bir toplum oluşturma hedefini aşan, eğitimin bu amaçlara ulaşmada oynayacağı rolü daha da ileriye götüren bir anlayışa ve kavrayışa sahip olduğu görülüyor. Örneğin başlangıçta devlet, eğitimin bütçeye yük olmaması için kendi kendini finanse etmesini öngörürken bunun yol açacağı ademi-merkeziyetçi, görece özerk bir sistem düşünmemişti. Tam tersine devlet her şeyin merkezce, yani siyasi irade tarafından belirlenmesi üzerinde titizlikle duran bir anlayıştaydı. Nitekim öğretim programlarının kurumlarca belirlenmesi uygulaması 1943’te kaldırılmıştır.
Yine eğitimle ilgili yetki ve sorumlulukların öğretmen ve öğrencilerle ortakça paylaşılması, o günün koşullarına göre çok ileri, demokratik bir anlayıştır. Bu nedenle bu ilkeler de zamanla yozlaştırılarak işlemez hale getirilmiş, demokratik içerik önemini yitirmiştir.
Cumhuriyeti kuran sivil-asker bürokrat zümre süreç içinde güç yitirip iktidarını paylaşmak zorunda kaldı. İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlarla yabancı sermayenin ülkeye girişi kolaylaştırıldı. Kurtuluş Savaşı ile ülkeden kovulan emperyalistler işbirlikçileri aracılığı ile yine güçlü hale geldiler. Onlar için eğitimli, uyanmış, hakkını arayan bireyler yerine feodalizmin ve dinin köleleştirici etkisi altında yaşayan ve her şeyi tevekkülle karşılayan yığınlar tercih edilirdi. Bu nedenle Köy Enstitülerinden yayılan ışığın karartılması, aydınlığın boğulması gerekiyordu.
“Bildiğimiz gibi, enstitülerde insanlar değişiyor, üretimle eğitimin iç içe olduğu bir ortamda yeni tip insan yetişiyor, sömürülen kitlelerde sömürücü sınıflara (kırda somut olarak toprak ağaları, tefeciler ve feodal egemenler) karşı bir bilinç oluşuyordu (bu demokratik bir bilinçtir). Üretim artıyor ve en önemlisi de iktidara karşı güçlü bir halk hareketi (demokratik köylü hareketi) kendini gösteriyordu. Bu gelişmeler egemen sınıfların aleyhineydi ve engellenmeliydi.”
“Enstitüleri taşlayanlar hem demokrat adını taşıdılar, hem de ‘Bu ne kepazeliktir! Bir baldırı çıplağın çocuğu kalkıp müdürünü, öğretmenini tenkit edecek. Yoo, bu düpedüz milli geleneğimizi yıkmaktır’ dediler.”(4)
Enstitüleri kapatanlar yerine bol bol Kuran kursu, İmam Hatip Lisesi açtılar. Öyle ya, memleketin marangoza, tornacıya, mühendise, doktora değil;imama, hatibe, hocaya, müftüye ihtiyacı vardı(!). Beyinler yıkanıp uyuşturulsun ki, bilimin, çağdaşlığın aydınlığı içeriye sızamasın. Emperyalistler ve işbirlikçileri amaçlarına ulaştılar. Sosyolog Şerif Mardin’in tartışma yaratan “İmamla öğretmenin mücadelesini imam kazandı. Bugünkü tablo bunu gösteriyor” tespiti doğrulanmış görünüyor. Ancak Şerif Mardin’in Cumhuriyet’in insanlara “iyiye, güzele ve doğruya dair derinlikli bir kavrayış kazandıramadığına” dair düşüncesi, en azından bu dönem için, doğru kabul edilemez. Köy Enstitüleri tam da bu tartışmanın odağındadır. Enstitüler yaşatılıp geliştirilseydi bu toplumun insanları bilinçlenecek, iyiye, güzele ve doğruya dair düşünceler oluşturabilecekti. Böyle bir ülke emperyalizme teslim olmazdı. Bağımsız ve demokratik bir ülke olurdu. Emperyalistler bunu gördükleri için işbirlikçileri aracılığıyla enstitüleri kapatarak ülkey
i yeniden sömürgeleştirme politikalarını uyguladılar. Gerici ve işbirlikçi hükümetler eliyle Cumhuriyetin bilimden, çağdaşlıktan ve akıldan yana tüm kazanımlarını bir bir tasfiye ediyorlar. Geriye sadece içi boş bir milliyetçilik kalıyor. 23 Nisan’larda Ulusal Egemenlik yerine “Kutlu Doğum Haftaları”na hazırlanıyoruz. AB’nin ve IMF’nin direktiflerini bekliyoruz. Köy Enstitülerinin kapatılması ile neler kaybettiğimizi bugünlerde daha iyi anlıyoruz. Mutlu, refah içinde ve bağımsız bir ülkede yaşamak varken, mecliste Amerikan başkanını alkışlayan, onun ağzından çıkan her cümlede derin anlamlar arayan, bağımsızlık kavramından öcü gibi korkan, laikliği tartışan, demokrasiyi gericiliğe serbestlik olarak algılayan bir zihniyet tarafından yönetilen bir ülkede yaşıyoruz.
Dipnotlar:
(1) F.Kirby, Türk Eğitim Sistemi hakkında raporlar
(2) Pedogojide İhtilal, İ.H.Baltacıoğlu, s.79 (Kendi basımı)
(3) E.Tonguç, Öğretmen Dünyası Dergisi, Nisan 1987
(4) M.Erdost’tan aktaran ABC Dergisi, Nisan 1987
*Ali Ezger Özyürek
Eğitim-Sen İst. 2 No’lu Şube
aliezger@hotmail.com