12 Eylül faşist darbesinin baba kurumlarından olan YÖK’ün yeni modelinin ilk reformu(!) yeni sınavı YGS (Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı) bu Pazar yapılıyor. Üniversiteye giriş sınavının bu ilk aşamasında toplumun ekonomik olarak en alt gelir gruplarındaki gençler, yani devletin gözden çıkardığı liselerde okuyan ve dershanelere gidemeyenler elenecek daha çok. İkinci aşama olan LGS’de (Lisans Yerleştirme Sınavı) […]
12 Eylül faşist darbesinin baba kurumlarından olan YÖK’ün yeni modelinin ilk reformu(!) yeni sınavı YGS (Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı) bu Pazar yapılıyor. Üniversiteye giriş sınavının bu ilk aşamasında toplumun ekonomik olarak en alt gelir gruplarındaki gençler, yani devletin gözden çıkardığı liselerde okuyan ve dershanelere gidemeyenler elenecek daha çok. İkinci aşama olan LGS’de (Lisans Yerleştirme Sınavı) elenenlerle birlikte toplam elenen sayısı 900 bin dolayında olacak. Dershane sanayisinin tornasından geçmeyenlerin bu sınavlarda fazla şansı yok. 1.5 milyon dolayındaki adaylardan 302 bini ön lisans, 330 bini de lisans programlarına yerleştirilecek. Üniversite eğitiminden umudunu kesmiş yüz binlerce öğrenci bu yıl başvurmamışlardır.)
Mezrada ya da gecekonduda, genellikle bir odalı ve kalabalık bir ailenin yeni bireyi olarak toprak zeminde dünyaya gelmişlerdir. Besine ulaşmada zorlandıkları için bedenleri de, beyinleri de zamanında yeteri kadar su alamamış bitkiler gibi kavruktur. Parasızlıktan ya da yol olmadığından kışın karlı ve yağmurlu günlerinde, yazın sıcağında 2-5 km ötedeki okula yaya gidip gelinir. Eve katkıda bulunmak için daha ilköğretim birinci sınıftan itibaren ya hayvanlara bakmışlar ya da pazarda mendil, sakız vs satmışlardır. Okul dersen mezralık bölgelerdeyse kümesten hallice; ısıtması, doğru dürüst camı-çerçevesi yok. Kışın yağmur suları çürük ağaç kokan sıraların üzerine damlar. Kimi sınıflar birleştirilmiştir. Öğretmenler bir an önce batıya ya da kent merkezine gitmek derdindedir. Gecekondu okulları biraz daha iyidir; ama devlet ısınma, temizlik ve diğer giderler için para göndermez. Öğretmenleri genellikle kente atanan üst düzey memurların eşleridir ve en kısa zamanda merkez okullarına gitmenin derdindedirler. Öğretmenlerin bir kısmı sözleşmeli olduğundan gözü dışarıda, daha güvenceli işlerdedir.
Okudukları liseler de pek farklı değildir. Çoğu dersler boş geçer. Bir dersten yılda 3-4 kez öğretmen değiştirildiği olur. Öğretmenlerin çoğu stajyer ya da mesleğinde yenidir. Yani istese de yeterince faydalı olamaz. Yeni bir öğretmen ilk yılında anlattıklarını ne kendisi, ne öğrencisi anlar; ikinci yılında kendisi, üçüncü yılında da öğrencileri anlar. Eski eğitimcilerin bir sözüdür bu.
Karnını doyuramayan bir ailede gencin dershaneye gitmesi düşünülemez bile. Beş milyarlık dershane pastasının içinde bunların katkıları yoktur maalesef. Okul masraflarını karşılamakta zorlanırlar, bu nedenle çoğu ilköğretimden sonra eğitimini sürdüremez.
Kapitalizmin toplumun üzerine geçirdiği ekonomik ve toplumsal zırh gençlerin sadece bedenlerinde değil, ruhlarında da derin yaralar açmakta, umutlarını ve hayallerini yok etmektedir. (Ülkemizdeki neo liberalizmin baş mimarı Özal bu umutsuzluğu ötelemek için “İki yıl dişinizi sıkın… Altı ay kaldı, bekleyin…” gibi oyalayıcı sözler ederdi sık sık. Onun izleyicileri buna bile gereksinim duymuyorlar, açık açık ‘başınızın çaresine bakın,’ diyorlar.)
Çoğunlukla kişilikleri bastırılmış, sindirilmiştir. Ne kendilerine, ne çevresine güvenleri vardır; bu nedenle sinirli ve saldırgandırlar.
Öbür uçtakileri biliyorsunuz; ama gene kısaca değinelim. Kuş tüyü yataklarda doğma, dadılarla büyüme, en pahalı anaokullarında eğitime başlama. Kentin en iyi kolejlerinde okuma. Okula 500 beygirlik ciple, özel sürücü ile gidip gelme. En iyi dershaneler, özel öğretmenler. Ayrıca müzik, spor, resim vb. gibi özel eğitimler. Akşam eve özel öğretmen geleceği için sınıflarda pek ders dinlemezler, kağıttan uçak yapıp pencereden uçururlar. Kimileri çok pahalı cep telefonlarıyla oyalanır.
Marka meraklısıdırlar. Egoları iyice şişirilmiştir. Her istedikleri yapıldığından tatminsizdirler. Her şeye gülseler, hiçbir şeye aldırmıyor görünseler de içlerinde bir boşluk duyarlar. Hayatları okul, dershane ve özel öğretmen üçgeninde döner durur. Bu nedenle biraz da bundan, İçinde bulundukları toplumun ya da dünyanın diğer insanlarıyla duygudaşlık kurmaları olasılığı hemen yok gibidir.
Her iki uçtaki öğrenci de ezberci eğitimden nasibini alır. Pahalı okullar her ne kadar yaratıcılığa önem veriyoruz, yaparak yaşayarak öğretiyoruz dese de asıl amaç üniversiteyi kazanmak olunca ister istemez devreye ‘ezber’ girer. Bilgiler deneysiz, araştırmasız, sorgusuz-sualsiz ‘hap’ yapılıp yutulunca geriye ne yaratıcılık, ne de yaşamak kalır. Esas olan verileni belleğe yerleştirmek, isteyince yinelemektir. Sistemin istediği insan tipidir bu. “Dediklerimi belle, sonra tekrar et. Medyadan duyduklarını başkalarına aynen aktar…” Ne türden olursa olsun sömürünün olduğu hiçbir sistemde çocukların yetişmesi, onların mutlu olması, kendilerine iyi bir gelecek kurmaları gibi bir dertleri yoktur yöneticilerin. Onların biricik derdi düzenlerinin ve iktidarlarının sürmesidir. Aksi halde eğitim programlarını yaparken eğitimin öznelerinin (Öğrenci ve öğretmen) de düşüncelerini alırlardı. Günümüzde egemenler eğitime bir işlev daha yüklediler: Sisteme büyük rantlar akıtmak. Bir önceki MEB Hüseyin Çelik SBS'(Seviye belirleme sınavı)yi savunurken “Dershanelere bağımlılığı azaltacağız” demişti. Ama sonuç, öğrencilerin ilköğretim 3. Sınıftan itibaren dershanelere gitmesini sağladı. Demek ki gelecek tepkileri peşinen göğüslemeye çalışmış.
Bu nedenlerle iktidarların sistemlerini ve kendi özel çıkarlarını sorgulayacak, yaratıca insanlar yetiştiren bir eğitim sistemi kurmaları akıl dışıdır, eşyanın doğasına aykırıdır.
Bu iki uçtaki öğrencilerin arasına diğer öğrenci gruplarını doldurursanız fotoğraf tamamlanır. Toplum, bütün olarak eğitim ve sınav sistemi yoluyla sürüleştiriliyor. İşin en kötü yanı da bu durumun toplumca içselleştirilmesi, olağanmış gibi görülmesidir. Örneğin iki uçtaki öğrencilerin aynı sınavda yarıştırılmasını çoğu kişi yadırgamaz. Oysa 90 kg’lık bir boksörle, 60 kg’lık bir boksörün dövüştürülmesine tepki duyacak insanlar, benzer olay olan bu sınavlar için aynı tepkiyi vermezler. Böyle bir sorgulamanın yapılmaması, aldığımız eğitimin ve yıllarca yinelene yinelene konuyu içselleştirmemizin bir sonucudur. Yarışma sınavına katılanların büyük bir çoğunluğu ağızlarıyla kuş tutsalar bile eleneceklerdir. Toplum olarak bunu da yadırgamıyoruz; elenenlere “başarısız” gözüyle bakıyoruz. Öğrenci başarısızlığın sorumluluğunu kendisinde sanıyor; güveni azalıyor, umutsuzluğa düşüyor, hatta kimileri canına kıyıyor. Gerçek sorumlunun çocukları o duruma düşüren kapitalist düzen içindeki eğitim sistemi olduğunu çoğu kişi göremiyor. Fethiye’de intihar eder öğrencinin anası çoğu kişi gibi çocuğunun ölümünden dershane yetkilileri ile avukatlarını sorumlu tutuyor. Kuşkusuz onların da sorumlulukları var; ama asıl suçlu eğitim düzeni ve bu düzenin uygulayıcıları, destekleyicileridir. Dershane yetkilileri ve avukat bu düzenin ‘imal ettiği’ insan tipidir, başka tipler gibi.
Bir an için sınava giren öğrencilerin sınav öncesi koşullarını, olanaklarını olabildiğince eşitlediğimizi varsaysak bile üniversite sınavları gene de eğitime aykırı olurdu. İlaçların bile her insana iyi gelmediğinin saptandığı, kişinin yapısına uygun ilaç üretiminin gündemde olduğu günümüzde siz yetenekleri, fiziksel ve zihinsel işlevleri ayrı ayrı olan gençlere aynı soruları yöneltemezsiniz. İleride bir dil ustası olacak öğrenciyi matematik, fizik, din bilgisi vb. bilmedi diye eleyemezsiniz. Müthiş tasarımcı yeteneği olan birini başka bir işe tutsak etm
eye hakkınız yoktur. Sistem ‘eleyici’ olmasının ötesinde ‘Kıyıcı’ ve yok edici’ olmaya başlamıştır.
Bu eğitim sistemi, bu sınav düzeni A’dan Z’ye, ilköğretimden üniversiteye kadar öğrenciler için bir cehennemdir. Çoğu çocuk ne çocukluğunu ne gençliğini yaşayabilmektedir.
Gençlerimizin, çocuklarımızın önüne sınav diye konan bu yarış eşitliksiz, vicdansız, dini-imanı para olan ahlaksız bir yarıştır. Bu eğitim sistemini destekleyen, sürdüren, bilerek ve isteyerek göz yuman herkes tarih önünde bu sıfatlardan nasibini alacaktır. Beceri, insanlık, yöneticilik ve hatta gerçek dindarlık insanlara çok çocuk yaptırmak değil; yapılan çocukları doğru dürüst eğiterek geleceklerini güvenceye almaktır. Hiçbir ana-baba başkalarının çarkını çevirecek, onların dümenine alet olacak çocuk edinmek istemez.
Sevgili gençler,
Yaşlanıncaya kadar sizi sınavdan sınava koşturacaklar; hatta öldükten sonra bile sınavın peşinizi bırakmayacağını söylüyor dinler. İnsanlık dışı sistemi sürdürmek ve daha çok rant sağlamak için size sınavın bir ‘hayat-memat meselesi’ olduğunu söyleyeceklerdir hep. Biliyorum Pazar günkü sınav sizin için önemli. Size dayatılan bu ahlaksız yarışa karşılık siz de ‘Sınav her şey değildir’ diyebilin; sağlığınızı, umudunuzu, hayallerinizi yitirmeyin, daha önce sınav kazanmış nice ağabeylerinizin durumuna bakın. Yaşıyor olmanın her şeyden, sınav kazanmaktan bile önemli olduğunu düşününün. Aydınlık ve güzel günlerin sınav kazanmaktan çok mücadele ile kazanılacağını hiç ama hiç unutmayın.
Çoğunuzun kaybedeceği bu sınavlarda sizlere “başarılar dilerim” demenin ne anlama geleceğini gerçekten bilmiyorum. Sizlere, herkesin onurluca yaşayacağı bir ülke, bir dünya diliyorum.
9 Nisan 2010
*Cafer Karatepe: Emekli bir öğretmen