Darbe planları, sivil faşizm, sivil vesayet ya da sivil dikta tartışmaları memleketin gündemini giderek daha fazla işgal etmeye başladı. Kuşkusuz bu tartışmalar hiç de yeni değil. Bugünü anlamanın bir yolunun geçmişe bakmak gerektiğinin farkında olanlar, Türkiye’de siyasal erkin toplumda hâkimiyet kurma biçimlerinden birinin de koşullara göre değişen korku tapınakları veya söylemler olduğunu bilirler. Başbakan Erdoğan’ı […]
Darbe planları, sivil faşizm, sivil vesayet ya da sivil dikta tartışmaları memleketin gündemini giderek daha fazla işgal etmeye başladı. Kuşkusuz bu tartışmalar hiç de yeni değil. Bugünü anlamanın bir yolunun geçmişe bakmak gerektiğinin farkında olanlar, Türkiye’de siyasal erkin toplumda hâkimiyet kurma biçimlerinden birinin de koşullara göre değişen korku tapınakları veya söylemler olduğunu bilirler.
Başbakan Erdoğan’ı kimileri Özal’a, kimileri de Menderes’e benzetiyor. Oysa Erdoğan fikir bakımından olmasa bile icraat ve reel açıdan en çok, İsmet İnönü’nün temsil ettiği “Milli Şef Rejimi”ni anımsatıyor. Gerek darbe planları, gerek demokrasi söylemleri, gerek uluslararası politika açısından Erdoğan en çok 1940-50 arası İnönü rejiminin çalışma tarzına benziyor. Ancak bu durum, sadece bir ayna işlevi görmesi bakımından böyledir. Yoksa birebir örtüşme anlamına gelmemektedir. Ayna rolünü veren yönler ise politikanın uygulanma biçimi, devlet ile toplum arasındaki mekanizmaların baskı aracı olarak kullanılma şekli, emperyalizmin bölgesel hâkimiyetini içerde pragmatist açıdan yorumlama biçimleri gibi çeşitli açılardan değişmeyen niteliklerdir. Bugünün AKP’sini dönemin Milli Şef’ine yakınlaştıran noktalar 1940-50 arasındaki olaylara kısaca bakıldığında rahatlıkla görülebilir. Bugünün gündemini bilenler için geçmişten bugüne değişmeyen yapıları, mekanizmaları ve araçları kavramak hiç de zor olmayacaktır.
Aslında sadece Milli Şef dönemi değil, Osmanlı dönemini bir tarafa bırakırsak, Topal Osman’ın Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesinde nasıl kullanıldıklarından tutalım da İstiklal Mahkemelerinin muhalif sol kesimi de içeren tasfiyesine, 1970’lerin kontrgerillasına ve 1980 sonrasının Yeşil Kuşak projesinin yerel uzantılarına, Menderes-Özal dönemlerine kadar Türkiye’deki siyasal iktidarın egemenlik kurma biçimlerinin geçmişteki uzantılarını çeşitli kesitlerde bulabilmek mümkün. Ancak Milli Şef dönemi Varlık Vergisi uygulamasıyla Türkiye’de burjuvazinin değiştirdiği makas itibariyle ve uluslararası politikanın giderek yerel politikayı belirlemesi boyutuyla, toplumsal farklılaşmanın belirginleşmesi ve siyasal açıdan da milliyetçiliğin toplumsallaştırılması gibi açılardan son derece özgün bir ayna işlevi görmektedir.
1940’lı Yıllar: Almanya’nın Etkisi
Her ne kadar Milli Şef dönemi veya dönemin iktidarı II. Dünya Savaşı’nda tarafsızlığını ilan etmiş olsa da alttan alta Almanya’nın başarısını istiyordu. Almanya da savaşı kazandıkça Türkiye’nin kendisinin yanında yer alacağına inanıyordu. Bu yüzden Almanya için Türkiye’nin savaşın ilk aşamalarında tarafsız olması çok önemliydi. Türk basının tutumu da ağırlıklı olarak Almanya sempatisine dayanıyordu. Nitekim 22 Haziran 1941 tarihli Cumhuriyet gazetesi Hitler için “Atatürk’ü Anlayan Tek Şef” diye söz edebiliyordu. Bu desteğin arkasında yatan ise 1940’ın Kasımından sonra özellikle Sovyetler Birliğinin Türkiye’den toprak talep ettiğinin iddia edilmesi ve bunun propaganda malzemesi olarak kullanılmasıydı. Ancak konu bununla da sınırlı değildi. Zira diğer taraftan gündemde Turancılık ideali vardı. Ve bu ideal Almanya’nın başarısına endekslenmiş durumdaydı. Nazi Almanyasının Ankara büyükelçisi Von Papen’in anıları da bunu destekler mahiyettedir ve Türkiye’nin Almanya’nın başarısından memnun olduğuna dair ifadelerle doludur.
Almanya’nın Volga nehrinden Çin’e kadar Rusya’nın Türk kökenli halklarını Türkiye’nin siyasal önderliği altında toplama gayreti Osmanlı’dan miras kalan Turancılık ideali ile hayat buluyordu. 18 Haziran 1942’de imzalanan Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’ndan sonra Almanya bu amacı faal bir biçimde Türkiye’de harekete geçirecektir.
Yine aynı süreçte Von Papen’e Ankara’da suikast girişimi olur; ancak her ne kadar teşebbüsçüler yakalansa da olayın arka planı bir türlü aydınlatılamaz. Almanya Sovyetleri suçlarken, ABD ise Almanya’nın suikastı Rusların örgütlediği propagandasını yayarak Alman birliklerinin Türkiye’den geçmelerine bir dayanak olarak kullandıklarını iddia ediyordu (Koçak, 2003: 599-680). Bu olay bile Türkiye’nin dünya sistemi içerisindeki konumunun ne kadar kaygan olduğunu açık şekilde gösterebiliyordu.
Milli Şef iktidarının Türkiye’de dünden bugüne “sıradan faşizm”in embriyonik gelişiminde nasıl katkı sağladığını dönemin başbakanı Saraçoğlu’nun 5 Ağustos 1942 tarihli meclis konuşmasından öğrenelim: “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.“[1] Saraçoğlu’nun bu vicdanı yine İnönü dönemindeki Varlık Vergisi uygulamasında, sonrasındaki 6-7 Eylül olaylarında, 1970’lerde ise sol-Alevi yurttaşlara (Çorum, Maraş) yönelik katliamlarda karşılık bulacak ve berraklık kazanacaktır. Tek fark ise dışarıdan ilham kaynağı olan Almanya’nın yerini artık ABD’ye bırakmış olmasıdır. İşte Gladio veya kontrgerilla bu toplumsal zemin üzerinde hayat bulmuştur. Günümüzde buna gerek duyulmamasının nedeni de artık bu işlevin sokağın ya da sıradan faşizmin ve bununla birlikte piyasalaşmış insan ilişkileri tarafından yerine getiriliyor oluşudur.
II. Dünya Savaşı koşulları aynı zamanda generalinden profesörüne, burjuvasından işsiz asilzade takımına kadar birçok insan, Alman zaferine yatırımın yaparak bundan pay çıkarmayı ümit ediyordu. (Oğuz, 2007: 377). 1942-1943 yıllarında Türkiye’deki Irkçı-Turancı akımların Almanlar tarafından finanse edildiğini Şevket Süreyya Aydemir de (1967:250) dile getirmiştir.
Ekonomi-politik açıdan önemli bir nokta da Almanya’ya krom sevkiyatının savaş süresince giderek artmasıydı. Ancak krom işinde Saraçoğlu da önemli rol oynuyordu. Krom paslanmaz çeliğin hammaddesi olduğundan savaşta önemli bir kaynaktı. Dönemin hükümetinde ve ona yakın yer alan kişiler/sermaye grupları krom sevkiyatını hem kontrol hem de muazzam kar elde edebiliyorlardı. Sadece krom değil, bu yıllarda Türkiye’nin banknotları bile Almanya’da basılıyordu. Dolayısıyla İnönü rejimini alttan alta Almanya’yı destekliyor ve buna uygun toplumsal zemini de içerde oluşturmaya çalışıyordu.
II. Dünya Savaşının sonuna doğru Almanya yenilgiye uğramaya başlayınca dışarıdaki hava içeriye de yansımaya başlar ve iktidar, bu sefer savaşın galibi müttefiklere şirin gözükmek için içerde Turancı akımı tasfiye ediyormuş havası yaratır. Ancak içerde Sovyetlerin işgal planları propagandası bu sefer ABD güdümüne girecektir.
1 Nisan 1944 tarihli Orhun dergisinde Nihal Atsız Başvekil Şükrü Saraçoğlu’na bir mektup kaleme alır ve bu mektupta bazı kişilerin sol faaliyetlerde bulunduğunu ileri sürer. Mektup başta Ankara Devlet Konservatuarı öğretmenlerinden Sabahattin Ali, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki öğretim elemanlarından Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran ile İstanbul Üniversitesi’nden Sadrettin Celal Antel ile Cevat Emre’nin isimleri zikredilir. Dergi her ne kadar bu yayından sonra kapatılsa da Sabahattin Ali’nin açtığı dava sonrasındaki duruşmalarda Nihal Atsız lehine gösteriler düzenlenir. Diğer duruşma günlerinde Sabahattin Ali’nin kitapları yakılır, hatta linç edilmeye kadar vardırılmak istenir.
Irkçılık-Turancılık Almanya’nın yenilgisi ile birlikte Almanların ve yerel desteğin sona ermesini, böylelikle de basında da eleştiri konusu olmaya başlamıştır. Irkçılık-Turancılık davalarında her ne kadar cezalar verilmişse de 3
1 Ekim 1945 tarihide Askeri Yargıtay’ca görülen dava bozulacak ve 1947’de tüm sanıklar beraat ettirilecektir. Yönetimin Turancılık hareketini baştan beri toplumda bir kaldıraç rolüyle kullandığı böylece tescil edilmiş oluyordu.
1944’te Irkçı-Turancılara yönelik davalarda yargılananlar arasında yer alan Nejdet Sançar, İsmet İnönü ve Hesaplaşma adlı kitabında, bunu zulüm olarak görmekte ve “haçlı seferi” olarak nitelendirmektedir. Görünen o ki Türkçüler de İnönü’nün oyununa geldiklerini fark etmişlerdir. Ama bu oyunun arka perdesini fark etmeleri işlerine pek gelmemiştir. Zira onlara göre bu işin arkasında “kızıllar”, yani kökü dışarıda (Sovyetler) yerli işbirlikçiler vardı. Bu varsayım Soğuk Savaş döneminde de hep sürecektir. Kökü dışarıda bir tehdit gösterilerek içerdeki toplumsal muhalefet sürekli düşman olarak gösterilecektir.
HER DÖNEMİN BİR “ERGENEKON”U VAR
Türk siyasal hayatında, egemenlik ilişkilerinde hâkimiyetin ve iktidarlığın sürekliliği için dünden bugüne mutlaka bir kitle psikolojisinde yönlendirici işaretler kullanılmıştır. Her dönemin kendine özgü toplumsal şartlarına ve siyasettin meşruluk hakikatlerine uyan araçlar kullanıla gelmiştir. Eğer dönemin şartı milliyetçiliğe dayalı siyaset ise milliyetçi karşıtı hareketler toplumda düşmanlaştırılmıştır. Sözgelimi daha İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar Türk Ocağı’na üyelik saf Türk kanı olma şartına bağlanarak yapılır, Türklük en yüce şuur ve toplumun sınıfsız kaynaşmış bir kütlenin mayası olarak görülürdü. Bu siyasi inşa meyvesini II. Dünya Savaşında Turancılık akımıyla meyvesini vermiştir.
Nihal Atsız’ın büyük arzuları nihayet 1948’de meyvesini bulmuş ve DTCF’deki özgün çalışmalarıyla bilinen Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Nail Boratav artık tasfiye edilmişlerdir.
13 Eylül 1977 yılında Niyazi Berkes’in Burhan Oğuz’a göndermiş olduğu mektupta 1940-50 arasındaki İnönü politikasıyla ilgili şu ilginç ihtimallere dikkati çekiyor ve geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden ve Türkiye’de ırkçılığın öncülerinden kabul edilen Reha Oğuz Türkkan için bakın ne tür roller yüklüyor:
“İtiraf edeyim ki bu zamana kadar İnönü hakkında fikrim çok safça ve çok sathi bir şeydi. Üzerinde fazla düşünmüş bile değildim. Fakat dediğim açıdan bakınca ve bir de Hitler Almanyası ile olan temas ve müzakereler hakkındaki yayınlanmış Alman vesikalarını görünce işin rengi değişir gibi oldu. Hayretle gördüm ki İnönü’nün 1944’ün 19 Mayısında ifşa ettiği işlerin içinde kendisi de var. Biz o zaman onun aleyhine gizli bir komplo keşfedildi, ona karşı ve Nazilik lehine bir darbe hazırlanıyor sanıyorduk ya da öyle bir izlenim verilmişti. Belki öyledir, ama bilmiyorum.
Şimdi hangi ihtimal doğrudur? Bir ihtimal şu: Nuri Paşa’dan Asım Gündüz ve Ali Fuat Paşa’ya kadar İnönü de dâhil yapılan müzakereleri çok kişi biliyor. Ya Nazilerin istenenleri vermeye niyetli olmadıkları anlaşılıncaya ya da Stalingrad yenilgisi üzerine Hitler’in Bolşevikliğe karşı kazanacağı büyük zaferden umut kesilince İnönü kendini, başbakanını, dışişleri bakanlığını ve genelkurmay başkanlığını bu işin içinden sıyırıp temize çıkarmak için diğerlerini kurban vererek önce sözde onları mahkûm ettirme, sonra da sessizce beraat ettirme ihtimali. İkinci ihtimal: Bu işler olurken bazı kişilerin bu dediklerimden gizli olarak ayrıca hakikaten bir komplo hazırlamaya kalkmaları, bunu aralarına sokulan muhbir ve ya muhbirler vasıtasıyla takip edip zamanı gelince bunları durdurma ve ifşa etme ihtimali. Hangisi varit? Üçüncü bir ihtimal yayınlanan vesikalar sadece Alman dışişleri ve sefaret gizli yazıları olduğu için, onlardan ayrı, onlardan habersiz Nazi gizli ajanları ile de ayrıca yürüyen bir temas var idiyse bu yanın bu vesikalarda yansımamış olması. Böyle ise iş daha da klasik ve CIA’ye benzer bir şekil alıyor. (Bu işlerde R.O. Türkkan adlı zatın özel bir yeri olsa gerek.)” (akt. Oğuz, 2000:702).
Niyazi Berkes’in bu yorumu içindeki aktörlerin isimlerini bugüne uyarladığımızda aslında pek fazla bir şeyin değişmediği zaten görülecektir. Sistem aynıdır. Düşünceler farklı dahi olsa, karşıt görüştekiler karşı durdukları dönemin kullandığı baskıcı ve yönlendirici araçları kullanmaktan çekinmemişlerdir. Ergenekon’un bir ayağını bu zemin üzerinde değerlendirmek gerekir.
İKTİDARIN YENİ HEGEMONYA ARAÇLARI
Muhalefetin çeşitli şekillerde sindirilmesi ve “çetecilikle” suçlanması, üniversitelerde muhaliflerin tasfiye edilişi, ordu içerisinde darbe planlarının gündeme geliş biçimi ve hükümetin zorla ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerle toplumun korkutulması sistematik olarak Cumhuriyet tarihinde Milli Şef döneminden bugüne kullanılagelmiştir. 1940’larda Nihal Atsız nasıl Sabahattin Ali’nin öldürülmesine toplumda bir meşruluk zemini hazırlamaya adadıysa kendini ve devamında göstermelik yargılanıp sonra beraat ile mükâfatlandırıldıysa; bugün de Hrant Dink’in her duruşmasında linç gösterilerinde bulunan Kirençsiz’ler de aynı amaç için toplumsal kontrolün ve korku kültürünün aracı olmuşlardır veya kullanılmışlardır. Dolayısıyla söz konusu Ergenekon veya çeteler olduğunda önemli olan bunlarla mücadele ettiğini ifade etmek değil, çeteler üreten iktidar ilişkilerini ters yüz edebilme cesareti gösterebilmektir; yani bataklığı kurutabilmektir.
Geçmişin militarist ve “Devlet baba” düşüncesine dayanan pateryalist düşünce artık yerini serbest piyasanın neo-liberal politikalarına bıraktıkça onunla işbirliği halindeki yerel sermaye dinamikleri ve siyasal uzantısı AKP, toplumsal anlamda eskinin çeteciliği yerine artık dini cemaatleri, kendi derin devletini veya polis devletini koyarak gidermeye çalıştığı görülüyor. Son günlerde yargı ekseninde yaşanan gerilimler de bu egemenlik ilişkisinin, klik çatışmasının ve hegemonya kurma mücadelesinin bir başka göstergesidir.
DEMOKRASİ İLE ALDATMAK
Nasıl 1940’larda milliyetçilik beslenip sonra sol muhalif harekete karşı yıllar yılı baskı aracı olarak kullanıldıysa ve sonrasında görünürde tasfiye edilmiş gibi görünmeye çalışılmışsa bugün Ergenekon vesilesiyle de çeşitli muhalif kesimler sindirilmekte, ulus-ötesi sermayenin ve emperyalizmin hegemonyasını kolaylaştıracak zeminler yaratılmaya çalışılmaktadır. Bir yanı ile küresel egemenlik ilişkileri bir yanıyla da yerel egemen klikler arasındaki mücadelede bir tarafa eklemlenmemek de önemli bir noktadır. Ancak bu alternatif de ancak geçmişten bu yana toplumsal damar içinde tohumları bulunan halk hareketleri içinde aranmalıdır.
Milli Şef, döneminde iktidarın II. Dünya Savaşı sırasında tutumunu eleştirdiği için Tan gazetesinin sağ eğilimli kişiler tarafından 4 Aralık 1945 günü yağmalatılmıştı. Basın ve yayın üzerinde bu baskı tek değildi elbette. Sanırım bu örnek bile Erdoğan ile Milli Şef döneminin benzerliğini açıkça gözler önüne sermektedir. Zira Erdoğan’ın medya üzerindeki baskısını söz konusu etmeye bile gerek yok.
Yeri gelmişken siyasal iletişimi kullanma biçimine de değinmekte fayda vardır. Kanadalı iletişim kuramcısı Marshall McLuhan, her ne kadar “Küresel Köy” gibi sloganlaşmış tabirlerin kör tahlilcisi olsa da iletişimle ilgili ortaya koymuş olduğu “araç, mesajdır” tespiti yerinde ve siyasal iletişim için de anahtar niteliğindedir. Teknolojik olarak radyo, televizyon, telefon, internet gibi araçlar mesaj iletmekten çok, bizatihi kendileri belli bir yaşam tarzının mesajı olurlar. Yani öyle bir algı dünyası yaratılır ki
, aracın varlığı, işlevinin ötesine geçer. Diziler, reklamlar, söylemler bu dünyanın birer parçasıdır. Diğer taraftan gündelik hayat içinde de benzer durum söz konusudur. Örneğin herhangi bir söylemin, söylentinin veya dedikodunun yayılması da aynı şekilde bir bilinç taşıyıcıdır.
Siyasal iletişim için de bu geçerlidir. Her söylem veya söylenti kendi iktidarının da taşıyıcısıdır. Örneğin bir darbe söylentisi, bir suikast söylentisi başlı başına bir mesajdır. Daha doğrusu bunun olabilme imkânını sürekli gündeme taşımak, tıpkı bir televizyonun varlığı ve onun yarattığı algı dünyası gibi son derece zaruridir. Toplumda hegemonya kurmanın ve muhalefet etmenin önü de böylelikle engellenmiş olmaktadır. Ki zaten Başbakanın son olarak Tekel işçilerinin eylemini bu yönde yorumlaması da bunun bir ifadesidir.
Bugün ile 1940’lı yılların konjonktürü karşılaştırıldığında her ne kadar dinamikler farklı olsa da siyasal iktidarın toplumda tahakküm kurma biçiminin hiç değişmediği, değişim adı altında bile yeni tahakküm araçları yaratıldığı bariz bir şekilde ortadadır. Dolayısıyla AKP’nin özgün ve bağımsız bir politik duruşu da bu açıdan doğru değildir. Hele demokratlığı hiç söz konusu değildir. Zira onun demokrasi anlayışı sandığa indirgenen anlayıştır. Geçmişte siyasal otoritenin kendi hakimiyetini devam ettirmek için çeşitli kesimlere yönelik nasıl komplolar kuruluyorduysa şimdi de benzer araçlar kullanılmaya devam etmektedir.
Dünden bugüne her ne kadar bir toplumsal dönüşüm olsa da egemenlik ilişkilerinde sadece baskı kurma araçları ve onların kullanılma bağlamları değişmektedir. Diğer taraftan geçmişin Alman ideali ve Turancılığı bugün yerini ABD, AB ve Büyük Ortadoğu Projelerine ve Yeni-Osmanlıcılık ideallerine bırakmış gibidir. Geçmişte Turancılığın ekonomi politik açıdan içerde bir karşılığı vardı; şimdi de BOP’un Ortadoğu’nun inşasında İslami sermaye anlamında yerel/bölgesel karşılığı ortaya çıkıyor ve yayılımı da gerek toplumsal gerekse siyasi-kültürel açıdan giderek yaygınlık kazanıyor.
Dipnot:
1. TBMM, Zabit Cerideleri, Devre 6, Cilt 27, s.24-25
KAYNAKÇA
Aydemir, Şevket S. (1967) İkinci Adam, İstanbul: Remzi Kitapevi
Koçak, Cemil (2003) Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1645), I. Cilt, 2. Baskı, İstanbul: İletişim
Oğuz, Burhan (2007) Yüzyıllar Boyunca Alman Gerçeği ve Türkler, İstanbul: Anadolu Aydınlanma Vakfı
Oğuz, Burhan (2000) Yaşadıklarım-Dinlediklerim, Tarihi ve Toplumsal Anılar, İstanbul: Simurg
Sançar, Nejdet (1973) İsmet İnönü ve Hesaplaşma, Afşın Yayınları
* Arş. Gör. Ercan GEÇGİN
Ankara Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü
ercangcn@gmail.com