Sınıf bilinci açısından Tekel işçileri direnişi; Hayatın insanlar lehine devamını sağlayan süreçlerden bir tanesi üretim sürecidir. Üretimin temel talebi olan emeğin gücü ise, yaşamımızı sürdürmemizi sağlayan temel değerlerdendir. 20 Şubat 2010 tarihi bu değerin Ankara sokaklarından tüm dünyaya bir kez daha yayıldığı bir tarihtir. Tüm çelişkileriyle 2010 yılında kültür başkenti ilan edilen İstanbul’un karşısında Ankara, […]
Sınıf bilinci açısından Tekel işçileri direnişi;
Hayatın insanlar lehine devamını sağlayan süreçlerden bir tanesi üretim sürecidir. Üretimin temel talebi olan emeğin gücü ise, yaşamımızı sürdürmemizi sağlayan temel değerlerdendir. 20 Şubat 2010 tarihi bu değerin Ankara sokaklarından tüm dünyaya bir kez daha yayıldığı bir tarihtir.
Tüm çelişkileriyle 2010 yılında kültür başkenti ilan edilen İstanbul’un karşısında Ankara, emeğin direniş başkenti olarak başta Türkiye olmak üzere, konuya duyarlı tüm dünya ülkelerinin dikkatini üzerine çekiyordu. Açlığın, susuzluğun, yokluğun ve insan hakları ihlalinin çadırlar içinde Ankara’nın Sakarya sokaklarına yerleştiği gözden kaçmayacak bir gerçekti. Brandalara asılı kağıda çizilmiş karikatürlerden, zalimin zulmüyle dalga geçilecek kadar direnç gösteren emeğin sesi, kurduğu çadır muhtarlığı ve Tekel Halk Dayanışma Enstitüsüyle, içinde yaşadığı durumu mizahi bakımdan ele alsa da, bu aslında kendi yaşamlarına ne kadar hakim ve karar verici olmak istediklerini gösteriyordu. Charlie Chaplin’in “Tekel işçilerinin yanındayım” maketi işçilerin tüm dünyadan aldıkları desteğin başka bir simgesiydi. Polis barikatlarının çevrelediği Sakarya sokakları baştan aşağı Tekel direnişinin ayak izlerini taşıyordu. Ayak izleri, Türkiye’nin dört bir yanından, ideolojisi ve inancı ne olursa olsun, her türden insanın ‘Çadırkent’ altında ortaklaştığı adımlardan kaldırımlara düşmüştü. Ankara’nın sokaklarında kadını erkeğiyle; solcusuyla sağcısıyla; açığıyla türbanlısıyla çadırlarda paylaşılan yaşam, fikirleri bir kenara bırakmış emeğin ve alın terinin harcandığı ortak bir paydaya işaret ediyordu. Ümitle ümitsizlik arasında emeği kenetlenen Tekel işçileri, kendilerini hedef alan zulüm siyasetine hep bir ağızdan şunu haykırıyordu: “İKTİDAR HAYATI HEDEF ALDIĞINDA, HAYAT İKTİDARA DİRENİŞ OLUR”.
İktidarla , Tekel işçileri arasındaki ilişki kendini bu sözle özetliyordu. Çalışma hayatını köleleştirmeye çalışan, düşük ücretle çalışanına sadaka ücretini geçmeyecek asgari geçimi reva gören siyaseti temel iradesine oturtmuş AKP iktidarına karşı Tekel işçileri, emperyalist sistemde kendi işçi kimliği mücadelesini ortaya koymaya çalışıyordu. Teori yerini yaşam pratiğine bırakmıştı.Mücadele bilinci patrikten besleniyordu. Kartondan döşek ve battaniyelerden, çadır yerleşkesine dönüşen işçi direnişi , gelişen süreçte sobada kaynayan demlikler etrafında dayanışmaya, modern burjuva zulmüne karşı hayatı paylaşmaya ve bu uğurda direnmeye dönüşmüştü. Peki oluşan tam bir sınıf mücadelesi miydi? Yoksa kendi sınıfının savaşımını potansiyel olarak içinde barındıran bir ruh hali miydi? Bilinen bir şey vardı ! “ölmek var dönmek yok ” diyen Tekel işçisi, ümidiyle direnişe dönüştürdüğü gelecek kaygısını gözü kara bir inanca dönüştürmek üzereydi. Beklediği sadece bir kıvılcımdı. Karmakarışık düşüncelerini organize edecek bir güce ve gücü eyleme dönüştürecek bir cesarete. Cesaretin tek adı vardı : “SINIF MÜCADELESİ”
Ankara’da meydana gelmiş işçi direnişi tüm karşıt düşüncelere rağmen, başta Türkiye’ye ve sonra tüm dünyaya kendi sınıfının kimlik arayışına örnek olmuş, 12 Eylül darbesiyle baltalanmış işçi hareketini yeniden uyandırmak üzeredir. Bu direnç bir şekilde kazanıma dönüştürülmelidir.İzmir’de Kent AŞ. İşçileriyle kıpırdanma sinyalleri veren Tekel işçileriyle devam eden işçi hareketi bu algılanmasıyla yeniden canlanacağını ümit ettiğimiz emek hareketi sivil toplum örgütlerince baştan aşağı sınıf bilinciyle örülmelidir. Ankara’dan tüm işçi dünyasına yayılan Tekel İşçileri direnişi, sendikalar için bir ivme noktası olarak değerlendirmeli ve emeğe koşulsuz sahip çıkılmalıdır.
Siyaset açısından Tekel işçileri direnişi;
Günümüze gelene kadar hakim sömürü düzeninde, iş güvencesiz , ucuz işçi anlayışı, Avrupa Birliği’ne girmeye çalışan Türkiye’nin yönetimini devralan tüm iktidarlarca benimsenmiş ve her fırsatta yasallaştırılmaya çalışılmıştır.Daha önce de mevcut hükümetlerce, kamu hizmetleri insan haklarına aykırı bir şekilde bir çok kez düzenlenmeye çalışılmıştır.Ancak belli dönemlerde oluşan toplumsal muhalefet sayesinde geri adım atılmıştır. 2010’lu yıllara geldiğimiz şu dönemde 4/C ve 4/B kapsamları kamu hizmetlerini yürütme biçimi olarak tekrar karşımıza çıkmıştır. Hem de bir çok çalışma alanını tehdit etmektedir. Mevcut iktidarla son halini alan özelleştirme uygulamalarının bir sonucu olan 4 / C kapsamına karşı Tekel işçilerinin direnişi, önemli bir mücadele örneğidir.
Tekel işçileri sayesinde sistemin uyguladığı güvencesiz ve kuralsız çalışma biçimleri ortaya çıkmış ve Türkiye gündemine oturmuştur.70 günü aşan Tekel işçileri direnişi sürecinde 4/C kapsamında hükümet tarafından bazı yenilikler kazanım olarak nitelendirse de kuralsız ve kiralık işçi yaşamını sona erdirmeye yetecek düzenlemeler olmaktan uzak görünmektedir.
Küresel emperyalizm ve modern burjuvazinin kendine Müslüman ekonomik ve siyasi yapı , elit kesime, emek tarafını sömürmektedir. İş güvencesinden yoksun, kazanılmış hakları korumayan 4/C kapsamı, güvencesiz,kuralsız,esnek bir istihdam biçimi olarak, emek gücüne dayatılmaktadır. Hak gaspına yol açan,geçici işçiliği bir kölelik düzeni olarak yaygınlaştıran,emeği kendi çıkarına kullanan,taşeronlaşmayı olmazsa olmaz gereksinimleri arasında sayan 4/C düzenlemesi , AKP iktidarı tarafından uluslar arası tüm insan hakları normlarına aykırı bir şekilde çalışanlara dayatılmaktadır. İktidarın insan haklarına aykırı bu uygulamalarını daha açık bir şekilde ortaya çıkaran Tekel İşçileri direnişi, hangi düşünceden olursa olsun , iktidar yandaşı veya karşıtı birçok işçi tarafından ortak tepki haline gelmiştir. İşçi mücadelesinin tüm bu yapılaşmasının , çoğu zaman sendikaların önüne geçtiği de gözlenmiştir. İşçi konfederasyonundan somut ve radikal adımlar atılmasını beklemektedir. Sivil toplum örgütleri, bu uyanışın gerisinde kalmamalıdır. Mücadele sendikaların tamamı tarafından hem desteklenmeli hem de yükselen bir güç olma yolunda organize edilmelidir.
Konfederasyonlar açısından Tekel İşçileri direnişi ;
Türk-İş, Kamu-Sen, DİSK ve KESK gibi Konfederasyonlar iş güvenceli çalışma hayatının, grevli ve toplu iş sözleşmeli sendika hakkının garantisidir. Tekel İşçilerinin kendi potansiyellerini iş güvenceli kazanım elde edecek eyleme dönüştürmeyi beklediği şu son günlerde iktidarın direnişi dağıtacağız şeklindeki tehditlerine rağmen, konfederasyonlar medyatik entellektüel rollerini fazlasıyla yerine getirmektedirler. Fakat önemli olan Türk-İş, Kamu-Sen, DİSK ve KESK gibi konfederasyonların sivil toplumun örgütlü gücü olarak kamu mücadelesinde yerini almalarıdır. 21 Şubat’ta binlerce insanın desteğini alan Tekel işçileri önünde konfederasyon başkanları konuşmalarını yaptılar. Türk-İş ve Kamu-Sen başkanları işçilerin bir kısmı tarafından yuhalanmalarına rağmen sendikal mücadelenin ruhunu anlatmaya çalışsalar da mevcut iktidarın siyasi oyunlarına tam bir tepki söylemi içerisine giremediler. DİSK ve KESK’in hükümet aleyhine tepkisel konuşmaları , alandakiler tarafından coşku ve sloganlarla alkış alsalar da Tekel işçilerinin direnişiyle paralellik taşımadığı gözlenmiştir. Çünkü işçilerin beklentileri acil çözümden yanadır. Eylem daha güçlü bir kimliğe ve etkinliğe kavuşturulmalıdır.
Uluslararas