Takım tutar gibi birilerinin tarafını tutuyoruz. Bazen bu işi o kadar ileri taşıyoruz ki komik duruma düştüğümüzün farkına bile varamıyoruz. İşin acı tarafı odur ki kendi taraftarlığımız yetmiyor, dışımızda kalanları da bir tarafta yer almaları için zorluyoruz. Ya da onlar taraf tutmasalar da, taraflarını kendimizce biz belirliyoruz. Herhangi bir fikri dillendirdiklerinde, kuyruğundan yakaladığımız kelimelere göre […]
Takım tutar gibi birilerinin tarafını tutuyoruz. Bazen bu işi o kadar ileri taşıyoruz ki komik duruma düştüğümüzün farkına bile varamıyoruz. İşin acı tarafı odur ki kendi taraftarlığımız yetmiyor, dışımızda kalanları da bir tarafta yer almaları için zorluyoruz. Ya da onlar taraf tutmasalar da, taraflarını kendimizce biz belirliyoruz. Herhangi bir fikri dillendirdiklerinde, kuyruğundan yakaladığımız kelimelere göre onları yaftalıyoruz. Lâfzen çok kimlikli, çok kültürlü yaşam tarzını savunsak da başka bir yaşamı yaşama hakkı tanımıyoruz maalesef ki onlara. Kendi taraflarında kalmalarına, kendi konumlarından hareketle kendi gözleriyle hayata bakıp kendi beyinleriyle yorumlamalarına izin vermiyoruz. Seçenekleri ikiye indirgeyip seç diyoruz; şundan mısın yoksa bundan mı, diye. Bu, çocukken oynadığımız oyunlarda “ebe”yi belirlemek için söylediğimiz tekerlemeyi getiriyor aklıma nedense. Hani, “Ya şundadır ya bunda” diye başlayan “Helvacının kızında” diye biten o meşhur tekerlemeyi. Hayat, bu tekerlemeye indirgeniyor adeta. “Ya şundan olacaksın ya bundan.” “Ya şundan ya da bundan” yana taraf olmayı reddedip “Helvacının kızından” yana tavır koyanlar “ebe” oluyorlar sanki, tıpkı oyunlarımızdaki gibi. Oyunlarda olduğu gibi, gerçek hayatta da “ebe” olmak zordur elbet. Öyle bir derdiniz olmasa da kimseye yaranamazsınız. Her iki taraftan da darbeler yer durursunuz. Ve bu satırların yazarı, birilerinden yana taraf olmayı reddettiği için hep “ebe” oldu yaşamı boyunca. Hayat denen şu oyunda “ebe”liğe de devam ediyor işte.
Nerden geldim buraya? “Darbe planlarının, açılımların” havada uçuştuğu bir zamanda toplum iki kutba ayrılmış adeta. Kutbun bir ucunda AKP, diğer ucunda ise Ergenekon var. Ve insanlar AKP ile Ergenekon arasında sıkıştırılmış durumda. Biliriz ki her ikisi de uzaktır bize. Ölümse biri, öteki sıtma. Buna rağmen üçüncü bir kutbun oluşmasına ya da yaşamasına izin vermiyorlar işte.
Ve yine biliriz ki bu güzelim topraklar hiçbir şeyden çekmedi darbelerden çektiği kadar. Bu nedenle en kötü bir sivil yönetimi bile “en iyi darbeye” tercih ederiz elbette. Zira, tarihi biraz kurcalayanlar bilirler ki hangi kisve altında yapılmış olursa olsun, hep solcuları ezmiştir darbeler bu ülkede. Darbelerin tarihi, solcuların (sosyalistlerin) çektikleri acıların tarihidir aynı zamanda. Yaşamları boyunca hep mazlum olmuş; düşüncelerini, yaşam tarzlarını hep mazlumdan yana şekillendirmiş kişilerin zamanın hiçbir kesitinde zalimlerden yana olamayacakları gün gibi aşikârken bu konuda onları sınamak kimsenin hakkı da haddi de değildir kanımca. Lakin yaşama da sadece darbeden yana mısın değil misin diye de bakamazlar. Bakmalılar en azından. Darbelerin karşısında, mazlum olan AKP’nin yanında yer alırlarken; AKP’nin mezalimliğini de görme basiretini gösterip Tekel işçilerinin yanında yer alma cüretini göstermek zorundayız mesela.
Kanı, şiddeti, acıyı durduracak her adım, hep barıştan yana olmuş, “halkların kardeşliğini” şiar edinmiş en çok bizleri heyecanlandırır elbette. Lakin bu heyecanımızın gözlerimizi kör etmesine de izin vermeyiz / vermemeliyiz. Bu yolda atılan adımlar kadar, atılmayan adımları da sorgular, dillendirir, eleştiririz / eleştirmeliyiz.
Toplumun vicdanı olan sosyalist sol familyanın bir üyesiysek şayet, “Ergenekonvari” yapılanmalardan en çok çekmiş kişilerin başında biz gelmemize rağmen “Kudsi OKIR” olayını görmezden gelemeyiz. Hukuk adına yapılan kimi hukuksuzlukları yok sayamayız.
Kapatılmakla karşı karşıya kalmış bir parti olmasına rağmen AKP’nin, DTP’nin kapatılmasını seyrettiğini istesek de tarihten silemeyiz.
Yedi yıllık iktidarı boyunca hep “emek düşmanı” politikalara imza attığını; Türk Ceza Kanunun 301. maddesini ya da taş atan çocukların hayatlarını karartan ilgili maddeleri değiştirmek için kılını bile kıpırdatmadığını biz yok saysak bile hayatın gerçekliği yok saymaz.
Bu tür örnekleri kat be kat çoğaltmak mümkünken AKP’yi tek kurtarıcı diye sunmak ya da AKP karşıtlarına tek adres olarak “Ergenekon”u göstermek bilime de politikaya da çoğulculuğa da demokrasiye de hayata da insana da saygısızlıktır diye düşünüyorum. Ve ben tekçi düşüncelerin miadını doldurduğuna, 70’li yıllarda kaldığına inanıyorum. “Gelecek” ile ilgili “hayal” kuranlar, kendilerini başkalarının hayallerine kaptırarak, hayallerini gerçekleştirme yolunda adım atmış olamazlar diye düşünüyorum. Ben, emek bahçesinde herkesin eşit ve özgür olduğu o parlak günlerin bir gün mutlaka geleceğine hala inanıyorum. Bu inançla birilerinin tarafında değil, kendi tarafımızda bulunmayı daha doğru ve daha erdemli bir duruş olduğuna inandığımdan AKP veya Ergenekon’dan değil de “Helvacının kızından” yana tavrımı koyuyorum.