Hafta içinde salı günü sektörden 20 kadar tüpçü, Tekel işçilerine, ayıptır söylemesi işlerine yarayacağını düşündüğümüz üç-beş büyükçe paketle uğradık. Doğrusunu isterseniz, bizim grup da tam Tekelci işçiler gibiydi. İçimizde her renk, aynı rengin de farklı tonları vardı. Birisinin ağbisi AKP’li bir belediye meclisindeydi, işçiler Kızılay’a ilk çıktığında, “Bunlar kışkırtılıyor” demişti. ‘Zor bir ikna süreci’ yaşattı […]
Hafta içinde salı günü sektörden 20 kadar tüpçü, Tekel işçilerine, ayıptır söylemesi işlerine yarayacağını düşündüğümüz üç-beş büyükçe paketle uğradık.
Doğrusunu isterseniz, bizim grup da tam Tekelci işçiler gibiydi. İçimizde her renk, aynı rengin de farklı tonları vardı. Birisinin ağbisi AKP’li bir belediye meclisindeydi, işçiler Kızılay’a ilk çıktığında, “Bunlar kışkırtılıyor” demişti. ‘Zor bir ikna süreci’ yaşattı bana. Bir diğeri Tekel işçilerinin olabilecek iyi gidişata sekte vuracağından endişe ediyordu. Grup psikolojisi burada devreye girdi, ayrı düşmek istemedi. Ulaş, kendisini erken emekliye ayırmış babası Avni ağbinin yerine dükkânın başına geçmişti. Aramızda en genciydi. “Erkan ağbi, yarın gittik gittik, yoksa ben tek tabanca açlık grevine katılmaya gideceğim” diye beni tehdit bile etmişti. Ali Ekber’le Düzgün mesela, bir hafta önceden paketleri hazır hale getirmişlerdi.
Ben daha önce birkaç kez geldiğim için gruba bir tür mihmandarlık da yaptım. Zaten her çadır, olmuş ayrı bir stant. Tuna Caddesi girişindeki ilk çadırdan hani neredeyse ‘Türkiye’de Özelleştirme Uygulamaları’ konulu bir sunum alıp, yanındaki çadırda ellerine aldıkları bordrolar ile ‘bir kısım’ medyanın maaşlarını çarpıttığı bilgisini alıyor, 4C ile son çadırdan çıkıyorsunuz. Rıfat ağbi, bir cenazeye katılmaı gerekiyormuş, son çadırda bize katılabildi.
Şimdi haliyle, ilk defa geldikten sonra, köye döndüğünde günlerce Ankara’yı anlatan muhtar olmayacağım. “Yerinde gördüm, inceledim, halleri perişan” gibi cümleler kuramam. Tabii ki sıkıştırıldıkları cenderenin ne olduğunu çok iyi biliyorum ama bunu da anlatmayacağım. Hele maaşlarının gerçekten de sanıldığı gibi ortalama 2 bin 500-3 bin lira seviyesinde olmadığını, evet çok iyi biliyorum. Ayrıca bu neyi değiştirir? Bunun da üzerinde durmayacağım.
Hatta gelin, taleplerinin aşırı, niyetlerinin de hükümeti sarsmak olduğunda birleşelim.
Buna rağmen Tekel işçileri size unuttuğunuz çok önemli bir şeyi hatırlatmıyor mu?
Biz bu ülkede işçilerin yaşadığını unutmuşuz.
1986 yılında 3 binden fazla Netaş işçisi greve çıktığında, onları görmüş; biraz da deli muamelesi yapmıştık.
Üç yıl sonra 1989’un baharında işçiler bıyık keserek, saç kazıtarak, sakal bırakarak, bazen yalınayak, bazen de üstü çıplak yürüyerek, toplu viziteye çıkarak kafalarını uzattılar.
Arada bir olan göçükleri saymazsanız, Zonguldak’ta işçilerin olduğunu hatırladığımız son tarih, 1990 yılı sonu. Ankara’ya yürüyorlardı.
Onların hepsi, 12 Eylül’den önceki reflekslerini kaybetmemiş ‘ideolojik’ işçilerdi. Emekli oldular. Yeni kuşak işçilerin içinde 89 Bahar Eylemleri’ni hatırlayanlar bile yok, kimse korkmasın. Yeni kuşak işçilerin içinde uyanık olanları, sendika yönetimine kapağı atıp, 1000 lira maaşımı, nasıl aylık ortalama en az beş bine çıkartırımın peşinde.
Şimdi 20 yıl sonra, 45 gün Ankara’nın sert kışına direnebilen birilerini görünce, şaşkınlığımızı sokacağımız kılıf bulmaya çalışıyoruz: ‘Bunlar ideolojik!’ Tabi bu soğuğa direnebilmek, her gün birkaç doz ‘ideoloji’ almadan olmuyor.
İyi bir dil tutturduğunu sanan yüksek siyasetçiler de cabası! ‘Tekel işçileri tahriklere kapılmasın.’ Öyle ya, alıştınız, işçi tahrik olmadan hareket edemez.
“Benim kızım yüksekokul mezunu, atama bekliyor, bin liraya razı, sigara saran ilkokul mezunları 700 lirayı beğenmiyor” diyen de büyük ihtimalle bir başka işçi emeklisi.
Tekel işçilerini, ‘Kumlu istifa’ diye bağırınca, ‘ekmek yediği tekneye sıçan başıbozuk’ yerine koyuyoruz. Daha edeplilerimize göre onlar, ‘örgütlü yapıyı bozuyor.’
Alışmışız çünkü, bu ülkede işçiler değil, hamasetten başka lafları kalmamış sendika yöneticileri konuşuyor yıllardır. Şimdi işçiler konuşunca her sözüne bir kulp takmaya çalışıyoruz.
Ne güzel her iki yılda bir toplu sözleşme müzakereleri bir-iki laf ebeliği, birkaç ‘greve gideriz’ kuru sıkı tehdidiyle geçip gidiyordu. Kocasını uğurladıktan sonra birbirlerine kahve içmeye, fal bakmaya gelmiş ev kadınları gibiydi sendikacılar ve hükümet.
Şimdi foya döküldü, makyaj aktı. Şimdi aynaya bakabilmek için, işçilerin ne dediğini duyabilmek için, -10 derecede, fazla değil yarım saat evimizin balkonunda durabilmek gerekiyor.
Alın size, kim haklı kim haksız, anlamanız için basit bir deney. Yarım saat o soğuğu yiyenler, Kızılay’a çıkıp işçilere ‘haksızsınız kardeşim’ diyebilir, gönül rahatlığıyla. Bu kadar basit.
Hem hiçbir ‘ideolojik yanı’ yok bu deneyin.
O yarım saat ancak size anlatabilir, kimlerin ‘yatarak para kazandığını.’