Tekel direnişi, herkese üç çocuk yapmanın telkin edildiği genç nüfuslu ülkemizde, pek çoğumuzun kendini bildiğinden beri gördüğü en büyük işçi direnişi. ’89 Bahar Eylemleri ve Büyük Madenci Yürüyüşü’nden sonra yaşanan en ciddi emek hareketliliği olduğu konusunda pek çok kişi görüş birliğine varmış durumda. Tekel direnişi, neoliberalizmin yaşamımızda yerleşik hayata geçtiği zamanlarda, neoliberalizme ve getirdiği çalışma […]
Tekel direnişi, herkese üç çocuk yapmanın telkin edildiği genç nüfuslu ülkemizde, pek çoğumuzun kendini bildiğinden beri gördüğü en büyük işçi direnişi. ’89 Bahar Eylemleri ve Büyük Madenci Yürüyüşü’nden sonra yaşanan en ciddi emek hareketliliği olduğu konusunda pek çok kişi görüş birliğine varmış durumda. Tekel direnişi, neoliberalizmin yaşamımızda yerleşik hayata geçtiği zamanlarda, neoliberalizme ve getirdiği çalışma rejimine karşı direnişin karakteristiğinin nasıl olabileceği üzerine ipuçları veriyor bize. Bu açıdan TEKEL direnişi, hem toplumsal muhalefet hem de işçi sınıfının bilimini üretenler için bir okul niteliğine büründü.
AKP’ye verilen süre dün doldu. İşçilerin direnişi, belki de kendilerinin bile önceden öngörmediği biçimde açlık grevlerine dönüşmüştü. Türk-İş’in önünden ambulanslar kalkmaya başlamışken, genel grev kartını göstererek eyleme ara veren işçileri AKP, onları gittikçe yurttaş algısından kovacak bir tarzda eleştiriyor. İşçilerin kararlılığı AKP iktidarını kızdırırken, her kızgın iktidar gibi onun çirkin yüzünü daha da açığa vurmasına, yapılan açıklamalarsa Tekel işçilerinin haksız ithamlara karşı daha da bilenmesine neden oluyor. İşçilerin tepkilerini üzerinde toplayan bir diğer kurum olan Ankara Valiliği de, işçilerin medyada Çadır Kent diye anılmaya başlanan direniş alanını esnafın sözde şikâyetlerini gerekçe göstererek kaldırması için talimat verdi. Gelen yaygın tepkiler üzerine ”Sağlıklı bir ortam değil… Her an yangın çıkabilir… Tekel işçilerinin Tuna Caddesi’nde çadırların altında barınmaları, sağlık ve can güvenliği açısından uygun olmadığı için eyleme bir an önce son vermelerini istiyoruz” diyerek bir anlamda kazı çevirmiş oldu. İşçilerin kazanmak için canlarından vazgeçtiklerini söyledikleri bir dönemeçte sadece gülünebilecek bir açıklama.
AKP temsilcilerinin aldıkları oy oranından mı, arkalarındaki güçlerden mi kaynaklandığını merak ettiğimiz, gittikçe akıl almaz hale gelen pervasızlığı bu kez de maliye bakanında vücut buldu. Bakan Şimşek, Tekel işçilerine sözüm ona merhametli davranmalarının, direnişin bu noktaya gelmesine yol açtığından dem vurdu. AKP zaten merhametliydi, kömür dağıtıyordu, gıda dağıtıyordu… “Ölmememizi sağlayacak” şeyleri yer yer temin ettiğimiz belediyeleri, kimi STK’ları da mevcuttu. O zaman cevabı Eski Yunan’dan beri bilinen pek basit bir soru soralım: Yaşamın anlamı nefes alıp vermekten mi ibaret? Alanlarda atılan o slogan bugün Tekel direnişinde ete kemiğe bürünüyor: “İNSANCA bir yaşam istiyoruz”. İşte bu yüzden Tekel işçisinin, ölmek var dönmek yok şiarı, aslında başka bir yaşamı üretecek slogana dönüşüyor. Zira başka türlü bir Yaşamak VAR. Bu imkânı aramak için tersiyle yüz yüze gelmemiz gerekse de, var. Bu başka türlü Yaşamak’ın peşine düşen insanlar, belki yarın ölüm orucuna yatacaklar. Ne var ki, AKP’nin bu kölece “yaşatmak” üzerinden acemice, beceriksizce kurduğu söylemi soruna sunduğu çözümde, gittikçe irkilerek, tiksinerek dinliyoruz. Erdoğan, “Sana 4-C kapsamında iş verelim’ diyoruz, istemiyorsun”, diyor Tekel işçisine. Maliye bakanı ise, onlara sokağa atılmadıkları için “şükretmeleri”ni telkin ediyor. Bunun yalın hali şu: Seni ölmeyecek kadar yaşatmıyor muyuz? Korkma ölmeyeceksin, kitlesel olarak ucuz işgücü gereksinimini karşılamak üzere yaşar halde hazır bulunacaksın. “4-C’yi al, dön evine diyor. Bunu bulamayanlar var, ülkede şu kadar işsiz var diyor, sanki bu işsizlikten kendileri sorumlu değilmiş gibi.” (Bu tespit Sendika.Org’a röportaj veren bir kadın işçiye ait).
Korkma (diyemeyeceğim) TEKEL işçisi, zira ölmeyeceksin. Yaşayacaksın, ancak çocuklarını okutamadan. Yaşayacaksın, evin ve işin arasında yürüdüğün saatlerde yaşayacaksın. Yaşayacaksın ertesi günkü 3 öğünün hesabını yaparken. Yaşayacaksın, en basit rahatsızlıktan ölme korkusuyla, yaşayacaksın, işten atılma korkusuyla, ölürken yaşadım bile diyebilemeyeceğin bu yaşamı bile kaybetme korkusuyla, “yaşayacaksın”. İşte böyle bir yaşamak, sunduklarına şükretmemizi istedikleri… Yine de korkma “ölmeyeceksin.”
Şimdi TEKEL işçisi, üzerine ölü toprağı serpilmiş bir toplumsal muhalefeti uyandırıyor. Zira onun açlık grevleri, iktidara en cepheden karşı çıkışın simgesine dönüşüyor. Sokakta yerlerde üzerinde battaniye ile yatan bu insanlar, aslında AKP’nin bize sunduğu “yaşama” seçeneğinin resimli sözlük karşılığını oluşturuyor. Televizyondan, yoldan geçerken onları görüp acıma duygusuna kapılanlara, şunu diyebiliyorlar: Buradan gidersek razı olacağımız böyle bir yaşam belki de. Bu yüzden, kurduğu sadaka ekonomisi içinde bizi “var ettiği” teziyle kendi varoluşunu savunan AKP iktidarına karşı, yaşamanın gerçek anlamını savundukları için açlık grevi yaptılar ve dediler ki: Eğer varlık sebebi bize sunduğu bu “hayat”sa, ona anladığı dilden karşılık veriyoruz. AKP’nin yoksullar için “varlık sebebi”nin yani, bu türlü bir hayat seçeneğinin reddinin en çıplak hali.
Bitirmeden şunu da eklemekte fayda var: İşçilerin sık sık vurguladığı iki şey: Bir Kürt işçi: “Burada herkes birbirinin çadırına gidiyor, Türk’müş, Kürt’müş… Burada bir aile gibi olduk”… Türbanlı bir kadın işçi: “Burada kadın erkek diye bir şey kalmadı. İnanın günlerdir burada aynı yerde yiyip içiyor, yatıp kalkıyoruz, en ufak bir rahatsızlığımız olmadı”… Şimdi bu gibi “açılımlar” için AKP iktidarının Tarafından getirilecek çözümleri bekleyen bazı aydınların bu sözleri kulak arkası edip etmeyecekleri merak konusu.
Uzun lafın kısası, herkes sonunu merak etse de Tekel direnişi tüm nitelikleriyle AKP’nin varlık nedeninin köküne kibrit suyu döküyor.* Başka türlü bir yaşam isteğinin, başka türlü bir kardeşleşme imkânının sembolleşmiş hali olan, yaşımızın yettiği ilk büyük işçi direnişine toplumsal muhalefet, merhaba diyor: Merhaba proletarya, uzun zamandır görüşemedik, arayı fazla açmayalım…
*İşte bu nedenle şu dizeler geliyor akla: “Mussolini çok konuşuyor… bağıra bağıra… kendi sesiyle uyanarak, korkuyla tutuşup, korkuyla yanarak, durup dinlenmeden konuşuyor… çok korktuğu için çok konuşuyor.”