Hiç kimse, KESK’te cisimleşen, Türkiyeli kamu emekçilerinin yarattıkları mücadele değerlerinin kolayca, masa başında oturarak, ağır bedeller ödemeden gerçekleştiğini söyleyemez. Bu birikim, tarihin belli dönemlerindeki toplumsal/siyasal köşe taşlarıyla çizgileri çizilebilecek, ancak birbirinden kesin sınırlarla ayırmanın mümkün olmadığı evrelerden geçerek bugüne gelmiştir ve geleceğe de ışık tutabilecek derinliktedir. Bu derinliğin, ilgilenen herkes tarafından doğru biçimde kavranabilmesi için […]
Hiç kimse, KESK’te cisimleşen, Türkiyeli kamu emekçilerinin yarattıkları mücadele değerlerinin kolayca, masa başında oturarak, ağır bedeller ödemeden gerçekleştiğini söyleyemez. Bu birikim, tarihin belli dönemlerindeki toplumsal/siyasal köşe taşlarıyla çizgileri çizilebilecek, ancak birbirinden kesin sınırlarla ayırmanın mümkün olmadığı evrelerden geçerek bugüne gelmiştir ve geleceğe de ışık tutabilecek derinliktedir. Bu derinliğin, ilgilenen herkes tarafından doğru biçimde kavranabilmesi için KESK tarihinin yazılması, pek çok kişi ve çevre tarafından dile getirilen bir ihtiyaç halini aldığı gibi tarafımızdan da bir süredir farklı platformlarda ifade edilmektedir. Nitekim bu konuda hazırlayageldiğimiz, kısa süre içinde tamamlayacağımız bir çalışma bulunmaktadır ancak bu çalışma henüz tamamlanmadan, giriş niteliğinde bir yazı yazmak da zorunlu hale gelmiştir. Zorunluluğun nedeni, tahmin edilebileceği üzere, Canan Koç ve Yıldırım Koç’un bir süre önce piyasaya sürdükleri ve KESK çevrelerinde tepkilere yol açan “KESK Tarihi 1 – Risk Alanlar, Yolu Açanlar” kitabıdır.
Koçların yazdığı kitabın tepki toplamasının nedeni, KESK içindeki dinamiklere yönelik dostça sayılamayacak bir dil kullanması ve kitabın ardından Yıldırım Koç’un yürüttüğü tartışmalarda iddia ettiğinin aksine, çalışmanın bir tarih çalışmasından çok, olayların kronolojisine serbest vezin eklenen bağlantısız politik yorumlardan ibaret bir metin olmasıdır. Tarih, çeşitli toplumsal aktörlerin mücadele alanıdır ve bu nedenle de kuşkusuz herkes kendi tarihini yazar. Hele ki söz konusu olan KESK gibi, henüz tarih içindeki yolculuğuna devam eden bir örgüt ise, tarafsız bir tarih yazmak mümkün değildir. Ancak en azından çalışmanın yönteme ve içeriğe ilişkin asgari bir iç tutarlılığa sahip olması, okurları tarafından ona atfedilecek değeri önemli ölçüde etkiler. Yani, nasılsa tarafsız tarih olmazmış diyerek, herkes aklına ilk geleni yazıp, tarih diye yutturmaya kalkarsa da yapılan işin bir değeri olmaz.
Yazarların yöntem ve içeriğin tutarlılığı konusunda pek titiz davranmadıklarını söylemek yersiz olmayacaktır. KESK ile ilgili politik değerlendirmeler olarak piyasaya sürülse, üzerinde pek konuşulması gerekmeyen, önümüze sıkça gelen devletçi/milliyetçi bir metin olarak es geçebileceğimiz bu kitap, KESK tarihi olma iddiası taşıdığı oranda bizden de bir itirazı hak ediyor. Nitekim kitapta anlatılan olayların ve olaylarla ilgili yorumların yersiz olma ihtimali yayınevi tarafından da, sunuş yazısında utangaçça itiraf ediliyor. Yayınevinin “gerçeğin travmatik etkisi” dediği şey, aslında gerçeğin travmatik okunuşundan kaynaklanan ‘çarpıtma hakkı’nın kullanılması olabilir ancak. Yayınevi, kitapla birlikte Koçların çarpıtma haklarını kullandıklarını görüyor olmalı ki uyarıyor: “… Gerçekten de kitapta anlatılan herhangi bir olay kitabın naklettiği belgedeki gibi ‘cereyan etmemiş’ olabilir. Ama, gerçek hayatta konuşulmuş olan ‘sözlerden’ neredeyse hiçbiri hatırlanmıyor… Sıkıysa kanıtla!…”(s.15). “… Gerçek, her zaman ‘olduğu ve yaşandığı’ haliyle değil, belgedeki ‘kanıtlar’ nezdinde kabul görüyor…”(s.16). Yayınevinin, son kertede ahlaki sayılabilecek bu uyarısının anlamı şudur: Bu kitapla ilgili tartışma açıp, tarihi başka türlü yazmazsanız, burada söylenenler son söz olarak kalır ve KESK tarihi buradaki biçimiyle son halini almış olur. Siz istediğiniz kadar sözlü itiraz yapın, zaman içindeki etkisi düşünüldüğünde yazının hükmü sözün üstündedir. Eğer hiç kimse “bu KESK tarihine” itiraz etmezse, örgütün tarihi Koçların söylediği gibi olur.
Biz de, kitabın satışlarını artırma riskini göze alarak, Koçların KESK tarihine ilişkin itirazlarımızı tartışma gereği duyduk. Neyse ki KESK sahipsiz değildir, yoksa son sözü Koçlar söylemiş olacaktı. Gerçeğin travmatik etkisi! diyerek hiç kimse bu işten kolayca kurtulamaz. Meramımızı yaygın bir deyişle ifade edecek olursak, “ortalık o kadar da boş değil”.
Bayram değil, seyran değil!
Koçların yazdıkları kitap basitçe bir araştırma/inceleme merakının, sendikal mücadeleye duyulan ilginin ya da kitap satıp para kazanma hevesinin bir sonucu olarak görülmemelidir. Bunların hepsi geçerli olabilir ancak asıl önemli olan kitabın yazıldığı tarihsel kesittir. Kitap hangi tarihsel, toplumsal, politik koşullarda yazılmıştır ve bu koşullar içindeki anlamı nedir? Bu soruya yanıt vermek, yani kitabı gerçek bağlamına oturtmak, yapacağımız eleştirileri de hangi zeminde yaptığımızın çerçevesini çizecektir.
12 Eylül sonrası kamu emekçileri mücadelesinin tarihsel gelişimini dört evrede tartışmak mümkündür.
Birincisi, çeşitli düzeylerdeki öğretmen örgütlenmelerinin yaptığı tartışmalar ve çalışmalarla başlayan, önce sendikal örgütlenme ihtiyacının açığa çıkarılması ve sonrasında örgütsel/politik zeminin hazırlanması sürecidir. Bu evre, çok farklı örgütsel formlar aracılığıyla öğretmenlerin ve ardından da diğer işkollarındaki kamu emekçilerinin sendika kurma fikrini olgunlaştırdıkları ve kitlesel/direngen bir mücadele sürecinin ilk adımlarının atıldığı başlangıç dönemi olarak kabul edilebilir.
İkinci evre, diğer örgütsel araçların sendikalara doğru evriltildiği, sendikaların fiilen kurulduğu ve toplumsal mücadele sahnesine çıktıkları dönem olarak görülebilir. Bu aşamada önce çeşitli anlayışlar etrafında çok sayıda sendika kurulmuş ve süreç içinde bu sendikalar işkollarında örgütlü birleşik sendikalara doğru ilerlemiştir. Bu evre aynı zamanda, KESK tarihinin gözle görünür en yoğun çatışmalı dönemidir de.
Üçüncü evre, 4688 sayılı yasanın çıkışı ile tanımlanabilir. Bu yasanın kamu emekçileri mücadelesinde, niteliği önemli oranda olumlu ve olumsuz biçimlerde etkileyen bir etken olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.
Dördüncü evrenin başlangıç tarihi ise 2004 yılında Eğitim Sen’e karşı açılan kapatma davasıdır. Bu dava, daha sonradan ayrıntılı biçimde tartışacağımız üzere, kamu emekçileri mücadelesine yönelik devletçi/milliyetçi (kimileri ulusalcı da diyebilir) bir müdahale sürecinin başlangıcı olması nedeniyle önemlidir. Bu süreçte KESK, önce Eğitim Sen içinden bölünme yoluyla yeni bir sendika çıkartarak, ardından da diğer işkollarında aynı süreç işletilerek yeni bir konfederasyon kurma çabasına girişilerek ve bu arada da içeriden müdahaleler yaparak ‘makas değiştirmeye’ zorlanmıştır. Bu müdahale süreci KESK’in kurucu dinamiklerinin direnişiyle boşa çıkartılmıştır ancak halen çeşitli biçimlerde devam etmekte ve gündeme göre değişen oranlarda mücadeleye etkide bulunmaktadır.
Koçların kitabı, kamu emekçileri mücadelesinin dördüncü evresi olarak adlandırdığımız, devletçi/milliyetçi müdahale ve KESK içindeki devrimci dinamiklerin buna karşı direnişi ile tanımladığımız döneminin bir ürünüdür. 2004’te Eğitim Sen’e açılan anadilde eğitim konulu kapatma davası, 2005 KESK kongresinde yaşanan çalkalanmalar ve ardından geliştirilen ‘makas değiştirme’ söylemi, KESK içinden ayrı bir konfederasyon çıkarma çabaları ve yaşanan ayrılma ve en son KESK’e yapılan jandarma baskını, gözaltılar bu müdahale döneminin önemli olaylarıdır. Bu dönemle ilgili değerlendirmelerimizi ve buna karşı duruşumuzu çeşitli zeminlerde dile getirdik. Bir kez daha özetlemek gerekirse, bu olaylar daha sonradan Ergenekon davasına da konu olan, tüm toplumsal kesimleri hizaya sokma gir
işimlerinin kamu emekçileri hareketine düşen payı oldu. Kamu emekçileri hareketi, çeşitli biçimlerde gerçekleştirilen müdahalelerle devletçi/milliyetçi bir çizgiye çekilmek istendi ancak buna karşı direndi ve direnişi halen devam ediyor. Koçların kitabı, kamu emekçileri mücadelesi ile ilgili bir tarih çalışmasından çok, bu devletçi/milliyetçi müdahaleye tarihsel bir arkaplan kurma, KESK üzerinde yürütülen hegemonya mücadelesinde, bu müdahaleye tarihsel zemin oluşturma çabası olarak okunmalıdır.
Diğer taraftan, burada bizim kitaba yönelttiğimiz eleştiriler de, kamu emekçilerinin bu devletçi/milliyetçi müdahaleye nasıl karşı koyabileceğine, eşitlikçi ve özgürlükçü bağımsız mücadele hattını nasıl koruyup geliştirebileceğine işaret eden bir teorik/politik zeminden hareket etmektedir. Nitekim bu teorik/politik zemin, bizim “mücadele tarihimize” bakışımızın da temel referans çerçevesini oluşturmaktadır. Bir tarafa Koçların KESK tarihini, bir tarafa da bizim mücadele tarihimizi koyduğunuzda, karşınıza kamu emekçileri mücadelesinin dördüncü evresini tanımlayan müdahale ve karşı duruşun somut göstergeleri çıkacaktır.
Devletçi/milliyetçi müdahalenin tarih tezlerini ele alırken yaptığımız eleştirilerin üzerimize yüklediği misyonun farkındayız. Çalışmamızı bir an önce bitirmemiz gerekiyor. Ama bitirmeden de şu notu tarihe düşebiliriz: Başka bir KESK tarihi vardır ve bu büyük mücadelenin koşullarını, heyecanını, yarattığı duyguları ve dayandığı inancı daha doğru bir zeminde ifade etmektedir.
Yaşasın sınıf: Kürt sorunundan saklanmanın en kısa yolu
Uzunca bir süredir Türkiye’nin en yakıcı sorunu olagelen ve son dönemlerde yeni biçimler alarak gündemdeki hâkimiyetini korumaya devam eden Kürt sorunu, Koçların KESK tarihinde de merkezi bir yere sahip. Yazarların KESK ile ilgili temel tezlerini Kürt sorununa yaklaşımları ekseninde kurmuş olmaları, kitabın, kamu emekçileri hareketine yönelik devletçi/milliyetçi müdahalenin bir parçası olmasının en açık göstergelerinden biri. Yazarların iddiası odur ki kamu emekçileri hareketi “Kürt milliyetçilerinin” içinde yer alması ve onlarla ittifak yapan grupların, kendilerinin beceremedikleri silahlı mücadeleyi kitlesel şekilde yürüten PKK’ye sempati ve dostlukla yaklaşmaları (s.31) nedeniyle etnik kimliği öne çıkararak işçi sınıfını bölen bir pozisyona düşmüştür. Hareketi kuran ve yürütenlerin sosyalist-komünist kadrolar olduğunu sıkça belirten yazarlar, bu kadroların “Kürt milliyetçileri” ile ittifakı temel aldıkları için emperyalizme karşı çıkmayı ihmal ettiklerini, toprak ağaları ve şeyhlerin halk üzerindeki baskı ve sömürüsüne ses çıkarmadıklarını belirtmektedir (s.176). Bu nedenlerle bölücü damgası yiyen, geniş memur kesiminin tepkisine neden olan ve memur sendikalarının siyasal olarak bölünmesine neden olarak sınıf bilincinin gelişmesini engelleyen KESK’in (s.36), Türkiye işçi sınıfı tarihine çok önemli sayfalar olarak geçen büyük, coşkulu kitle eylemlerine karşın net aylıklarını milli gelirdeki artış kadar yükseltemediği (s.32), çalışma süresi, yıllık ücretli izin, çeşitli izinler, disiplin hükümleri, yemek, servis, lojman ve aylıklar konusunda önemli başarılar elde edemediği yazarların temel tezlerindendir (s.35).
KESK ve bağlı sendikaların çalışanların özlük haklarıyla hiç ilgilenmediği iddiası, KESK’in Kürt sorununda barışçı çözüm önerilerini bölücü bulan çevrelerin ve tabiî ki devletçi/milliyetçi müdahalenin de temel argümanlarından biridir. Oysa ki KESK çalışma raporlarına bakılırsa, bu iddianın doğru olmadığı görülebilir. Yine de KESK’in kamu çalışanlarının bütün özlük sorunlarını çözebildiğini söylemek abartı olacaktır. Ancak kamu çalışanlarının ekonomik ve sosyal durumlarının olumsuz gelişmesinin nedeni de herhalde KESK değildir. Yani hırsızın hiç mi suçu yok?
Bu gerçekliğe rağmen KESK’in sürekli ve sadece Kürt sorunuyla ilgilendiği tezi safsatadan ibarettir. Gerçeğin, özel olarak seçilmiş bir kısmını aktarmak da çoğu zaman etkin bir çarpıtma tekniğidir ve ülkemizde her dönemde karşılaştığımız özel bir kontra taktiktir. Buna karşın KESK, her dönemde Kürt sorununda barışçı bir çözümden yana olmuştur, silahlara dayanan çözüm önerilerine karşı çıkmıştır ve bu tutumunu her fırsatta ortaya koymuştur. KESK’in bu tutumuyla ilgili belgeler, eğer gerçekten titiz bir tarih çalışması yapılacaksa, arayan herkes tarafından kolaylıkla bulunabilir. Miting meydanlarında yerlerde kalan bildirilerde bile, isterseniz KESK’in bu tutumunu görebilirsiniz. Hal böyleyken Koçların da katıldığı, KESK’i “Kürtçülük”le suçlama kervanının tek çıkış noktası “Türkçülük” olabilir. Ancak sol çevrelere hitaben konuşuyorsanız (yani misyonunuz bu çevrelere yönelik ise), basitçe ortaya çıkıp, konu Kürt sorunu olduğunda “Türklük damarının” kabardığını söylemek geçer akçe olmadığından, kendinizi başka bir kisve altında sunmanız gerekir. Günümüzde sola doğru konuşan milliyetçilerin bu sorunu aşmak için sığındıkları sahte bir liman bulunmuştur: Sınıf!
Kültür/kimlik sorunları, öyle ya da böyle, çağımızın en yakıcı çatışma alanı halini almıştır. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde bu çelişki ve çatışmalar hayatı şekillendiren bir hal almaktadır. Türkiye’de de Kürt sorunu, sıcak çatışma durumunun devam etmesi ile insanların hayatlarını her açıdan etkileyen çok önemli bir noktada durmaktadır. Bu nasıl bir sınıf temelli yaklaşımdır ki hayatın canlı akışını görmezden gelmemize neden olsun! Sınıf perspektifi, dünyayı anlamak ve değiştirmek için kullandığımız bir referans çerçevesi sunduğu için bize göre anlamlıdır. Burada kritik kavramlar anlamak ve değiştirmektir. Bu sorunu görmezden gelen bir yaklaşımın, dünyada ne olup bittiğini anlamak yerine, “bana ne, bana ne” diyen bir çocuk ısrarcılığı içinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Sınıf çatışmaları ve kültür/kimlik çatışmaları günümüzde birbirinden kolayca ayırt edilebilen sorun alanları olmaktan çıkmıştır. Bu sorunlara bakışımız “sınıf temelli” olabilir ancak bunun anlamı sorunları “sınıfın içine tıkıştırmak” olmamalıdır. Tüm dünyada sol, kültür/kimlik sorunlarını emek mücadeleleriyle birleştirecek yeni bir dil ve bakış açısı üretmeye çalışıyor. Çünkü sol (ve tabiî ki sınıfsal) yaklaşım etrafımızda akıp giden toplumsal yaşamı çepeçevre kuşatan çarpıcı sorunları görmezden gelmenin bir bahanesi olamaz.
“PKK, Marxist-Leninist değil ki!”, “orada aslında toprak reformu yapılması lazım”, “etnik mücadele sınıfı böler”, “emperyalizmin oyunu bunlar” ve benzeri kodlarla ifade edilen günümüz milliyetçi sol pozisyonları, sınıfı, hayatı anlamak ve değiştirmek için kullanılan tarihsel/toplumsal bir kavramsal çerçeve olmaktan çıkartıp, gizli ya da açık devletçi/statükocu çizgilerinin meşrulaştırıcı mekanizması haline getirmektedir. PKK, Marxist-Leninist değildir de ama sen öyle misin? Kürt illerindeki feodal ilişki biçimlerinin en çok son Kürt isyanı döneminde çözüldüğünün farkında değil misin? Türkiye’nin en yoksullarının Kürtler olması etnik sorunlarla sınıf meselelerinin iç içe geçmişliği hakkında seni hiç düşünmeye sevk etmiyor mu? Emperyalizmin, kültür/kimlik sorunlarını “kaşımaması” için bu sorunların iç dinamiklerle çözülmesi gerektiğini fark etmen için daha kaç yıl geçmesi gerekiyor? Aslında, sınıfın arkasına saklanan Türklük duyguların