Bu satırların yazıldığı sırada Tekel işçileri direnişlerinde 8. günü bitirmişlerdi. Kelimenin tam anlamıyla Ankara’yı salladılar. Kuşkusuz Tekel işçilerinin mücadelesinin başarıyla sonuçlanması herhangi bir işyerindeki veya işkolundaki mücadele veya direnişten çok daha etkili olacaktır. Tekel işçilerinin Ankara’daki kararlı duruşlarını TV’de izlerken içimdeki sızıyı Yüksel Akkaya, sendika.org ‘ta yayınlanan yazısında dile getirdiğinden hiç o bahse girmeyeceğim. Bütün […]
Bu satırların yazıldığı sırada Tekel işçileri direnişlerinde 8. günü bitirmişlerdi. Kelimenin tam anlamıyla Ankara’yı salladılar. Kuşkusuz Tekel işçilerinin mücadelesinin başarıyla sonuçlanması herhangi bir işyerindeki veya işkolundaki mücadele veya direnişten çok daha etkili olacaktır.
Tekel işçilerinin Ankara’daki kararlı duruşlarını TV’de izlerken içimdeki sızıyı Yüksel Akkaya, sendika.org ‘ta yayınlanan yazısında dile getirdiğinden hiç o bahse girmeyeceğim.
Bütün bir özelleştirme sürecine, binlerce emekçinin hak kayıplarına uğramasına sessiz kalmalarına rağmen yine de Tekel işçilerine teşekkür etmek istiyorum. Bu direnişi örgütleyen sendika yöneticilerine de. Özellikle sendika yönetimi umarım sonuna kadar şu anki duruşlarını korur ve sendikaların yerlerde sürünen itibarını biraz olsun ayağa kaldırırlar.
Gelelim yazının başlığına. Tekel işçilerinin bu kararlı mücadelesi sınıf mücadelesi açısından bir dönemin sonunun “görkemli kapanışı” olacak sanırım. Sosyalizmin kapitalizme tehdit oluşturduğu bir döneme özgü olan kamu sektöründeki icazetli sendikal örgütlenme dönemi özelleştirme saldırılarıyla kapanmıştı. Pek çok yerde sessiz sedasız bazı yerlerde ise SEKA örneğinde olduğu gibi “pazarlık gücünü arttırmakla” kendini sınırlayan karşı çıkışlarla özelleştirme sürecinin sonuna gelindi.
Bu mücadelelerin hepsi “kazanılmış hakları koruma” amaçlı çabalardan oluşuyordu. Geleneksel işçi sınıfının kalıntıları savaşı kaybederken bazı muharebelerde onur kırıcı yenilgiler aldı, bazılarında ise vuruşa vuruşa geri çekilmeye cesaret etti. Tekel işçileri ise sonuna kadar, kıran kırana savaşmayı tercih etti. Bu şekilde savaşı dövüşerek onurluca kaybetmeyi ya da kimsenin ummadığı şekilde kendi muharebesini kazanmayı ya da gösterdikleri cesarete değecek bir kazanım elde etmeyi istiyorlar.
Özelleştirmeye karşı mücadelede işçi sınıfı ve sendikalar ülkelerinin geleceği ile kendilerinin geleceği arasındaki sıkı ilişkiyi göremedikleri veya görmek istemedikleri için kötü yenildiler. Ülkenin bütün kamusal kaynaklarının sermaye sınıfına peşkeş çekilmesine seyirci kaldılar, bu süreçte tek dertleri kendi kazanılmış hakları oldu. Bu nedenle kendi davalarına bile inanmadılar, toplumu da inandıramadılar.
Bugün Tekel işçileri uzatmaları oynuyor. Can havliyle saldırıyor, direniyor. Bütün öne çıkan söylemlerinden anlaşılacağı gibi en ileri idealleri “çocuklarının geleceği”. Oysa özelleştirme aynı zamanda ülkenin geleceğinin satılmasıydı. Ülkemizin geleceğinin karartıldığı bir yerde çocuklarımızın geleceğini nasıl görebilirdik!
Yaşadığımız dönem geleneksel işçi sınıfının tarih sahnesinden yavaş yavaş çekildiği ve yeni bir işçi kitlesinin bütün üretim alanlarını doldurduğu bir tarihsel sürecin başlangıcı. Onlar her şeyi yeniden ve kendi deneyimleriyle öğreniyor. Tıpkı 200 yıl önceki dedeleri gibi basit, naif ve kendiliğinden davranıyorlar. Onların gerçekten kaybedecek bir şeyleri yok, onlar kazanmak için varlar. Başka çareleri yok.
Biliyoruz ki işçi sınıfı mücadelesi bir nehir gibidir, kendi yolunu bulur, akar gider. Ancak nehirlerin ovalara yayılıp gücünü kaybetmemeleri, vadilerde kaybolmamaları ve görkemli bir şekilde denize ulaşabilmeleri için kendi varlıklarıyla ülkelerinin varlığı arasında çok sıkı bir bağ olduğunu hiç unutmamaları gerekiyor. Bu unutulduğunda, koca dünyayı sallayan işçi sınıfıyken kendi küçücük ekmeği için çırpınan bir işçi sınıfına dönüşmenin ne kadar kolay olduğunu artık biliyoruz.
Halkın Sesi Gazetesi 96. sayısında yayınlanmıştır.