2009 yılında, Avrupa’da modern tarihin en karanlık yanlarını anımsatan kimlik siyaseti tartışmalarının yoğunlaştığına şahit oluyoruz. Krizin etkisiyle toplumda emek-sermaye çelişkisi üzerinden kutuplaşmaların ilk işaretleri belirginleşirken bu kutuplaşmayı sabote edecek kimlik siyaseti tartışmalarının yoğunlaşması gerçekten çok ilginç. Minare yasağından ‘Beyaz Noel’e Avrupa ülkelerinin çevre ülkelerden ithal ettikleri göçmen nüfusun sayısı 20 milyona yaklaştı. Avrupa ülkelerinin yoksulları […]
2009 yılında, Avrupa’da modern tarihin en karanlık yanlarını anımsatan kimlik siyaseti tartışmalarının yoğunlaştığına şahit oluyoruz. Krizin etkisiyle toplumda emek-sermaye çelişkisi üzerinden kutuplaşmaların ilk işaretleri belirginleşirken bu kutuplaşmayı sabote edecek kimlik siyaseti tartışmalarının yoğunlaşması gerçekten çok ilginç.
Minare yasağından ‘Beyaz Noel’e
Avrupa ülkelerinin çevre ülkelerden ithal ettikleri göçmen nüfusun sayısı 20 milyona yaklaştı. Avrupa ülkelerinin yoksulları arasında “işlerimizi alıyorlar”, “sosyal hizmetleri kapıyorlar”, gibi söylemlerle başlayan bir yabancı düşmanlığı, 11 Eylül New York, 2004 Madrid, 2005 Londra bombalı saldırıları, film yapımcısı Theo van Gogh’un öldürülmesi, Hollanda karikatür krizi üzerinden “ulusal, tarihsel kimliğimizi tehdit eden Müslüman istilası” söylemiyle açık bir Müslüman düşmanlığına dönüştü. Avrupa’da muhafazakâr partiler, şimdi bu yoksulların oylarını almak için, en düşük ücretlerle en pis işlerde çalıştırılan, gettolarda yaşamaya zorlanan yabancı işçiler nüfusundan kurtulmak istiyormuş gibi davranıyorlar.
Yabancı düşmanlığı, 2009’da, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, ırkçı partilere grup kurabilecek sayıda temsilci çıkarma olanağı sağladı. İsviçre’de genel bir halkoylaması camilerin minarelerini yasakladı. Dahası, kamuoyu yoklamaları “yasağa hayır” oyu çıkacağını söylerken sandıktan kesin bir evet oyu çıkması, bu düşmanlıkların yüzeyde görünenden daha derin olduğunu düşündürüyordu. Belçika’da laikliği güçlendirmeyi amaçlayan bir yasa tasarısı, İsviçre oylamasının sonuçlarının da etkisiyle, Hıristiyan grupların direnişine takıldı. Fransa’da Başkan Sarkozy, Fransız ulusal kimliği üzerine doğrudan yabancıları hedef alan bir tartışma başlatırken, peçeyi ve çarşafı yasaklamayı amaçlayan bir yasa taslağı meclise gelmeyi bekliyor. İtalya’da ırkçılık, bu yıl bazı kasabalarda “Beyaz Noel” kampanyasına, yabancıların evlerine yapılan polis baskınlarına yol açtı. İtalya’da da cami yapılmasını önleyecek bir yasa tasarısı meclise geliyor. Musevi grupları da Avrupa çapında Yahudi düşmanlığının belirgin bir biçimde artmaya başlamasından yakınıyorlar.
‘Tek bir dünya’ ve ‘başkası’
Diğer taraftan, geride bıraktığımız 20 yılın küreselleşme tartışmalarını, teknolojik gelişmeleri, finansallaşma süreçlerini, toplumsal, kültürel anlamları bağlamında düşündüğümüzde karşımıza iki gerçek çıkıyor.
Birincisi, sermaye birikimi sürecinin metalaştırma dinamiklerinin giderek daha etkin biçimlerde dayattığı bir evrenselliktir. Metalaştırma ve sermaye evrenselliği, (“kâr makinesi”) toplumsal yaşamın üretildiği ve yeniden üretildiği “dünyaların”, coğrafi, ekonomik yapılarını, kültürel kodlarını çözüyor, homojenleştiriyor, özgünlüklerini yok ediyor. İkincisi, bu evrenselleştirme süreci içinde, güçlenen askeri /sinai-finans-medya-bilişim tekelleri üzerinde, her şeye egemen, kimi araştırmacılara göre sayıları 10 bini geçmeyen, bir oligarşi şekilleniyor (Örneğin: David Rothkopf, Superclass: The Global Power Elite and the World They Are Making, 2008)
İkincisi: Bu çözülmeye ve homojenleştirmeye karşı, dini, etnik reflekslerle direnme eğilimi körükleniyor. Ne yazık ki, bir giysiyi giyme, bir dili konuşma, bir kimliği yaşama hakkı, tek tek bireyler açısından ne kadar önemli olursa olsun, sermayenin, metalaştırma süreci yaşam dünyalarını altüst ederken “yaşamı” koruyacak etkili bir direniş seçeneği oluşturamıyor. Sermayenin homojenleştirme süreci, bu kez direniş araçlarını metalaştırarak, yeni “direniş piyasaları” oluşturarak, “özgürleşen dillerin”, seçkinlerinin, mülk sahibi sınıflarının etkilerini kullanarak yoluna devam ediyor.
Diğer taraftan, kimlik siyaseti, “başkasını” tanıma talebi üzerinde yükselen direniş stratejileri, çok büyük, ama gerçekle alakası olmayan bir varsayım üzerine inşa ediliyor. Le Novel Observateur’de gerçekleştirilen Badiou-Finkielkraut tartışmasında, Badiou’nun vurguladığı gibi, bu “başkası” söylemi, yaşadığımız dünyada gerçek düşmanların var olmadığı, “başkasını” tanır ve sayarsak demokratik bir barışın bizi beklediğini varsayıyor.
Ne yazık ki, tüm “yaşam dünyalarına” sonuna kadar nüfuz etmiş bir metalaştırma sürecinin, kapitalizmin, hatta emperyalizmin egemen olduğu bir dünyada (“tek bir dünyada”) yaşıyoruz. Ve bu, son derecede kırılgan, sürekli krizler, savaşlar ve bu altüst oluşlar içinde de sürekli “günah keçileri” üreten bir dünya. Dün Yahudiler, bugün Müslümanlar, Türkler için Kürtler, Kürtler için Türkler… Dünyayı dolaştıkça bu listeyi uzatmaya devam edebiliriz. Adeta, kuzuların, mezbahaya gitmekte olan bir kamyonun içindeki sıkışıklıktan birbirlerini suçlaması gibi: “Biraz öteye gidip bana biraz yer açsan, bak her şey nasıl düzelecek…” Evet, iyi fikir, ama sonunda kamyonun menziline varmasını engellemeyecek!