Hegelci felsefe ve onun diyalektik yöntemi bir devrim değil bir restorasyon felsefesidir. Karl Korsch- Hegel ve Devrim Üzerine Tezler Hakikat özgür ruhların ödülü ve uzun yalnızlıkların çocuğu olmadığı gibi, kendilerini özgürleştirmeyi başarmış olanların ayrıcalığı da değildir. Foucault- Entelektüelin siyasi işlevi Marx’ın, mutlak gerçeği arayan felsefe geleneğinin olduğu kadar, keşfettiği yasaları mutlaklaştırmaya eğilimli bir bilim anlayışının […]
Hegelci felsefe ve onun diyalektik yöntemi bir devrim değil bir restorasyon felsefesidir. Karl Korsch- Hegel ve Devrim Üzerine Tezler
Hakikat özgür ruhların ödülü ve uzun yalnızlıkların çocuğu olmadığı gibi, kendilerini özgürleştirmeyi başarmış olanların ayrıcalığı da değildir. Foucault- Entelektüelin siyasi işlevi
Marx’ın, mutlak gerçeği arayan felsefe geleneğinin olduğu kadar, keşfettiği yasaları mutlaklaştırmaya eğilimli bir bilim anlayışının da ötesine geçen “bilimler üstü” bir düşünme tarzı oluşturduğu bilinir.
Marx okumalarında karşılaşılan; “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar…” şeklindeki devrimci özne vurgusuyla, tarihin ve toplumun yasalarını devrimci öznenin müdahalesi dışında keşfetme eğilimi arasında hep bir gerilim olmuştur.
Bu gerilim, felsefe tarihine ait basit bir taraf tutma dışında, Marksist yöntemin yorumda ve uygulamada neden olduğu sorunlarla hesaplaşmanın sayfalarını da aralamıştır.
Sayfayı ilk aralayanlar Karl Korsch ve Althusser olmuştur. Karl Korsch, 1931’de Hegel ve Devrim Üzerine Tezlerde Hegelci felsefe için saptamalarda bulunur (1); ” O, genel olarak devrimin değil, 17.-18. yüzyıl burjuva devriminin bir felsefesidir. Burjuva devriminin bir felsefesi olarak dahi o, bu devrimin tüm sürecini değil sadece sonuçlanma safhasını yansıtır. Bu yüzdendir ki o, bir devrim değil bir restorasyon felsefesidir. Hegelci diyalektik, kendisinden önceki tüm saplantıları çözmesine karşın, eninde sonunda kendisi yeni bir saplantı yaratmıştır: o, bizatihi mutlak hale gelmiş ve aynı zamanda bağlı olduğu Hegelci felsefe sisteminin tüm doğmatik içeriğini de mutlaklaştırmıştır.” Althusser’e göre ise Marksizm’in kendi teorik özgünlüğü içinde “Hegel’in tersine çevrilmesi” olarak tanımlanması rahatsız edicidir. “Tersine çevirme” işlemi spekülatif felsefeden materyalizmi elde etmek için yapılır, fakat aksine daha çok bu felsefenin “bilinçsiz tutsağı” olur. Althusser, bu diyalektiğin Hegelci çerçevesinden “mikrop” kaptığını bu nedenle Marksist olamayacağını savunur.(2) Althusser’e göre Marksizm teorik bir anti-hümanizmdir. Şöyle ki, Marksizm hümanist bir felsefe ise merkezi teması “insanın özü” olmalıdır. Bu felsefenin görevi de insanın özünü ve temel ihtiyaçlarını araştırmak olmalıdır. Althusser’e göre Marksizmin bir tarih bilinci olarak katkısı, tarihin, öznesi olmayan bir süreç olduğunu kanıtlamasıdır. Bu çerçevede tarih, belirli bir insan özü etrafında oluşmaz. Marksizmi temelde bir bilim olarak bilimsel kavram ve terimle bunların en başında da üretim tarzı gibi, nesnel bilimsel kavramlarla anlayabiliriz. Bu aşamada Althusser, diyalektiğin Hegelci çerçevesinden mikrop kaptığını söylemekle ne demek istemiş olabilirdi…
Platon’la birlikte, o zamandan beri felsefe tarihine ya da en azından bu tarihin ana akımına egemen olan Platoncu bakış, insana, kendi epistemesinden çıkarsayarak, ne yapması gerektiğini söyler, üniter bir varlıkbilim arar ve bulduğuna da inanır. Bu varlıkbilimin merkezine, tıpkı geri kalan şeylerin de merkezine olduğu gibi, belirlenmişliğe ilişkin meta-düşünceyi yerleştirir. Bu varlıkbilimden ideal siyasal rejim türetmeye çalışır. Daha sonra da, gerçekliği kutsar, yani, her alanda mevcut olan her şeyi akılcılaştırmaya başlar.
Özneyi “varlık” olarak tanımlayan bu gelenek, Hegel’le birlikte merkez kaymasına uğramıştır. Hegel’de merkeze alınan kurucu özne “tin”dir. Tin ve tarih kavramları arasındaki diyalektikte, “tin” özne, yani kurucu olan, tarih ise nesne, yani kurulandır. Bu idealist yöntemin ‘yöntemi’, Marx’a gelindiğinde idealizmi atılıp olduğu gibi kabul edilmiş, diyalektiğin başında ve sonunda çatışma ortadan kaldırılmıştır. Hegel’deki ‘tin’in’ yerine ‘madde’nin konulmasıyla ortaya çıkan tarihin, mutlak bilme üzerine temellendirilmiş yasalarının keşfidir ve insan eyleminin bu önceden belirlenmiş yasalar karşısında hiçbir anlamı yoktur. Ayakları üstüne yeniden oturtulan Hegel diyalektiğinin tanımladığı aslında kuruculukla ilişkili bir durumdur. Marx’ta özne kuran varlık değil, kurulan varlıktır. Özneyi kuran tarihsel maddi koşullardır. Belirleyen fakat belirlenemeyen, artzamanlı ve altyapı-üstyapı hiyerarşisi ile işleyen kurucu bir özne-yapıdır söz konusu olan. Öznenin kurucu olarak değil, kurulan varlık biçiminde tanımı, Marx sonrası dönemde modernist Marx okumalarının yolunu açan başlıca nedendir. Bu modernist paradigma ekonomik alanda kalkınmacılık ve sanayileşme, politik alanda da temsiliyet ve merkezi partinin mutlak otoritesine dayanan bir Marksizm yorumuna neden olmuştur. Batı Avrupa Marksizminde olan, ekonomik alanın, insanların, grupların ya da sınıfların eyleminden bağımsız diyalektik yasalarla tanımlanacağı görüşüdür. Söz konusu olan yasalarca belirlenmiş bir mutlak “bilme” dir ve insanların özerk kurucu eyleminin bu aşamada hiçbir anlamı yoktur. Tarihin önceden bilinen yasalarının varlığında, insanın gerçek anlamda etkinliği ya olanaksız ya da sadece bir teknikten ibarettir. Oysa ki insanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar, kuramsal çalışmaların görevi “yasaları” keşfetmek değil, bu etkinliği tanımlamak, olası sonuçları belirlemek, düzenlemek kısacası dünyanın değiştirilmesinde yol haritası oluşturmaktır. Bu noktada “filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir” düşüncesinin, Hegel’den alınma diyalektik yöntemle nasıl başarılabileceği, Marksist kuramdaki en önemli kırılmadır. Bu kırılma, kurucu olan devrimci tarihsel özne ile, diyalektiğin yasalarınca hareketi daha önceden belirlenmiş kurulan özne arasındaki sonuçlanmamış gerilimden kaynaklanmaktadır. Bu gerilimle beslenen Marksist akımlar II. Enternasyonal’den bu yana tüm sosyalizm pratiğine damgasını vuran, kitlesel mücadelenin tüm düzey ve zenginliğinde, bu mücadelenin yarattığı kurumlardaki devrimci içeriği görmezden gelip, meseleyi; ya Lenin sonrası Marksizm’de oluşan sapma, ya keşfedilen Stalin’in kültünün etrafında bir grup partilinin devrime ihaneti ya da Rusya örneğinde olduğu gibi bu işin geri kalmış bir ülkede başarılmaya çalışıldığı şeklinde açıklamıştır. Şaşmaz yasaların varlığında, sorunu, bu yasalara rağmen mevcut toplumsal yapının geri kalmışlığı ya da yozlaşmış önderliklerde arayanların aklına yöntemin kendisinde mevcut olan Hegel’ci metafizik yön gelmemiştir.
Tarihsel süreç yasaların denetimindeki zorunluluklar alanı mı, yoksa tesadüfi karşılaşmaların yarattığı, ancak kendi gelişimi içinde öngörülebilen bir yasallıklar alanı mıdır? Yanıtlanması gereken soru budur.
KAYNAKÇA
1) Althusser’in Marksizmi-Kubilay Hoşgör, SINIRDA sayı5,2006
2) Sosyal Bilimler ve Marksizm (Seçme yazılar) Karl Korsch, Salyangoz yayınları 2007