En çok gözetilmesi gereken insani duyarlılıkların bile kısır siyaset didişmelerine meze yapılması ne kadar da acı. Farklı etnik, dinsel, kültürel topluluklara karşı katliam vesair insanlık suçları bile güncel “beyaz sermaye-ak sermaye”, “şeriat-laiklik”, “kışla-cami” parantezinde harcanıp gidiyor. Bu akıl ve insanlık dışı kutuplaşmanın son yıllarda kişi düzeyindeki baş sorumlusu elbette Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. Erdoğan döneminde […]
En çok gözetilmesi gereken insani duyarlılıkların bile kısır siyaset didişmelerine meze yapılması ne kadar da acı.
Farklı etnik, dinsel, kültürel topluluklara karşı katliam vesair insanlık suçları bile güncel “beyaz sermaye-ak sermaye”, “şeriat-laiklik”, “kışla-cami” parantezinde harcanıp gidiyor.
Bu akıl ve insanlık dışı kutuplaşmanın son yıllarda kişi düzeyindeki baş sorumlusu elbette Başbakan Recep Tayyip Erdoğan.
Erdoğan döneminde ülkenin iç sorunları kadar dış politika sorunları da insanları sözü geçen parantezin dar alanında karşı karşıya getiriyor.
Ermeni açılımı, Kürt açılımı, Alevi açılımı, hatta domuz gribi derken bu kez, Sudan diktatörü Ömer El Beşir’in Türkiye’yi ziyaret ihtimali, kanaat esnafını olduğu kadar sade vatandaşları da kutuplaştırdı. Kanaat esnafı, El Beşir’in ülkesindeki bir grup insana karşı katliam ve insanlık suçu işleyip işlemediği noktasında karşı karşıya geldi.
Elbette kutuplaşmanın nedeni El Beşir değil, Başbakan Erdoğan oldu. Erdoğan, İslamiyetin soykırıma cevaz vermediğini söylemesiyle tartışmayı farklı bir zemine çekti, kanaat önderlerini bu ideolojik zeminde kutuplaşmaya zorladı.
İslamiyet ve semavi dinler terör ve soykırıma cevaz verir mi vermez mi, aslında rutin bir tartışma. Ama ne zaman böyle bir tartışma açılsa, İslamiyet’in terör ve insanlık suçuyla birlikte anılması olasılığı dahi Başbakan Erdoğan’ın tüylerini diken diken etmeye yetiyor.
Kendini tutamayacak kadar öfkelendiyse dilini serbest bırakıyor, ağzına geleni söylüyor. Mülayim tarafına rastladıysa İslamiyet’in barış dini olduğu propagandasını yapıyor.
Erdoğan, TRT’deki “Politik Açılım” programında mülayim kimliğiyle kamuoyu önündeydi. Şeker gibi gazeteciler ve akademisyenler karşısında Başbakan da şeker gibiydi.
Söz döndü dolaştı, ülkesinde katliam yapmakla suçlanan ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nce tutuklama kararıyla aranan Sudan lideri Ömer El Beşir’e geldi. Başbakan Erdoğan, dindaşı El Beşir’e muhabbetini esirgemedi, “Müslüman soykırım yapmaz” diye fetvayı bastırdı.
Başbakan demek istedi ki, “Ömer El Beşir Müslüman’dır. O halde soykırım yapmamıştır.”
Tam da böyle demek istedi. Zaten sözlerine devamla, insanlık suçları karşısındaki çifte standardını da sergiledi: “Gazze ile Darfur’u birbirine karıştırmamak gerek. Ben Başbakan olarak Darfur’a gittim. Orada ifade edildiği gibi soykırım tespiti yapamadık.”
Anlaşılan, Başbakan’ın “One minute, siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyerek haşladığı İsrail liderleri, suçlarını gizlemek konusunda Sudan liderleri kadar becerikli çıkmamışlar; Erdoğan İsrail’i ziyaret ettiğinde görsün diye suç gösterisi düzenlemişler! Sudan liderleri ise uyanık davranmışlar, Erdoğan’ı Darfur’da soykırım olmadığına ikna etmişler!
Başbakan Erdoğan bir de diyor ki, “Netanyahu ile o kadar rahat konuşamam ama Beşir ile rahatlıkla konuşurum.”
Yani Erdoğan, El Beşir’i “aileden” saymakta, o yakınlık içinde rahatlıkla konuşabildiğini, konuşabileceğini söylemektedir.
Şaşırtıcı değil. Erdoğan, terörist muamelesi gören Afgan lideri Gülbeddin Hikmetyar’ın dizinin dibinde çekilmiş fotoğrafı ortaya çıkınca da “Aile ortamında çekilmiş” deme açık sözlülüğünü göstermiş; sonra da “Minareler süngü, kubbeler miğfer / Camiler kışlamız, mü’minler asker” dizelerini okuyarak girdiği siyaset otoyolunda gaza basmıştı.
Katliamcılar arasında ayrımcılık
Peki, kim bu Erdoğan’ın “rahat konuşurum” diyerek sahiplendiği, uğruna batı dünyasını karşısına aldığı El Beşir?
Ömer El Beşir Sudan’da 1989 yılında iktidarı darbeyle ele geçirmiş bir cunta lideri. İktidara el koyar koymaz parlamentoyu kapattı, siyasi partileri yasakladı, basına ağır sansür getirdi. 1993 yılında cuntayı feshederek kendisini devlet başkanı ilan etti, “sivil” yönetime geçti. Sonra daha çok Darfurlu Müslümanlardan destek alan şeriatçı Hasan El Turabi’yle ittifakını bozarak 1999 yılında bir kez daha darbe yaptı, parlamentoyu tekrar kapattı, sıkıyönetim ilan etti. Zengin petrol ve uranyum yataklarını Çin ve Rus firmalarına açtı.
El Beşir, 2003 yılında Sudan’ın batısındaki Darfur bölgesinde siyah derili Müslüman halkın ayrımcılığa karşı ayaklanmasını kanla bastırdı; Arap kökenli “Cancevid” milislerini örgütleyerek Darfurlu Müslümanların üzerine saldı. Sonuç, Uluslararası Ceza Mahkemesi dosyasına göre 300 bin dolayında ölü, 2.5 milyon dolayında yerinden yurdundan edilen Darfurlu…
Katliamın ardından Sudan uluslararası camiadan tecrit edildi. Ancak Arap Birliği, El Beşir’i yalnız bırakmadı. 2006 yılında Sudan’ın başkenti Hartum’da toplanan Arap Birliği’nin onur konuğu Başbakan Tayyip Erdoğan idi. Erdoğan, Darfur’u da ziyaret etti ve kendi ifadesiyle soykırım olmadığını yerinde tespit etti!
Erdoğan’ın Sudan ve Darfur ziyareti şöyle haberleştirilmişti: “Sudan rejimine meşruiyet kazandırmamak için dünya liderlerinin ziyaret etmediği Darfur’a ilk ziyareti Erdoğan’ın yapması, Hartum hükümetinde memnuniyet yarattı. Sudan’ın Ankara Büyükelçisi Muhammed Al Eaj, ‘Keşke diğer Müslüman liderler de gelseydi. Erdoğan bu ziyaretle tarih yazıyor. Darfur’a gelen ilk lider. Daha önce birçok ülkenin bakanı geldi, ama şu ana kadar ne bir başbakan ne bir cumhurbaşkanı ziyaret etti. Bu gezi unutulmayacak.’ dedi. Başbakan Erdoğan da ‘Burada asimilasyon ve soykırım olmadığı düşüncesindeyim. Az önce Kuran’dan ayetler okundu. O ayetler de, zaten kabileciliği ve kavmiyetçiliği reddeder. Dayanışma içinde olmamız şarttır.” dedi.” (Milliyet, 30 Mart 2006)
Katledilenler arasında ayrımcılık
Darfur katliamcısına muhabbetini ayağına giderek sergileyen Başbakan Erdoğan TRT’deki programda bir kez daha “Müslüman kardeş dayanışması” sergiledi, El Beşir’e kol kanat gerdi. Mademki Müslüman’dır, katliam yapmamıştır, cinayet işlememiştir…
“Müslüman soykırım yapmaz” ifadesi elbette ideolojik bir söylemdir, en fazla kahvehane ve cami düşünürlerinin entelektüel etkinliklerinde geçerliliği olabilir, ciddiye alınacak bir tarafı yoktur. Şimdi ciddiye alınmasının tek nedeni Türkiye gibi bir devletin liderince, hem de insanlık suçundan aranan bir kişiyi savunmak amacıyla dile getirilmiş olmasıdır.
El Beşir’in İslam Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) toplantısı vesilesiyle Türkiye’yi ziyaret etme olasılığı üzerine çıkan tartışma, insanlığa karşı işlenen suçlar konusunda batı dünyasının ikiyüzlülüğünü olduğu kadar Erdoğan’ın ikiyüzlülüğünü de gözler önüne serdi.
Darfur’daki katliamı ısrarla takip eden ve uluslararası yargının gündemine taşıyan batı dünyasının Filistin, Afganistan ve Irak’taki insanlık suçları için aynı duyarlılığı göstermemesi kapitalizmin bilinen çifte standardının ifadesidir. ABD ve müttefikleri, kendi çıkarları için göz yumdukları “katiller” i bahane ederek, küresel kasabanın hem yargıcı hem şerifi olmaya çalışmaktadırlar. Çifte standardın öteki tarafında ise Türkiye’yi yöneten “laik” ya da “dinci” iktidarların insanlık suçları konusundaki ikiyüzlülükleri vardır.
Türkiye kuruluş sözleşmesini imzalamamış olsa da, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tutuklanmasını istediği El Beşir’in ziyareti, insan hakları karnesi zayıf ülkemizin imajını daha da zayıflatacaktı. El Beşir gelmedi. Böylece Türkiye
bir skandala sahne olma ayıbından kurtuldu; ama bu vesileyle görüldü ki, Türkiye’yi yöneten hükümet, insanlığa karşı işlenen suçlar konusunda objektif değildir, bazı mağdurları ve kurbanları diğerlerinden daha yakın sayıp sahiplenmektedir.
Bu vesileyle bir kere daha anlaşıldı ki AKP hükümetinin aksiyolojisinde Filistinli mağdurlar ve kurbanlar, Darfur’daki, Afganistan’daki mağdurlar ve kurbanlardan daha kıymetlidir. Yani hepsi de Müslüman olan mağdurlar ve kurbanlar arasında bile ayrımcılık söz konusudur.
Siyasal İslam’ın ikiyüzlülüğü
Peki neden, hepsi de Müslüman olan kurbanlar arasında ayrımcılık yapılabilmektedir?
Elbette tek bir nedene bağlanamaz. En başta gelen nedeni İslamiyet’in kendini Allah’a adama yol ve yordamı olmanın ötesine taşırılması, açık deyişle siyasallaştırılması, sadaka ekonomisini ve realpolitik diplomasiyi meşrulaştırmanın ideolojisi haline getirilmesidir.
Esasen pek azı dışında bütün dinler politiktir, semavi dinler bir de totaliterdir; yani dünyevi hayatın her alanını da düzenleme iddiasındadırlar. Bilinen tarih neredeyse dinler savaşı tarihidir.
Hıristiyanlık modernleşme sürecinde bu iddiasından vazgeçmiş, laik düzende kendisine bırakılan alana razı olmuştur. İslamiyet ise böyle bir süreçten geçmediği için özel alanın yanı sıra resmi ve ortak kamusal alanlar için de hâlâ referans olma iddiasındadır. Köktendinci politik geçmişi bilinen Başbakan Erdoğan da asli kimliğini bilinçaltında tutmaya ihtiyaç duymadan, ekonomiye, siyasete ve diplomasiye ilişkin sorunlara İslamcı gözlüğüyle bakmaktadır. El Beşir’i bu bağlamda bağrına basmakta, ırkçılığa varan bir ısrarla Müslüman’ın soykırım yapmayacağını öne sürmektedir.
Sermaye medyasında köşe başlarını tutmuş “liberal” veya “yandaş” kanaat esnafı da Erdoğan’ın söylemini meşrulaştırmak için El Beşir’e sahip çıkmasını “ulusal çıkarların gereği” diye propaganda etmekte, “Müslüman soykırım yapmaz” ifadesinin Başbakan’ın samimiyetinin ifadesi sayılması gerektiğini söyleyip yazmaktadırlar.
Bu noktada vurgulanmalı ki, İslam ne yüzdeyüz “terör ideolojisi”dir, ne de siyasal İslamcıların öne sürdükleri gibi yüzde yüz “barış dini”dir. “O kâfirleri nerede yakalarsanız öldürün!” (Bakara, 191), “Allah’a ve peygamberlerine karşı savaş açanlarla yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası ancak öldürülmek, asılmak, sağ elleri ile sol ayakları çaprazvari kesilmek ya da bulundukları yerlerinden sürülmektir.” (Maide, 33) ayetleriyle “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür.” (Maide, 32) ayeti yan yana durmaktadır. Benzer başka ayetler de vardır. İslam’ı terörle eşleştirmek isteyen de, barış dini olarak propaganda etmek isteyen de kutsal kitapta aradığı referansı bulabilir.
İslam tarihi ve bugünün İslam coğrafyası ise, hiç de “barış dini” söylemini doğrulamamaktadır. Dar-ül harp, dür-ül İslam ayrımının nelere yol açtığı tarihte kayıtlıdır. Yaşadığımız tarih kesitinde ise Halepçe’de binlerce Kürdü zehirli gazla boğan da Müslüman’dır, Darfur’da yüz binlerce siyah Müslüman’ı katleden de Müslüman’dır, Türkiye’de sadece kâfir saydıklarını değil dindaşlarını da toplu mezarlara gömen Hizbullahçılar da Müslüman’dır.
Sorun “değiştim, geliştim” iddiasına karşılık Başbakan’ın kökten dinci bagajının itelemesiyle, 1450 yıl önce vahyedilenleri bugün de “en üst belirleyici” kabul etmesinde ve “Müslüman soykırım yapmaz” diyerek aileden saydığı katliamcıyı sahiplenmesindedir.
Küresel emperyalizmin çifte standardına benzer çifte standartla karşılık vermek ve zalimliği kuşkusuz bir diktatöre sahip çıkmak, bir de “Müslüman soykırım yapmaz” diye üste çıkmak, çok sığ bir tutumdur. Bu zihniyetle Başbakan’ın ülke içi barışa katkıda bulunmadığı gibi dünya barışına katkıda bulunacağı da kuşkuludur.
Başbakan’ın çevresinde “Allah zalimleri sevmez”, “Zulmedenlere meyletmeyin”, “Allah zalimleri hidayete erdirmez” ayetlerini hatırlatacak birilerine ihtiyaç vardır.
Kim bilir, belki de olan bitenin sırrı, “Biz, kazanmakta oldukları günahlar sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmına böyle musallat ederiz.” (En’am, 129) ayetinde gizlidir.