Toplumsal gerçeklik insanlar tarafından yaratılmış ve yine insanlar tarafından değiştirilebilen bir gerçeklik ise, insanlar arasındaki eşitsiz güç ve sömürü ilişkileri de verili olduğuna göre, içi, toplumdaki egemen sınıf hangisiyse onlar tarafından doldurulma olasılığı daha yüksek olan bir gerçekliktir. Ancak bu yolladır ki birbirlerinden hem farklı aynı zamanda da özdeş olan iki toplumsal olay insanlara ya […]
Toplumsal gerçeklik insanlar tarafından yaratılmış ve yine insanlar tarafından değiştirilebilen bir gerçeklik ise, insanlar arasındaki eşitsiz güç ve sömürü ilişkileri de verili olduğuna göre, içi, toplumdaki egemen sınıf hangisiyse onlar tarafından doldurulma olasılığı daha yüksek olan bir gerçekliktir. Ancak bu yolladır ki birbirlerinden hem farklı aynı zamanda da özdeş olan iki toplumsal olay insanlara ya bütünüyle birbirlerinden farklı ya da bütünüyle birbirleriyle özdeş olaylarmış, insanın da bunun karşısında yapacak hiçbir şeyi yokmuş gibi gösterilebilir, kısacası, toplumsal gerçeklik ters-yüz edilerek sunulur. Çok basit bir örnek vermek gerekirse ilk aklımıza gelen, küreselleşmenin emperyalizmden tamamen farklı bir süreç, üstüne üstlük asla geri döndürülemez gibi sunulmasından başka bir şey değildir; sanki küreselleşme insan tarafından oluşturulmuş ve yine insan tarafından değiştirilebilecek bir şey değilmiş de insan karşısında bir aşkınlığa sahip ve insan da onun karşısında nesne konumunda, bu nedenle de yapacak hiçbir şeyi yok. İşte tam da bu noktada bilime ihtiyaç ortaya çıkar, zira bilim insanı, bir de sosyal bilimci ise, en azından zaman zaman aynaya bakabilmek için, içi egemen sınıflar tarafından doldurulmuş olan bir açıklamayı sürekli olarak tekrar eden bir plak olmanın ötesine geçmek, “her şey apaçık olmadığı ya da her şey göründüğü gibi olmadığı”ndan, görünenlerin ardındaki görünmeyenleri ortaya çıkarmak, kısacası, insanlara farklılık gibi gelenin aslında aynı zamanda bir özdeşlik ya da tam da bunun tersi olabileceğini göstermek zorundadır.
Mesele böyle kavrandığında bugün gündemimize sokulan yok mozaik yok mermer tartışmalarının da ne türden bir farklılık ya da özdeşlik gösterdiği ve hangi toplumsal sınıf ilişkilerine dayandığı da apaçık ortaya çıkar. Zira “mozaik devlet” ya da “mermer devlet” dendiğinde, her biri mozaikliği ya da mermerliği açısından farklı, ama devlet olması açısından özdeş iki kavramdan bahsediliyor demektir ve burada önemli olan devletin mozaikliği ya da mermerliği değil, fakat mozaik ya da mermer, ama illa ki “devlet de devlet” denmiş olmasıdır. Böylece mozaiklik ya da mermerlik, devletin asli olmayan tali/ikincil bir özelliği, mantık diliyle söylenecek olursa ilintisi olarak sunulur ki, başka türden ekonomik/siyasal/toplumsal koşullar ve ihtiyaçlar altında her ikisini de birbirine, gerektiğinde mozaiği mermere ya da tersine dönüştürmek mümkün olabilsin. İşte burada AKP hükümetinin sürekli vurguladığı “mozaik”liğin, aslında ne türden bir baskıcı/otoriter devlete denk düştüğü anlaşılır olacaktır: Toplum mozaiktir, bu mozaiklikle devlet oluşmuştur, ama devlet yine devletliğini yapacaktır ki, kapitalist sistem altında devlet de sınıflar üstü olamayacağından, mozaik devlet de pek doğal olarak egemen sınıfların önemli bir fraksiyonunun ihtiyaçlarına denk düşmektedir, tıpkı mermer devletin egemen sınıfların başka bir parçasının ihtiyaçlarına denk düşmesi gibi, ve böylece mozaikten mermer yapılmaya çalışıldığı gün gibi ortaya çıkar. Bu anlamda ister mozaik ister mermer densin, her iki söylem de birbirinden hem farklı hem de özdeş bir duruma tekabül etmektedir, üstelik, bir ve aynı zamanda: Egemen sınıfların hangi fraksiyonunun hangi ihtiyaçlarına denk düştüğü bakımından farklı, ama devletin yönlendiriciliği ve etkisi bakımından özdeş, yani her ikisi de birer devlet politikası, elbette ki sınıf tahakkümünün selameti açısından. Öyleyse “mozaiklik”, “yeni bir devlet” biçimine değil fakat “devlet tahakkümünün yeni bir biçimine” denk düşer.
Diğer taraftan “mozaik de mozaik” denilerek üzerinde açılım yapılmaya çalışılan kültürler ve kimlikler, her biri bir azınlığı temsil edeceği için siyaset ya da ekonomiye ilişkin kararlar üzerinde etkili olma, söz söyleme hakkına bir türlü sahip olamayacak, pek doğal olarak buradan demokrasi çıkmayacaktır. Hatta daha da ileri gidilerek söylenirse, bu kimliklerden herhangi biri devlet politikalarına karşı bir mücadele geliştirmeye görsün, devletin “mozaik” eli, “mermer” olup tepesine inecektir. Bu konuda hiç de haksızlık yapmadığımızın göstergesi, mozaik kavramı etrafında şekillenen “Kürt açılımı”nın gerçek hedefinin, Kürt muhalefetini ne pahasına olursa olsun bitirmek olduğudur, tıpkı Alevi açılımının Alevileri/Aleviliği “tanımlamak, böylece de düzene sokmak, şekil vermek ve sonuçta yeniden inşa etmek” amacını taşıyor olması gibi. Dolayısıyla AKP hükümeti, mozaiklik şöyle dursun, devletin otoritesini yeni bir ideoloji çerçevesinde yeniden inşa etmeye girişmektedir. Bunu anlamak için çok zeki olmak gerekmez, AKP’nin her yeri saran, yani sadece yasama ve yürütme organını değil aynı zamanda yargıyı, sonra diğer devlet kurumlarını kendisine hizmet eden kurumlar haline getiren politikalarının bundan başka bir anlamı yoktur. Ve pek açıktır ki bu, “polis devletine” giden yoldur.
Diğer taraftan bu süreçte bir taşla birden fazla kuş vurulur: Atılan taş “mozaiklik” ise, vurulan birinci kuş bu sürecin devletleştirilmiş/devlet eliyle biçimlendiriliyor/yürütülüyor olmasıdır. Ama bu yetmez, aynı taşla bu sefer “yeni Osmanlıcılık” kuşu da vurulur. Böylece, “Osmanlı da mozaikti, devlet bu mozaiğin hiçbir parçasına karışmıyordu, hatta şimdilerde hiçbir devlette karşılaşmadığımız derecede demokratikti, hoşgörülüydü” saçmalığı/bilgisizliği, hatta gericiliği yayılmaya çalışılır. Zira Osmanlı, ne hoşgörülü ne de demokratik olduğundan dolayı farklı kimliklerin yaşamasına izin vermiştir, tersine, devletin merkezi yapısına zarar geleceğini düşündüğü anda “bozgunculuk” yapan kimlerse onların kellelerini uçurmayı marifet saymıştır. Ancak mozaiklik taşı bir üçüncü kuşu da vurur: Toplum bir mozaik, mozaiğin her parçası ise bir “zenginlik”, ama “asli unsur” tek, o da İslam. Bu hususlarda hiç de haksızlık yapmadığımızın göstergesi, 7 Ekim tarihli Zaman Gazetesinde Başbakan Erdoğan’ın 14 değişik isim sayması üzerine yazdığı yazısıyla egemenlerin plağını çalma konusunda birincilik payesi almayı hak eden Ali Bulaç’tan başkası değildir: “Benim önerdiğim, Mimar Sinan’ın ‘kubbe modeli’dir. Mozaik ayak altındadır, bir çekiç darbesiyle paramparça olur, parçalar dört yana dağılır… Yarım ve çeyrek onlarca kubbeyi ayakta tutan büyük kubbenin sırrı kilit taşındadır, yani modelin referansını teşkil eden Tevhid inancıdır. Kilit taşı, büyük kubbeyi -sosyo-politik yapıyı- birleştirir ve ayakta tutar. Büyük kubbe, yani sosyo-politik yapı da, ihata ve ihtiva ettiği yarım ve çeyrek kubbeleri -sosyo-kültürel çeşitliliği- ayakta ve bir arada tutar… Osmanlı, bunun yakın tarihteki ve iyi bir örneğiydi.” Bunun pek bir benzerini, AKP Maraş milletvekili Avni Doğan 7 Aralık 2007’de benzerlerine AKP’li vekiller arasında çok sıkça rastlanabilecek sözlerle ifade etmişti: “Türkiye’de hangi etnisiteden olursa olsun tek bir kültür vardır… Çok sayıda renk olabilir ama ana renk beyazdır. Ana renge ciddi olarak sahip çıkmalıyız… Kültür tektir ve İslam’dır.”
Demokrasi ve özgürlükler adına açılımdı-mozaikti tartışmaları olurken, bu ülkede sermayeye değerlenme alanları açmak için her şey piyasalaştırılmakta, güvenceli çalışma ortadan kaldırılıp esnek çalışma koşulları dayatılmakta, ücretler sürekli baskı altında tut
ulmakta, işten çıkarmalar yoğunlaşmakta, çalışanlar her türlü sosyal haklarından mahrum bırakılmakta ve bütün bunlar özgürlük ve demokrasi ile kesinlikle ilişkilendirilmemektedir. Hatta işsizliği, yoksulluğu ve eşitsizliği hala “özgürlükten” saymıyorlarsa eğer, bilin ki akılları yetmediğindendir, yoksa, utandıklarından değil.
Mustafa Kemal Coşkun
Ankara Üniversitesi
DTCF, Sosyoloji Bölümü
coskun_mkemal@yahoo.co.uk