Fizikte mekanik bilimini inceleyen iki ana dal bulunur. Bunlar kuantum mekaniği ve klasik mekaniktir. Kuantum teorisi, atomaltı parçacıkları doğasını modelleyen, temelleri M.Planck ve Einstein tarafından atılmış bir teoridir. Klasik mekanik ise Newton’un Principia eserinin üzerinde yükselir. Klasik mekanik makroskobik nesneleri incelemek için kullanılır: İnşaat mühendisliği ve astronomi gibi. Kuantum mekaniği ise mikroskobik nesneleri incelemek için […]
Fizikte mekanik bilimini inceleyen iki ana dal bulunur. Bunlar kuantum mekaniği ve klasik mekaniktir. Kuantum teorisi, atomaltı parçacıkları doğasını modelleyen, temelleri M.Planck ve Einstein tarafından atılmış bir teoridir. Klasik mekanik ise Newton’un Principia eserinin üzerinde yükselir. Klasik mekanik makroskobik nesneleri incelemek için kullanılır: İnşaat mühendisliği ve astronomi gibi. Kuantum mekaniği ise mikroskobik nesneleri incelemek için kullanılır: Proton, elektron, pozitron gibi.
Klasik mekanik makroskobik dünyada ihtiyaçlara rahatlıkla karşılık verebilir. Ancak atomaltı dünyaya inildiğinde yetersiz kalır. Bunun temel nedeni atomaltı dünyadaki parçacıkların muazzam hızlarıdır. Nesneler bu hızlara ulaştıklarında artık onların konumlarını, momentumlarını kesin olarak belirlemek imkansız hale gelir. Bu noktada olasılık devreye girer. Lise kimya derslerinde öğretilen elektron yörüngeleri (orbitaller) aslında bir elektronun bulunma olasılığı en fazla olan konumları ifade eder.
Bir çarpıcı gerçeklikte atomaltı parçacıkların aynı anda farklı doğrultularda hareket edebilmeleridir. Bu durumu klasik mekanik açıklayamadığı gibi biçimsel mantık da açıklayamaz. Günlük hayatta ve makroskobik dünyada bir nesnenin aynı anda farklı iki doğrultuda hareket ettiğini hayal etmekte bile zorlanabiliriz. Bu durumu çift yarık deneyini incelerken daha ayrıntılı bir şekilde açıklayacağız. Burada artık iş kuantum mekaniğinin ve diyalektik yöntemindir. Marksist felsefe ile kuantum mekaniği arasındaki ilişkiyi irdelemek için kuantum teorisinin tarihsel gelişimine bir göz atmakta fayda var.
Kuantum teorisinin tarihi
Newton’dan sonra bilim insanları doğanın işleyişi konusunda klasik mekaniğin son noktayı koyduğunu düşündüler. Çünkü açıklanamayan hiçbir nokta ve Newton mekaniğinin geçerli olmadığı bir bölge yok gibi gözüküyordu. Fakat Maxwell’in elektromanyetik teoriyi ortaya atması ve Maxwell Denklemlerini oluşturmasıyla beraber kafalarda soru işaretleri oluşmaya başladı. Maxwell’in ölümünden yedi yıl sonra Hertz, Maxwell’in öngördüğü elektromanyetik dalgaları ilk kez saptadı. Newton’dan bu yana hüküm süren parçacık teorisi, Maxwell’in elektromanyetiği tarafından temellerinden sarsıldı.
Tıpkı denizde bir teknenin dalgalara yol açması gibi, yüklü bir parçacık da, mesela elektron, uzayda hareket ettiğinde bir elektromanyetik dalgaya neden olabilir. Elektronun titreşim hareketleri elektrik ve manyetik alanları uyararak tıpkı havuzdaki dalgalar gibi sürekli olarak yayılan dalgalara sebep olur. Elektromanyetik dalgalar, su dalgaları gibi, yayılabilmek için sürekli bir ortama ihtiyaç duymazlar. Elektromanyetik bir titreşim, maddenin elektriksel yapısı içinde yayılan periyodik bir uyarımdır.
Hertz ve diğerlerinin deneyleri tarafından desteklenen Maxwell denklemleri, ışığın, elektromanyetik karakterli dalgalardan oluştuğu teorisini güçlendirdi. Ancak 1900 yılında Max Planck, klasik dalga teorisinin bazı fiziksel olayları açıklamakta yetersiz olduğunu gösterdi. Işığın ayrı ayrı parçacıklar ya da “paketler” (quanta) olarak hareket ettiğini ileri sürdü. Farklı deneylerin farklı şeyleri kanıtlaması, durumu iyice karmaşıklaştırdı. Bir sis odasında elektronun izlerine bakarak; veya oldukça duyarlı bir fotoğraf filmi üzerinde görülen küçücük noktalardan, elektronun bir parçacık olduğu anlaşılabiliyordu. Ama diğer taraftan, bir levha üzerine iki küçük delik açılıp, bu deliklerin üzerine tek bir kaynaktan çıkan elektronlar gönderilirse, elektronlar bir girişim deseni oluşmasına yol açıyordu ki, bu da bir dalganın varlığını gösteriyordu.
Kafaları karıştıran bir sonuç da tek bir elektronun, arkasında fotoğraf filminin bulunduğu iki yarık içeren bir levha üzerine gönderildiği ünlü çift yarık deneyinden elde edilmişti. Film tabakası üzerindeki girişim deseni apaçık bir çift yarık desenidir. Çift yarık deseninin oluşabilmesi için elektronun her iki yarıktan da geçip bir girişim deseni oluşturmuş olması gerekir. Yani çift yarık deseninin oluşması için elektron aynı anda iki yarıktan da geçmek zorundadır! Elektron hem bir parçacık hem de bir dalga olarak davranmaktadır. Aynı anda iki (ya da ikiden de fazla) yerde bulunmaktadır ve aynı anda farklı doğrultularda hareket edebilmektedir.
“Burada yadsımanın yadsınmasının işlediğini görüyoruz. İlk bakışta, bir kısır döngüdeymişiz gibi görünüyor. Newton’un ışığın parçacık teorisi, Maxwell’in dalga teorisi tarafından yadsındı. Bu da, sırası gelince, Planck ve Einstein tarafından geliştirilen yeni parçacık teorisi tarafından yadsındı. Ama yine de bu, eski Newtoncu teoriye geri dönüş anlamına değil, bilimde gerçek bir devrimi içeren ileriye doğru nitel bir sıçrama anlamına geliyordu. Bilimin tümü dikkatlice elden geçirilmeliydi, Newton’un kütleçekim yasası da dahil. Kuantum fiziğinin gelişimi, bilimde dev bir ileri adımı, “klasik” fiziğin aptallaştırıcı mekanik determinizmden (Engels’in adlandırdığı şekliyle “metafizik” yöntemden) kesin bir kopuşu temsil etti. Bunun yerine çok daha esnek ve dinamik -yani tek kelimeyle diyalektik- bir doğa görüşüne sahibiz.” (Alan Woods ve Ted Grant, Marksist Felsefe ve Modern Bilim)
Parçacık fiziğinde yıllarca hüküm süren tartışma, foton ve elektron gibi atomaltı parçacıkların parçacık mı yoksa dalga mı olduğu sorunu nihayet, atomaltı parçacıkların hem bir parçacık hem de bir dalga gibi davrandığını ortaya koyan kuantum fiziği tarafından çözüme kavuşturuldu. Işık, tıpkı bir dalga gibi, girişim yapar, ama bir ışık fotonu aynı zamanda tıpkı bir parçacık gibi atomdan elektron da söker. Biçimsel mantığın yasalarına aykırıdır bu.
Einstein, o ana kadar bir dalga olarak tasavvur edilen ışığın bir parçacık gibi davrandığını gösterdi. Yani ışık yalnızca maddenin bir başka biçimidir. 1919 yılında, ışığın kütleçekim kuvvetinin etkisiyle büküldüğünün gösterilmesiyle bu kanıtlandı. Daha sonraları Louis de Broglie, parçacıklardan oluştuğu düşünülen maddenin, dalgaların tabiatını andırdığına dikkat çekti. Madde ve enerji arasındaki ayrılık böylece ilk kez ve ebediyen yerle bir edildi. Madde ve enerji aynı şeydir. Ve diyalektik materyalizm açısından da madde ve enerji aynı şeydir. Engels, enerjiyi (hareketi), “maddenin varoluş tarzı, kendi doğasına içkin niteliği” olarak tanımlamıştı.
Maddenin var olmadığı iddiası
Madde oldukça yüksek düzeyde yoğunlaşmış ve lokalize olmuş enerjiden başka bir şey değildir. Bir parçacıkta yoğunlaşan enerji miktarı onun kütlesiyle orantılıdır ve toplam enerji miktarı her zaman sabit kalır. Bir çeşit enerjinin kaybı, bir başka çeşit enerjinin kazanılmasıyla telâfi edilir. Enerji sürekli olarak biçimini değiştirirken yine de her zaman aynı kalır.
Einstein, bizzat kütlenin şaşılacak miktarda bir enerji barındırdığını kanıtlamakla bir devrim gerçekleştirmişti. Kütle ve enerjinin eşdeğerliği E = mc2 formülüyle ifade edilir, burada m kütle, c ışık hızı (yaklaşık olarak saniyede 300.000 km) ve E de durgun cismin barındırdığı enerjidir. m kütlesinde içerilen enerji, ışık hızının karesiyle bu kütlenin çarpımına eşittir. Kütle bu nedenle enerjinin oldukça yoğunlaşmış bir biçimidir. Enerji de yok edilemeyeceğine göre maddenin yok oluşundan söz etmek anlamsızdır.
Nedensellik, tesadüf ve kesinsizlik ilkesi
1927’de, Werner Heisenberg “kesinsizlik ilkesini”
geliştirdi. Bu ilkeye göre, bir parçacığın konum ve hızını aynı anda istenilen bir kesinlikte belirlemek imkânsızdır. Parçacığın konumu ne kadar kesin ise, momentumu o kadar kesin değildir, ve tersi. Farklı yönlerde saniyede yaklaşık 2 km hızla hareket eden bir parçacığın hız ve konumunu kesin olarak saptamaktaki zorluk apaçık ortadadır.
Heisenberg, bir elektronun konumuna nasıl karar verebiliriz sorusunu sorar. Ona bakarak. Ama eğer güçlü bir mikroskop kullanıyorsak, bu, ona bir ışık parçacığını, yani bir fotonu çarptırdığımız anlamına gelir. Işık bir parçacık olarak davrandığına göre, kaçınılmaz olarak gözlenen parçacığın vektörel hızını değiştirecektir ve bu da parçacığın momentumunu altüst edecektir. Bu nedenle, onu tam da gözlemleme eylemiyle değiştiririz. Uyarım öngörülemez ve kontrol edilemez olacaktır, çünkü (en azından mevcut kuantum teorisinde) ışık kuantasının saçılarak merceğe gelme açısını tam olarak önceden kestirme ve kontrol edebilme imkânı yoktur. Konumun doğru belirlenmesi kısa dalga boylu ışığın kullanılmasını gerektirdiğinden, büyük ama öngörülemez ve kontrol edilemez bir momentum elektrona aktarılır. Diğer taraftan, momentumun doğru belirlenmesi, çok düşük momentumlu (ve bu nedenle de büyük dalga boylu) ışık kuantasının kullanımını gerektirir ki, bu da büyük bir kırınım açısı ve böylelikle de konumun kötü bir tespiti anlamına gelir. Konum ne kadar doğrulukla saptanırsa, momentum o kadar az bir doğrulukla tanımlanabilir, ve tersi. Ne var ki, buradan, neden ve sonucun (nedenselliğin) genel olarak varolmadığı sonucunu çıkarmak bütünüyle yanlış bir önermedir.
Peki, bu sorundan yeni elektron mikroskopları geliştirerek kurtulabilir miyiz? Heisenberg’in teorisine göre tüm enerji kuantalarla taşındığına ve tüm maddeler hem bir dalga hem de bir parçacık olarak davranma özelliğine sahip olduğuna göre, kullandığımız her tip aygıt bu kesinsizlik (ya da belirsizlik) ilkesinin hükmü altında olacaktır. Aslında, kesinsizlik ilkesi kavramı yanlıştır, çünkü burada ileri sürülen şey yalnızca, ölçme sorunlarından ötürü kesin hükümlere varamayacağımız değildir. Teori, maddenin tüm biçimlerinin tam da kendi doğasından ötürü belirsiz olduğunu ima etmektedir. Yani Heisenberg mevcut evren algımız ve teknolojimizin “ölçme” konusunda yetersiz kaldığını değil, ne yaparsak yapalım “gözlemci” olduğu sürece “doğru” bir ölçümün mümkün olmayacağını söylüyor.
Doğada gerçeklik nesnel bir kavramdır. Yani doğa olayları, bizim onları gözlememizden ya da ölçmemizden bağımsız olarak gerçekleşen, nesnel gerçekliklerdir. Ancak “ölçme” veya “gözleme” eylemleri öznel olabilirler. Ölçmenin ve gözlemenin öznelliği ile, evrenin veya ölçülen, gözlenen olayın bizzat kendisinin öznel olması karıştırılmamalıdır. Örneğin; zamanın varlığı nesnel bir gerçekliktir ancak zamanın ölçülmesi özneldir.
“Ama yine de, kesinsizlik ilkesinden tam da bu sonucu çıkartmaya davet ediliyoruz. Bilimciler ve idealist filozoflar genel olarak nedenselliğin varolmadığını iddia etmeye devam ettiler. Bir başka deyişle, neden ve sonuç yoktur. Böylelikle doğa bütünüyle nedensiz, tesadüfî bir şey olarak görünür. Tüm evren öngörülemez bir şeydir. Hiçbir şeyden “emin olamayız”. “Bunun yerine, herhangi bir özel deneyde, elde edilecek kesin sonuçların tamamen keyfi olduğu, yani bu sonuçların dünyada şu an varolan ya da hep varolmuş olan herhangi bir şeyle ne türden olursa olsun bir ilişkisi olmadığı varsayılır.”(David Bohm, Modern Fizikte Nedensellik ve Tesadüf)
Burada karşımızda duran şey kuantum teorisinin Bohr ve Heisenberg tarafından oluşturulan Kopenhag Yorumu’dur. Birçok seçkin bilimci bu öznelciliğe karşı durdular. Bunlar arasında Einstein, Max Planck, Louis de Broglie ve Erwin Schrödinger de vardı ve hepsi de modern fiziğin gelişiminde en azından Heisenberg kadar önemli bir rol oynamışlardı.
“Öznel idealizminin gerici sonuçları Heisenberg’in bizzat kendi evrimi tarafından sergilenmiştir. Nazilere aktif bir biçimde katılışını şu temelde gerekçelendiriyordu; “Sarılabileceğimiz genel bir doğru çizgi yoktur. Kendi başımıza karar vermek zorundayız ve yanlış mı yoksa doğru mu yaptığımızı önceden söyleyemeyiz.”(Alan Woods ve Ted Grant, Marksist Felsefe ve Modern Bilim)
Schrödinger, Heisenberg ve Bohr’un bir elektronun ya da fotonun gözlenmediği sürece herhangi bir konuma sahip olmadığını ve ancak gözlemin bir sonucu olarak verili bir noktada cisimleştiğini söyleyen iddialarına karşı meşhur “Schrödinger’in Kedisi” adı verilen düşünce deneyini tasarladı. Bir kedi alalım ve onu küçük bir siyanür şişesiyle birlikte bir kutuya koyalım dedi. Bir Geiger sayacı bir atomun bozunduğunu saptadığında şişe kırılsın. Heisenberg’e göre, atom, birisi onu ölçünceye dek kendisinin bozunduğunu “bilmez”. Bu nedenle, bu durumda birisi kutuyu açıp içine bakıncaya kadar, idealistlere göre, kedi ne ölüdür ne de diri! Bu anekdotla, Schrödinger, kuantum fiziğinin Heisenberg öznel idealist yorumunun kabul edilmesinin doğurduğu saçma çelişkileri gün ışığına çıkarmayı hedeflemişti. Doğal süreçler, insanoğlunun onu gözlemek için civarında bulunup bulunmamasından bağımsız bir şekilde, nesnel olarak gerçekleşir.
Bazı fizikçiler, Kopenhag yorumunu izleyerek, bilincin varolmak zorunda olduğunu ama bilinç olmaksızın maddi gerçeklik düşüncesinin düşünülemez olduğu görüşünü benimserler. (Kaşık yoktur/There’s no spoon!)
Nedenselliğe saldırmak için atılan ilk adım, nedensellik ilkesini, Laplace gibilerinin temsil ettiği eski mekanik determinizmle karıştırmaktır. Öyle ki Laplace eğer elinde yeterli veriler olsaydı geleceği görmenin mümkün olduğunu öne sürüyordu. Bu mekanik doğa anlayışının son noktasıdır. Bu sınırlamalar Doğanın Diyalektiği‘nde Engels tarafından açıklanmış ve eleştirilmiştir. Kuantum mekaniğinin keşifleri eski mekanik determinizmi nihai olarak yıktı. Kuantum mekaniğinin öngörü tarzı, klasik mekaniğinkilerden oldukça farklıdır. Ama kuantum mekaniği de öngörülerde bulunmaya devam etmekte ve bu öngörülerden kesin sonuçlar çıkarmaktadır.
“Ve sonra, zorunluluğun bilimsel uğraşın yegâne konusu ve tesadüfün de bilimle ilgili olmayan bir konu olduğu ilân edilir. Yani: Yasalar altına sokulabilen ve böylelikle bilinen şey ilgi çekicidir; yasalar altına sokulamayan ve bu nedenle de bilinemeyen şey konu dışıdır ve ihmal edilebilir. Bu suretle kesin olarak tam da bilmediğimiz şeyleri araştırmak zorunda olduğuna göre tüm bilim bir sona ulaşır. Bu şu demektir: Genel yasalar kapsamında ele alınabilecek şeyler zorunluluk olarak ve ele alınamayacak olanlar da tesadüf olarak addedilir. Herkes görebilir ki, bu, açıklayabildiklerini doğal ilân eden ve açıklayamadıklarını da doğaüstü nedenlere atfeden bilim türüyle aynı şeydir; anlaşılmaz nedenlere tesadüf adını mı yoksa Tanrı adını mı taktığım sorusu, söz konusu olan, şeyin bizzat kendisi olduğu sürece tamamıyla birbirinden farksız iki şeydir. Her ikisi de yalnızca şuna denktir: Bilmiyorum ve dolayısıyla bilime ait değildir. Gerekli bağlantının olmadığı yerde bilim son bulur.”(Engels, Doğanın Diyalektiği)
Öngörü ve bilinemezlik
Bütün bu nedensellik-tesadüf, öznellik-nesnellik, öngörü-bilinemezlik tartışmaları atomaltı dünyadaki parçacıkların muazzam hızlarda hareket etmeleri karşısında mevcut bilimin zorluklar yaşaması sonucunda çıkmıştır. Bu durumda kimi bilim adamı ve filozoflar gerçeğin de göreli olduğunu, herşe
yin olasalıklara bağlı ve tesadüfî gerçekleştiğini ve öngörünün mümkün olmadığını ileri sürdüler. İşte Einstein’ın meşhur “Tanrı zar atmaz!” sözü bu yorumlara karşı çıkmak amacıyla söylenmiştir.
Öngörü her zaman mümkündür. Öngörünün kesinliği ve nesnel gerçekliği yüzde yüz yansıtıp yansıtmadığı ise başka bir tartışmadır. Bilim ve teknikteki gelişimin geldiği nokta ne kadar ileriyse, gözlenen doğa olayının işleyiş yasalarını keşfedebilmek ve öngörüde bulunabilmek için o kadar gerçekçi ve kapsayıcı bir model oluşturma imkanı doğar.
Diğer bir önemli nokta da bazen niceliğin niteliğe yaptığı sıçramanın öngörüyü mümkün kılabilmesidir. Tek tek atomaltı parçacıkların hareketleri mevcut bilim ve teknikle yüzde yüz doğrulukla öngörülemez ancak olasılıklardan bahsedilebilirken, atomların birleşiminden oluşan maddelerin hareketleri -ihmal edilebilir bir hata payı içerisinde-kesin bir şekilde öngörülebilir ve Newton yasalarına uyar.
David Bohm, Modern Fizikte Nedensellik ve Tesadüf adlı eserinde, tesadüf ve olasılık olgularının nitel sıçramaları mümkün kılmadaki rolüne değiniyor:
“Böylece tesadüfün önemli rolünü görüyoruz. Yeterli bir süre verildiğinde, tesadüf, şeylerin her türlü kombinasyonunu olası ve hatta gerçekte kaçınılmaz kılar. Tersinmez süreçleri ya da bir sistemi tesadüfi dalgalanmaların etkisinden kurtaran gelişim çizgilerini harekete geçiren bu kombinasyonlardan biri eninde sonunda kesin gerçekleşecektir. Bu nedenle, tesadüfün etkilerinden biri, nitel olarak yeni gelişimin çizgilerinin başlamasını mümkün kılacak şekilde “şeyleri kımıldatmaya” yardım etmektir.”
Bir tabancayla bir noktaya nişan aldığımızda, tetiği çektiğimiz anda etkin olan bütün değişkenleri hesaba katmak imkansız olduğu için kurşun öngörülen noktaya düşmeyecektir. Ancak, ateşlenen çok fazla sayıda mermi, önceden söylenen nokta etrafındaki küçük bir bölgede “tesadüfi” bir dağılım oluşturacaktır. Merminin bu dağılımdaki herhangi bir noktaya düşme olasılığı olasılık fonksiyonları yardımıyla kesin olarak hesaplanabilir. Bu nedenle, belli bir hata payı içersinde kesin öngörüler mümkündür. Bu örnekte yüzde yüz bir kesinlik elde etmek istiyor olsaydık, tabanca ve merminin yapısındaki düzensizlikler (deformasyonlar), sıcaklık, basınç, nem, hava akımlarındaki küçük değişimler ve hatta tüm bu faktörlerin moleküler hareketlerinden oluşan bir değişkenler yumağını hesaba katmamız gerekirdi.
“Bir “şans” oyununa dayandıkları varsayılan kumarhane sahipleri bilirler ki, uzun vadede, sıfır ya da çift sıfır da diğer herhangi bir sayı kadar sıklıkla gelecektir ve bu nedenle bol ve öngörülebilir bir kâr elde edebilirler. Aynı şey, tek tek müşterilerin kesin kaderi öngörülemez olsa bile, son tahlilde pratik kesinlikler olduğu anlaşılan belli olasılıklardan yüklü paralar kazanan sigorta şirketleri için de geçerlidir.”( Alan Woods ve Ted Grant, Marksist Felsefe ve Modern Bilim)
Kuantum teorisi, Matrix ve bilincimizin bir olasılığı olarak gerçeklik!
Gerçeğin bizzat kendisinin öznelliği ve maddenin yok oluşu iddiaları konusunda çok popüler bir örnek mevcuttur. Matrix serisini çoğumuz izlemiştir. Serinin ilk filminde kahramanımız Neo Kahin’in evine gider. Orada beklerken bir çocuğun düşünce gücüyle kaşık büktüğünü görür ve kendisi de denemeye karar verir. Çocuk Neo’ya der ki “There is no spoon!” yani; “Kaşık diye birşey yok!”. Çocuk Neo’ya kaşığı bükebilmek için kaşık algısını (ideasını) bükmesi gerektiğini öğütler. Serinin ilerleyen bölümlerinde, Neo bu öznel-idealist öğütle harikalar yaratacaktır.
Şimdi size “Efendim, Matrix gizliden gizliye bilinçdışına öznel-idealizmi aşılamak ve anti-komünizm propagandası yapmak amacıyla çekilmiştir” gibi şeyler söylemeyeceğim. Burada önemli olan “kuantum fiziğinin mistik yorumu” dediğimiz şeyin tam da bu olmasıdır. Sorun, “kaşık bükme” eylemi değildir. Sorun kaşık bükme eyleminin bilimsel araştırma yerine, madde diye birşey olmadığı ve gerçek denen şeyin sadece bilincimizin (idealar evreninin) bir olasılığı olduğu iddialarıyla açıklanmaya çalışılmasıdır. Bu bilimi sınırlayan eğilim, Engels’in Doğanın Diyalektiği’nde kıyasıya eleştirdiği “bilmiyorum, öyleyse bilime ait değildir” sığ bakış açısından beslenir. Halbuki Mike Palacek’in dediği gibi:
“Varoluşumuzun her yönüyle ilgili gittikçe daha fazla şey öğreniyoruz. Bir zamanlar imkansız olan birçok şey şu an gerçek. Bir zamanlar gizemli olan şimdi anlaşılır oldu. Bir zamanlar örtülü olan artık apaçık ortada. Bilimsel birikimin gelişmesi birgün evrenin en ücra köşelerini dahi parmaklarımızın ucuna getirecektir. Yolumuzda duran tek şey kapitalizm!”(Mike Palecek, Capitalism vs. Science)
Kuantum mekaniği evren algımızda bir devrime yol açarak mekanik determinizmi nihai olarak olumsuzlamıştır. Kuantum mekaniğindeki çalışmalarla ortaya çıkan (atomaltı parçacıkların sürekli birbirlerine dönüşmeleri, kütlenin enerjinin muazzam yoğunlukta lokalize olmuş hali olması, nötrino gibi bazı aşırı küçük parçacıkların saniyenin binde birinden kısa bir süre varlığını sürdürüp yok olması-yani aynı anda hem varolması hem yok olması- ve benzeri) gerçekler evreni anlayabilmek için diyalektik materyalist yaklaşımın kullanılmasını gerekli kılmaktadır.
Bunun yanında kuantum teorisinin mistik yorumlarına karşı da mücadele edilmelidir. Bir yandan özellikle Secret gibi kitapların da konu edindiği “gerçeğin göreliliği”,”maddenin aslında var olmayışı”,”düşünce gücünün sınırsızlığı” gibi öznel-idealist rüzgarlara kapılmamak, bir yandan da bilimin geldiği son noktanın açıklayamadığı herşeyi “hurafe” olarak adlandırmamak büyük önem taşıyor.
Kaynakça:
1.Alan Woods & Ted Grant, Aklın İsyanı: Marksist Felsefe ve Modern Bilim
2.F.Engels, Doğanın Diyalektiği
3.F.Engels, Anti-Dühring
4.David Bohm, Causality and Chance in Modern Physics
5.Bilim ve Teknik Dergisi – Şubat ve Mart 2005 sayıları
6.Douglas C. Giancoli, Physics for Scientists & Engineers with Modern Physics
Berkay Özbek
berkayozbek@hotmail.com