Sayın Livaneli, 1986-87 yılları. Liseye yeni başladığım zamanlardı. Öğretmen olan babam, ikinci bir işte, bir mobilyacı yanında çalışıyordu. Zaman zaman babamın yanına gider, evde araba teybinden bozma şeyle müzik dinlemek yerine, babamın çalıştığı yerdeki eli yüzü düzgün teybi kullanırdım. Bir gün elimde olan bir kasetinizdeki Şarkışla Türküsü‘nü babama dinletmek istedim. Teypte türkünün daha ilk notaları […]
Sayın Livaneli,
1986-87 yılları. Liseye yeni başladığım zamanlardı. Öğretmen olan babam, ikinci bir işte, bir mobilyacı yanında çalışıyordu. Zaman zaman babamın yanına gider, evde araba teybinden bozma şeyle müzik dinlemek yerine, babamın çalıştığı yerdeki eli yüzü düzgün teybi kullanırdım.
Bir gün elimde olan bir kasetinizdeki Şarkışla Türküsü‘nü babama dinletmek istedim. Teypte türkünün daha ilk notaları duyulur duyulmaz, babam şiddetle teybi kapattı. Dinlemekten hoşlanacağını bildiğim bir Livaneli şarkısını, neden dinlemek istemediğini anlayamadım ilk anda.
Babam davranışının nedeni hemen açıkladı. “Ulu orta yerde dinleme bu türküyü” diye uyardı babam. Korkarak değil ama biraz ürkekçe.
Ürkek olmakta haklıydı babam. Çünkü o yıllar sizin eserleriniz başta olmak üzere, birçok kişinin dinlenmesi, suç olmazsa bile, devlet gözünde bile ciddi sıkıntılar yaratacak bir dönemdi. Bunu biliyordu babam ve oğlunu korumak istiyordu. Sizin ve de o yılları yaşayan, bilen herkesin babamın bu koruma duygusunu anlayacağından eminim.
Aradan yıllar geçti, ben de politika içinde yer aldım. Benim politikayı öğrendiğim yıllarda, öğrendiğim, içinde yer aldığım politikadan fersah fersah uzaklaşıyordunuz. Bu konuda yanılıyor olabilirim. Bunu tarih gösterecek. Ama şu an böyle olduğunu düşünüyor ve kabul ediyorum.
Olsun diyordum, içimden. Dilimden düşürmediğim- düşürmediğimiz türküleri, şarkıları yıllar önce besteleyen kişi ile zaman dilimini birlikte yaşadığımız kişi aynı değil diyor, bestelerinizi dinlemeye, çalmaya devam ediyordum. Ta ki 29 Temmuz 2009 akşamına kadar.
O akşam başka bir şeylerle meşgul olurken, çok ama çok tanıdık bir ezgi geldi televizyondan. Biraz daha dikkatli dinleyince ezgiyi hatırladım. Kafamı kaldırıp ekrana baktığımda ise ilk anda algılamadığım bir manzara ile karşılaştım.
Ekranda 3g teknolojisini tanıtan bir reklam vardı. Reklamın cıngıl müziği denen ezgisinde ise sözleri Paul Eluard‘a ait olan bir sizin bir besteniz, Ey Özgürlük, çalıyordu.
Açık konuşayım İlk anda tecavüze uğramış gibi hissettim kendimi. O güzel ezgisi ile söylediğimiz,
Tarlalara ve ufka, kuşların kanadına,
Gölgede değirmene yazarım.
Uyanmış patikaya, serilip giden yola,
Hınca hınç meydanlara adını ey özgürlük, şarkısı, bir cep telefonu reklamında nasıl bir arada yer alabilirdi?
Ertesi gün, hemen, çalıştığınız gazetedeki e-posta adresinize, reklamda kullanılan ezginiz ile ilgili bilginiz olup olmadığını soran, bir e-posta yazdım. Gelen cevap en kötü tahminimden de kötüydü.
Asistanınız tarafından yazılan cevapta, sizin geçen yıl “eserlerinizin kullanım hakkını” bir müzik firmasına devrettiğiniz ve bundan dolayı duyduğum Ey Özgürlük ezgisinin o müzik firması tarafından reklam da kullanımına izin verdikleri, yazıyordu.
Sayın Livaneli,
Kapitalizmle çevrili olan bir dünyada, bir müzisyenin kapitalizm kuralları içinde yer almak zorunda olmasına değil öfkem.
Yaptığınız anlaşmada, imzaladığınız sözleşmede bestelerinizi her türlü kullanım (yani reklamlarda da kullanım) için de satmış olmanız. Satış kelimesine lütfen kızmayın. Sonuçta hukuki olarak, ekonomik değeri olan herhangi bir şeyin devri ancak satış işlemi ile gerçekleşir.
Kızmayın bana. Ama yaptığınız, örneğin bu satırların yer aldığı Sendika.Org internet sitesinin, sadece ve sadece var olmak adına, mesela, Coca-Cola reklamı almaya karar vermesi ve bunu yayınlaması gibi duruma eş değer buluyorum.
Sendika.Org sitesi ve/veya daha güzel bir dünya için çalıştığını söyleyen, o dünya için en insani değerleri üreten, koruyan herhangi bir kurum, kişi benzer bir durum yaptığında öfkeleneceğim gibi öfkelendim size.
Şunu diyebilirsiniz? “Şarkılar benim eserim, dilediğimi yaparım”. Elbette bunu söyleme hakkınız var. Ama o zaman da çocukluğu, gençliği sizin şarkılarınızla geçirmiş birisi olarak şunu sormak isterim. Siz şarkılarınızı zamanı gelince, reklamlarda kullanılsın diye mi bestelemiştiniz?
Eğer öyleyse, bunu daha önceden bilmek isterdim. Bilseydik eğer bazen aşkımızı anlatmak için, bazen hüznümüzü paylaşmak için, bazen coşkumuzu bulaştırmak için dilimize doladığımız şarkılarınıza o kadar değer vermez ve de bağlanmazdık. Ya da sizin verdiğiniz değer kadar değer verirdik şarkılarınıza.
Ruhumuza değer biçilmesinin önüne geçerdik en azında. Bu kadar üzülmezdik. İnanın bana.
Ey Özgürlük ezgisini bir reklamın müziği olarak duyduktan sonra;
Bağlamada ilk çalmayı öğrendiğim Karlı Kayın Ormanı‘nı çalmaktan ve söylemekten vazgeçiyorum,
Her duyduğumda gözlerimi yaşartan, dudaklarımı titreten Kız Çocuğu‘nu dinlemeyi bırakıyorum,
Özellikle işsiz olduğum şu günlerde, nerede bir camda asılmış olarak görsem ve anında içimden söylemeye başladığım Çırak Aranıyor‘u da hayatımdan çıkarıyorum,
Şeyh Bedreddin Destanı‘ndan da, Şarkışla Türküsü‘nden de, Memetçik Memet’ten de, Merhaba‘dan da, Gözlerin‘den de, Arhavili İsmail‘den de, Hoş Geldin Bebek‘ten de, Memik Oğlan‘dan da…
Ve daha nicelerinden de vazgeçiyorum artık.
Sanmayın ki çok kolay bunu yapabilmek. Bu mektubu yazarken bile, kaç tane besteniz dilime dolandı ve hemen kendimi zorlayarak ama aynı zamanda içim acıyarak nasıl susturdum bir bilseniz.
Şarkılarınızdan vazgeçmem demek çocukluğumdaki, gençliğimdeki hem derin hem de çok güzel izlerden de vazgeçmem demek. Ve inanın bana içim acıtıyor ve de acıtacak.
Saygılarımla.