İran’daki seçim darbesi ve onu takiben meydana gelen ayaklanmalar ve seçmenlerin isyanının bastırılması, Batı medyasında Sağdan ve Soldan her türden analizi gündeme getirdi. Genellikle neo-con ideoloji ve gerici görüşlerden esinlenen Sağ, Şah döneminin İran’ının yeniden canlanmasının hayallerini kurmakta, mutsuz İran halkı arasında Amerika ve İsrail yanlısı müttefikler aramakta ve Doğu Avrupa tipi bir kadife devrim […]
İran’daki seçim darbesi ve onu takiben meydana gelen ayaklanmalar ve seçmenlerin isyanının bastırılması, Batı medyasında Sağdan ve Soldan her türden analizi gündeme getirdi. Genellikle neo-con ideoloji ve gerici görüşlerden esinlenen Sağ, Şah döneminin İran’ının yeniden canlanmasının hayallerini kurmakta, mutsuz İran halkı arasında Amerika ve İsrail yanlısı müttefikler aramakta ve Doğu Avrupa tipi bir kadife devrim beklentisi içine girmektedir. Bu analizler bir esasa dayanmadığından pek de eleştiriye değmez ve bunlardan, İran politikasının ve halkının karmaşık yapısını anlamaya çalışmaları da beklenemez.
Batı’daki Sol’a gelince, büyük bir şaşkınlığın varlığından söz edebiliriz. İlerici sol, başından beri açıkça İran sivil halk hareketini destekledi. ZNet, Campaign for Peace and Democracy, Bullet ve bazı diğer medya, insanların İran durumunun karmaşıklığını anlamasında kolaylık sağlamak üzere sağlıklı analizler sundular (örneğin burayı tıklayınız). Bazı entelektüeller İranlı meslektaşlarıyla beraber imzalı dilekçeler hazırlarlarken diğerleri suskun kalmayı tercih etti. Fakat tedirgin edici bir şekilde, Hamas ve Hizbullah’ın Gazze’de ve Lübnan’da hiç eleştirisiz anti-emperyalizmin şampiyonları haline geldikleri gibi, Ahmedinejad da, sert İsrail ve ABD karşıtlığı retoriğiyle soldaki bazı insanlar için şampiyon haline geldi. Kaba bir sınıf analizine dayanarak, aynı zamanda, zenginlere karşı güya düzenlediği kampanyasıyla ve çalışan yoksullara verdiği hayali destekten dolayı da doğrudan veya dolaylı olarak övüldü. Bu analizler, İran’ın coşkulu sivil toplumu içindeki gerçek hareketi zayıflatmakta ve bu hareketin demokrasi, politik ya da kişisel özgürlükler mücadelesini orta sınıfın Batı propagandası ile kışkırtılan talepleri olarak göstererek lekelemektedir (Hameney, Ahmedinejad ve destekçileri tarafından paylaşılan bir görüş).
MRZine ve İslâmcılar
En garip olay da, Monthly Review‘un internet Dergisi olan MRZine’nin, bazı durumlarda Basij’in (İslâm militanlarının), sokak serserilerinin ve suçluların propagandalarını bile yayımlamasıdır. Bu internet sitesi, yazı gönderen İslâm-yanlılarının mektuplarına geniş yer vermektedir ve bu yazılar sol tarafta olmasalar bile, sitenin editörü solcular tarafından memnuniyetle karşılanmaktadır. Bir yazar, İran’daki savaşın “refah için reform ve özel mülkiyet hakları” için olduğunu, Ahmedinejad’ın “yönetici sınıfı öfkelendirdiğini” çünkü “İran’daki şirket çıkarları için talep edilen neoliberal reformları gerçekleştirmek konusunda pek hevesli olmadığını” ve “İran’ın muhafazakâr malî adaylarının” saldırısına maruz kaldığını iddia etmektedir. Yazar, buna uygun olarak, Ahmedinejad’ın Devrim Muhafızları’nın ve tutucu din adamlarının destekçilerinin içinde bulunan arkadaşları ve müttefikleri tarafından kontrol edilen çok fazla “şirket çıkarı” olduğundan ve gene Ahmedinejad’ın “özelleştirme” politikalarının sadık bir uygulayıcısı olarak, devlet holdinglerini yakın dostlarının mülkiyetine verdiğinden bahsetmemeyi yeğlemektedir.
1979 devrimi sırasında, Sovyetler Birliği’nin talimatı üzerine, Tudeh Partisi, “kapitalist-olmayan bir çizgi” ve “sosyalist bir konum” sürdürmek için, İslâmî rejim elemanları arasında başarısız bir şekilde derinlere dalıp “kapitalist-olmayanları” bulmak için büyük çaba sarf ediyordu. Şimdiki durumda ise, MRZine, İslâmcılar arasında bu çeşit bir nesli üretmek üzere yeni bir kazı yapmaya başlamış gibi görünmekte, ancak İslâmcı rejimin tüm gruplarının her zaman sağlam ve güçlü kapitalistler olmuş olduğunu anlamamakta ısrar etmektedir.
Azmi Bişara’nın hayal ettiği İran
Azmi Bişara’nın (MRZine’de yayımlanan) “Iran: An Alternative Reading” (“İran Konusunda Alternatif bir Yorum”) adlı yazısında, Azmi Bişara, İran hükümetinin totaliter sisteminin diğer totaliter sistemlerden iki yönden kesinlikle ayrıldığını iddia etmektedir: Kendisine göre ilk olarak, bu sistem, “yöneten düzen ve onun ideolojisi nezdinde, yüksek derecede anayasal kanunlar haline getirilmiş demokratik bir rekabeti” kurumlaştırmıştır. Bişara’nın izah etmediği şey ise, bu “demokratik rekabetin” yalnızca İslâmcılar arasıda uygulandığı ve tüm diğerlerinin yâni ılımlı Müslümanların veya lâik liberaller ve solun geniş bir kesiminin bu rejim içindeki anti-demokratik kurumlar yoluyla dışlandığıdır.
Bişara’ya göre ikinci farklılık, “…hükümetin kurumlarına nüfuz etmiş olan resmî ideolojinin… halkın geniş çoğunluğunun benimsediği bir gerçek din olduğu yolundadır.” Eğer İranlıların çoğunluğunun Müslüman ve Şiî olduğunu kastediyorsa haklıdır fakat bu insanların hepsinin dinci olduğunu ve İslâmın gerici köktenci versiyonunu iktidarda olanlarla aynı şekilde paylaştıklarını farz etmek hata olur. Aynı şekilde, İran’da çok fazla lâik vatandaşın bulunduğunu hatırlamakta zorlanıyor. Bu ülkedeki lâik kişilerin oranı, nüfusun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkeler arasındaki en yüksek oranlardan birini teşkil eder.
Bişara, İran’daki “politik çeşitliliğe olan toleransı”, “eleştiriye hoşgörülü yaklaşımı” ve “iktidarın barışçıl bir şekilde değişmesini” övmektedir. Bizim meşhur Filistinli politikacımızın gerçek İran’ı mı yoksa hayalinde canlandırdığı İran’ı mı yazdığını merak ediyoruz. Bişara, ülkedeki binlerce politik tutuklunun katledilmesini, entelektüellerin birbiri ardına öldürülmelerini ve ülkenin en yetkin ve ilerici seslerinin susturulmalarını duymamış olabilir mi? İslâmî Muhafızlar Konseyi’nin (The Guardianship Council) seçimle gelmemiş 12 muhafazakâr üyesinin, Başkan veya Parlamento üyesi olabilmesi için yalnızca güvendikleri birkaç kişiye izin verdiklerini ve gerçek ‘otorite’ olan En Yüksek (Yüce) Lider’in değişmediğini ve tüm Molla’ların Ulema Meclisi tarafından hayat boyunca seçildiğini bilmiyor mu? Bu seçimle gelmemiş Yüce Lider devletin baskıcı aygıtlarını yönetmektedir ve 1993’ten beri acil baskı operasyonlarını icra etmek üzere kendi “Vilayet Özel Muhafızları”nı (NOPO) oluşturmuştur. Tolerans, hoşgörü ve demokrasi denilen şey işte bu kadar.
Bişara, gerçek kitlesel reform hareketinin altını dinamitlemekte ve “reform eğiliminin gücü konusundaki beklentilerin… Ahmedinejad’a muhalif Batılı ve Batılı olmayan medya tarafından yaratıldığını …” ileri sürmektedir. Bişara ev ödevini yapmış olsaydı, büyük sayıda kadın örgütleri, gençlik, öğretmenler ve işçilerin seçilmiş gruplarının önderliğini yaptığı kitlesel kampanyalar hakkında bir şeyler öğrenmiş olurdu. Kendisi bizi bu hareketlerde “elitizm”in hakim olduğu ve “kibirli bir sınıfsal yan bulunduğu” için uyarmakta ve bu hareketlerin “gerisinde orta sınıf hareketi olması” yüzünden küçümsemekte ve “bunların, genç insanların çoğunluğunu teşkil etmeyip, daha ziyade belli bir sınıfın genç insanlarının çoğunluğu” olduğunu iddia etmektedir. Toplumun yoksul kesimlerinden gelen gençlerin çoğunluğunun Ahmedinejad’a destek verdiği değerlendirmesini hangi temele dayanarak yaptığı açık değildir.
James Petras’ın mesajı: özgürlük “hayatî” değil!
Şoke edici yazılardan biri de, ünlü muhalif Sol yazar ve akademisyen James Petras
‘tan gelmektedir. “Iranian Elections: ‘The Stolen Elections’ Hoax,” (İran Seçimi: ‘Çalınmış Seçim’ Oyunu) adlı yazısında, Petras, sonuç olarak İran seçimlerinde uygunsuz herhangi bir şey yapıldığını inkâr etmekte ve konu hakkında hiçbir inandırıcılığı veya ehliyeti olmadan, kendinden emin, bazı küçük İran şehirlerinden gelen istatistikî bilgilerin ayrıntısını incelemeye girişmektedir.
Kitlesel seçim hilesine işaret eden bol bol kanıt her şeyi ortaya koyuyor. Bu yüzden ben onun delillerini ve ‘kaynaklarını’ çürütmek için zamanımı harcamayacağım ve daha ziyade analizi üzerinde odaklanacağım. Petras’ın yazısının en şaşırtıcı yanı, aldatıldıklarını anladıklarında, kendiliğinden, hayatlarını riske atarak sokaklara akan ve demokrasi, insan hakları ve politik özgürlükler için büyük gayretlerle kampanyalar yürütmüş olan tüm cesur kadınlar, gençler, öğretmenler ve memurlar için burada bir sempati işaretine hiçbir şekilde rastlanmamasıdır. Onun yerine, “üst sınıflara ayrılmış rahat bölgelere”, “iyi-giyimli ve akıcı İngilizce konuşan” gençliğe vs. yapılmış tek tük de olsa referanslar yer almaktadır. Kadınlardan bir kez olsun bahsedilmezken, onların taşlama, çok eşlilik ve yasal cinsiyet ayrımcılığı gibi en gerici politikalara karşı verdikleri hayranlık uyandıran mücadelelerinin ayırdında olduğuna ilişkin de tek bir kelime dahi yoktur. Gene, pek çoğu hapishanede olan sendika eylemcileri, yazarlar ve sanatçılara da herhangi bir atıfta bulunulmamıştır.
Bunun yerine vurgu kaba sınıf analizi üzerine yapılmıştır: “oy verme istatistikleri, yüksek gelirli, işçi sınıfına karşı, serbest pazara odaklanmış kapitalist bireylerin, düşük gelirli, yüksek faiz ve kârlılığın dînî kurallar tarafından sınırlandırıldığı ‘töresel ekonomiyi destekleyen halk tabanlı bir kitleye karşı gerçek bir sınıf kutuplaşmasını açığa çıkarmaktadır.” Petras bundan daha yanlış yönlendirici ve bundan daha çok yanlış fikir verici olamazdı. Tabiî ki söyledikleri, bilinen geleneksel sınıf çatışması paradigmasına uyar (hayalî bir İslâmcı ekonominin ilâve etkisiyle beraber!). Ancak gerçek çok daha karmaşıktır. İki taraftaki Ayetullahlar gibi endüstrileri idare eden, ticaret tekellerini kontrolleri altında bulunduran ve büyük toprak işleyicileri olan İslâmcı Devrim Muhafızları liderleri de “pazara-odaklanmış kapitalistlerdir”. Aynı zamanda iki taraftan işçiler vardır. Başarısızlığa uğrayan ekonomik politikalar, artmakta olan yüzde 30’luk enflasyon oranı, büyüyen işsizlik ve sendikaların baskı altında tutulması pek çok işçinin Ahmedinejad aleyhine dönmesine neden oldu. Hükümetin zalim taktiklerine karşı İran İşçileri Birliği – Hodrov (The Communiqués of Workers of Iran Khodrow) otomobil endüstrisi işçilerinin protestosu, Tahran Kamu Ulaşımı işçilerinin uzun grevleri ve direnişleri ve seçim sonrası isyanlarda yer alan işçilerin hepsi işçilerin Ahmedinejad’a karşıtlığının örnekleri. İki tarafın da zimmete para geçirme ve çürümüşlüğe bulaştığı ve bunların iki tarafın da birbirini ifşa ettiği ve fiyaskoyla sonuçlanan görüşmelerde açığa çıktığı bir durumda İslâmcı “töresel ekonomi”den bahsetmek biraz naiflik olur.
Durumu anlayışının sınırlılığı temelinde, Petras, “muhalefetin seçim yenilgisinin boyutu, bize onun, kendi halkının hayatî önemdeki kaygılarıyla ne ölçüde ilgisiz olduğunu göstermektedir” beyanında bulunmuştur. İlk olarak, diğer pek çokları gibi, bu “muhalefetin” değişik grupları ve kategorileri arasında ayrım yapamamaktadır. Ve daha da kötüsü, İranlı kadınlara, gençlik, sendika eylemcileri, entelektüeller ve sanatçılara, politik ve bireysel özgürlük, insan hakları, demokrasi, cinsiyet eşitliği ve emek hakları konusundaki talepleri ve “kaygı”larının “hayatî önem” taşımadığını söylemektedir. İran soluna: “rofagha (yoldaşlar), işkence altındaysanız ve hapishanelerde çürüyorsanız, kitaplarınız yakılıyorsa ve mesleğinizden atılıyorsanız üzülmeyin çünkü “işçi sınıfı hükümetten yardım ve sadaka alıyor” der gibi görünmektedir. Profesör Petras ve onun gibilerin, eğer onların özgürlükleri ve ayrıcalıkları söz konusu olsaydı bu kadar affedici ve hoşgörülü olmayacakları kesindir.
Sol, tarihî olarak, ilerici hareketler, kadın hakları ve sendikaların haklarıyla dayanışma içinde olmuş ve onlar içine kök salmıştır ve sesi, ilk ve en önde gelen özgürlük çağrısı olmuştur. Bugün Sol’un bir kısmından işittiğimiz seslerse trajik bir şekilde gericidir. Dinci köktencilerle, onların emperyalizm-karşıtı veya kapitalizm-karşıtı olduğuna dair yanlış değerlendirmeler ileri sürülüp birlik yapma, tarihin en gerici güçleriyle bir araya gelme, aynı yere gelme anlamını taşır. Bu, her zaman ilerici güçlerin yanında olmuş olan ilerici soldan farklı, gerici bir soldur.
Zizek de önemli bir noktayı atlıyor
Çok hayranlık duyulan ve yaygın olarak okunan bir yazısında, yeni solun ünlü sesi Slavoj Zizek, İran’daki çeşitli olaylar hakkında yorumlar yapıyor. Zizek, “Musavî destekçileri… eylemlerini, 1979 Humeyni devriminin tekrarı olarak ve bu devrimin sonradan uğradığı çürümüşlüğüne karşı, köklerine geri dönmesi olarak görüyorlar” diye izah ediyor. Ve ekliyor, “Humeyni devriminin aldatılmış partizanlarının gerçek halkçı ayaklanması ile karşı karşıyayız”, “Humeyni devriminin ‘bastırılmışlarının geri dönmesidir bu’.”
Zizek, 1979 devrimi zamanındaki “Humeyni partizanları” arasında ayırım yapmıyor ve devrimi asıl başlatan, diğer alternatiflerin yokluğunda Humeyni’nin liderliğini kabul etmek zorunda kalan ve dinci olmayıp lâik olan hem liberalleri hem de Sol’u yok sayıyor. Bu gerçekliğin tanınmaması, bazen bizi ümitsizliğe sevk etmektedir ve büyük bir hatadır. Aynı çizgide devam ederek, Zizek, bugünkü hareketlerin tümünü yanlış bir şekilde Musavî’yi destekleme hareketleri olarak görmektedir: “Musavî… halkın Humeyni devrimini sürdürme hayalinin gerçek bir yeniden canlandırılışı anlamına gelmektedir.” Zizek, bu temeller üzerine şu sonuca varıyor: “1979 Humeyni devrimi, gücü zorbaca bir İslâmî ele geçirme hareketine indirgenemez.” Zizek, görüşünü kanıtlamak için, “devrimin ilk yılındaki inanılmaz coşku…”ya atıfta bulunuyor. Gerçekte, ilk yıldaki veya Amerikan Büyükelçiliği’ndeki rehin almalardan evvelki ‘coşku’nun büyük kısmı, işçi konseyleri (şuralar) hareketinden, Fedailer’in ve Gonbad’daki ve Kürdistan’daki diğer sol örgütlerin direnişlerine, kadın hareketlerine ve üniversite-temelli hareketlere kadar, Humeyni partizanı-olmayanların eylemlerinden kaynaklanıyordu. Bu, Humeyni ve destekçilerinin, güçlerini henüz pekiştirmemiş oldukları bir dönemdi. Rehineler krizi ve İran-Irak savaşının başlamasıyla “İslâmî kuruluş”, yönetimi tamamen devraldı.
“Bunların hepsinin anlamı”, Zizek’e göre, “İslâm’da gerçek bir özgürleşme potansiyeli olduğu sonucu.” Zizek, Musavî’nin tutucu bir İslâmcı olduğunu ve bu “özgürleştirici potansiyelin” ona atfedilemeyeceğini teslim etmek istemiyor. Tabiî ki, din ve devletin ayrılmasına inanan ve bu tür özgürleştirici potansiyellerin şampiyonları olabilecek Mohamad Shabestari, Mohsen Kadiyar, Reza Alijani ve Hassan Eshkeyari gibi yeni nesil Müslüman entelektüeller de var fakat bu özgürleştirici potansiyelleri bulunduranlar kesinlikle Humeyni ve Musavî gibileri değildir.
Şüphe yok ki 1979 İran devrimi henüz
tamamlanmamış bir iştir ve demokrasi, politik özgürlükler ve toplumsal eşitlik talepleri henüz yerine getirilmemiştir. Bu talepler Humeyni’nin talepleri değildir ve aynı şekilde bugünkü taleplerin hepsi de Musavî’nin talepleri değildir.
İran’da olanlar, otuz yıllık gerici, gaddar bir dinî yönetim altında öfkelenmiş, seçim hilesiyle tetiklenmiş fakat içinde daha köklü, önemli talepleri olan bir halkın, kendiliğinden, ustaca ve bağımsız olarak ayaklandıkları bir başkaldırıdır. Ülke içinde ve dışındaki imam rejimi ve destekçilerinin dehşete kapılmalarına rağmen, gittikçe genişleyen İranlı sivil toplum, ileri doğru adımlar atmak için çok zeki bir şekilde davranarak seçim anını yakaladı. İslâmcı rejim veya kendi yetenekleri konusunda hiçbir yanlış görüşe sahip değiller. Stratejileri, adım adım ve şiddete başvurmadan, İslâmcı rejim ve onun hegemonyası yerine lâik, demokratik bir rejim getirmek. Bu, muazzam önem taşıyan, hassas ve plânlanması gereken uzun dönemli bir karşı duruş. Şimdi, demokrasi ve sivil özgürlükler kaygısı olmayan ve yanlış yönlendirici anlayışlara sahip olan solun avı olmadan, Batı’daki soldan geniş ölçekli ve etkili destek almaları önemlidir.
*Saeed Rahnema: Kanada, York Üniversitesi’nde Politik Bilimler Profesörü.
10 Temmuz 2009
[Zmag’deki İngilizce orijinalinden Hatice Aksoy tarafından 5deniz.net (Sendika.Org) için çevrilmiştir]