Erol Yarar, Müstakil İşadamları Derneği’nin (MÜSİAD) kurucu başkanı. 20 Temmuz günlü Star gazetesinde röportajı yayınlandı. Yarar, röportajında TÜSİAD’la çatışmasını gizlemiyor ve TÜSİAD’ın geçmişi MÜSİAD’ın geleceği temsil ettiğini söylüyor. Yazımıza konu olan en önemli tespiti ise TÜSİAD’da örgütlenen sermaye kesimini devletin semirttiğini MÜSİAD üyelerinin ise kendi dinamikleriyle zenginleştiğini söylemesi. İslami sermaye için şöyle söylüyor Yarar: ” […]
Erol Yarar, Müstakil İşadamları Derneği’nin (MÜSİAD) kurucu başkanı. 20 Temmuz günlü Star gazetesinde röportajı yayınlandı. Yarar, röportajında TÜSİAD’la çatışmasını gizlemiyor ve TÜSİAD’ın geçmişi MÜSİAD’ın geleceği temsil ettiğini söylüyor. Yazımıza konu olan en önemli tespiti ise TÜSİAD’da örgütlenen sermaye kesimini devletin semirttiğini MÜSİAD üyelerinin ise kendi dinamikleriyle zenginleştiğini söylemesi. İslami sermaye için şöyle söylüyor Yarar: ” … Devlet eliyle semirtilmediler, çalıştılar, yokluk çektiler… Çalıştılar, şükrettiler, azken verdiler, Allah da daha çok verdi, çünkü daha cömert.” Yarar, zenginle yoksul arasındaki ayrımın da yine Allah tarafından takdir edildiğini söylüyor: “Mao gibi gri kıyafetlerin giyildiği bir düzene inanmıyoruz ki. Okuduğum ayet ve hadislerde herkesin harcamasının Allah’ın ona verdiği kadarıyla olduğunu biliyorum.”
MÜSİAD üyelerine özellikle AKP döneminde devlet olanaklarının nasıl peşkeş çekildiğini ve nasıl zenginleştiklerini anlatacak değilim. 1999 yılında tanık olduğum bir olayı anlatmakla yetineceğim.
İstanbul-Kartal’da manyetik kart basan bir işyerinde sendikal çalışma yaptığımız sırada işten atılmalar yaşandı ve biz yaklaşık 5 ay fabrika önünde bir direniş örgütledik. Kar, kış demeden 60’ın üzerinde işçiyle direnişi sürdürdük. Direniş günlerinden birinde yanımıza nefes nefese 3-5 kişi geldi. Hemen etrafını çevirdik ve “Ne oldu?” diye sorduk.
Gelen kişiler birkaç sokak ötede büyükçe bir fabrikada çalışan işçilerdi ve işten atılmışlardı. Bizim orada direniş yaptığımızı biliyorlarmış ve yardım istemeye gelmişler. Hemen fabrikanın olduğu yere gittik. Fabrikanın önünde yaklaşık 300 kişi bekliyordu ve bizi görünce hepsi koşar adımlarla yanımıza geldiler. Abartısız ifadelerle yazıyorum hepsi panik halindeydi.
İşçilerle konuşunca yüzlerindeki aptallık halinin neden kaynaklandığını anlamıştım. Bu işyeri İslamcı sermayenin en güçlü kuruluşlarından biri olan İstikbal yatak firmasına çelik yay yapan bir fabrikaydı. Tahmin edeceğiniz gibi sahibi dindar kişiliğiyle tanınıyordu. İşçilerin çok büyük çoğunluğu Bitlis ya da Siirt’ten patronun hemşerisi olarak özellikle getirtilmişti. İşçilerden biri çalışma koşullarının kötülüğünü, ücretlerin düşüklüğünü anlatırken iki parmağı eksik elini göstererek “arkadaşların içinde prese kaptırıp parmaklarını kaybedenin sayısı az değil” dediğinde gözlerim hızla işçilerin ellerine kaymıştı ve gerçekten de tablo korkutucuydu.
Hiç unutmuyorum, en gençlerinden biriydi, “Abi biz de müslümanız, hem de köylümüz niye yaptı bunu anlamadık.” diye yaşadıkları şaşkınlığı en yalın biçimde anlatmıştı. “işten atma gerekçesi ne” diye sordum. “Sendikaya üye olduk” deyince bu sefer şaşırma sırası bana gelmişti. “Peki sendikadan kimse yok mu” diye sordum. “Haber verdik ama hala gelmediler, gelmeyince size haber verdik” dedi içlerinden biri. HAK-İŞ’e bağlı Özçelik İş Sendikası’na üye olmuşlardı. Dindar patronun hışmından dindar sendikacılara sığınarak kurtulmak istemişlerdi.
Diğerlerine göre daha yaşlıca olanlarından biri, o sıra Refah Partisi’nden Kartal Belediye Başkanı seçilmiş olan Mehmet Sekmen’le görüşmeye gideceklerini, çünkü Sekmen’in patronun çok yakın arkadaşı olduğunu, onun mutlaka bu sorunu çözeceğine inandıklarını söyledi.
Ben işçileri yeterince dinledikten sonra kısaca sermayenin dini imanı olmadığını, işçilerin ancak mücadele ederek haklarını alabileceğini vs. anlattım ve belediye başkanının bu sorunla ilgilenmeyeceğinden emin olduğumu ama akıllarında kalmaması için gidip görüşmelerini söyledim. Birkaç kişi işyeri önünden ayrıldı ve ben de hem işçilerle sohbet etmek hem de dönüşlerini beklemek için kaldım. Halleri gerçek anlamıyla içler acısıydı. Yoksullukları yüzlerinde o kadar derin çizgiler açmıştı ki bizim işçiler birkaç aydır işsizdiler ama onlara göre çok daha iyi görünüyorlardı. Konuştukça öğrendim ki sırf o fabrikada çalıştırılmak için memleketlerinden topluca getirilmişlerdi. Hatta az sayıdaki (hepsi türbanlı olan) genç kadın işçiler de ağabeyleri ve babalarıyla birlikte orada çalışıyorlardı. Korkularının büyük kısmı da işlerinden olduklarında İstanbul’da tutunacakları tek dalı da kaybetmiş olacaklarından kaynaklanıyordu.
Aradan birkaç saat geçti ve belediye başkanıyla görüşmeye giden işçiler geldi. Yüzleri darmadağınıktı. Herkes gelenlerin yüz ifadelerinden durumu anlamıştı. Belediye başkanı görüşmemişti bile işçilerle. Programı yoğunmuş…
Sonra ne mi oldu. O gün akşama kadar işçilerle birlikte kaldık, akşama doğru patronun şikayeti üzerine polis geldi, fabrika önünü terk etmemizi söyledi. Ama işçileri fabrika önünde kalmaya ikna etmiştik ve polisin baskısını reddettiler ve işe geri dönene kadar orada kalacaklarını söylediler. Ertesi gün sabah erkenden işçilerle birlikte beklemeye başladık ve öğlene doğru sendikadan yetkililer geldi. Tahmin ettiğimiz üzere haklarını yasal yollardan arayacaklarını, burada beklemenin manasız olduğunu söyleyerek hepsini evlerine gönderdiler.
Şimdi Erol Yarar’ın inandığı dine göre ne olmuş oluyor: Laik burjuvazinin kutsalı olan “piyasanın düzenleyici eli ” yerine İslamcı burjuvazinin kutsalı olan Allah’ın kudretli eli duruma müdahale etmiş oluyor. Patrona zenginlik, işçiye yoksulluk ve sefalet düşmüş oluyor.
Hadi ordan sahtekarlar! Bu dünyanın zevklerini biz, öbür dünyanınkileri (bulursanız) siz yaşarsanız demek için o kadar acele etmeyin. İşçi mücadelesi hiçbir kutsal kitaba sığmaz. Yarar, röportajında tarih okumayı sevdiğini söylüyor. Biraz da işçi sınıfı tarihi okusun bakalım, ne demek istediğimizi anlar…