Başlığa aldanarak çok çalışmanın sizi özgürleştirebileceğini ya da daha fazla refah getirebileceğini sanmayın; zira bu başlık aklınıza gelebilecek en son yerde, 4 milyon insanın değişik şekillerde öldürüldüğü Nazi toplama kampı Auschwitz’in giriş kapısında yazıyordu II.Dünya savaşında çoğunluğunu yaşlıların, kadınların ve çocukların oluşturduğu esirler çalışma kamplarında toplatılırdı. Naziler kampa getirilen insanların içinden ‘işe yaramayanları’ ayıklayıp gaz […]
Başlığa aldanarak çok çalışmanın sizi özgürleştirebileceğini ya da daha fazla refah getirebileceğini sanmayın; zira bu başlık aklınıza gelebilecek en son yerde, 4 milyon insanın değişik şekillerde öldürüldüğü Nazi toplama kampı Auschwitz’in giriş kapısında yazıyordu
II.Dünya savaşında çoğunluğunu yaşlıların, kadınların ve çocukların oluşturduğu esirler çalışma kamplarında toplatılırdı. Naziler kampa getirilen insanların içinden ‘işe yaramayanları’ ayıklayıp gaz odalarına gönderiyorlardı. Geri kalanları ise kampların inşasında aç, susuz ölünceye kadar kullanıyorlar, hastalanan ya da güçten düşenleri öldürüyorlardı. Bu cümle orda çalışanlar için ne kadar motive edecidir bilinmez ama kızıl ordu birlikleri kampları bulana kadar kimse ‘özgürlüğüne’ kavuşamamıştı.
Nazi propagandasının mihenk taşlarından biri olan bu cümle ve benzeri propaganda tabelaları sadece toplama kamplarının girişinde değil dönemin Alman devlet dairelerinin kapılarında da asılıydı. Hitler’in Propaganda Bakanlığı sadece kültürel anlamda değil ekonomik anlamda da toplumu savaşa hazırlamak için çalışmayı yücelti. Çalışmayı sadece üretim için değil sosyolojik açıdan toplumu ehlileştirmek için kullandılar. Alman faşizmine göre çalışmak disiplin ve düzendir. Çalışmak tembellikten doğacak yararsız ve zararlı düşüncelere engel olur. Alman toplumu kısa bir zaman sonra çok çalışmasının nasıl bir savaşa mal olacağını anlayacaktı. İnsanlık tarihinden günümüze toplumsal ve dinsel olarak her şekilde yüceltilmiş olan ÇALIŞMAK gerçek kimliğini bulacaktı bu kamplarda. Çalışmanın sadece vahşete dönüştüğü bu kamplar için Frankfurt ekolunun ünlü düşünürlerinden Adorno “Auschwitz’ten sonra şiir yazılamaz” diyecekti.
Korkmayın; Hitler ve toplama kampları unutulacak kadar uzak bir geçmişte kaldı ve günümüz çalışma şartları kısmen de olsa ‘daha uygun’ hale getirildi. Emekçilerden daha iyi ve daha fazla verim alınabilsin diye, seri ve ucuz üretim uğruna vahşi kapitalizmin emekçiler ve çocuk-işçilere nasıl vahşetler yaşattığına girmeyeceğim. Bu yazıda, bizlere sunulmuş en büyük yalanlardan birine, “çalışma süresinin düzeltilmesi” yalanına değineceğim.
Bir tehdit aracı olarak ücret
Gün ışığına göre çalışan emekçiler çalışma saatlerini 1886 yılının 1 Mayıs’ında “Sekiz saat çalışma, sekiz saat sosyal hayat, sekiz saat dinlenme ve uyku” sloganıyla protestoya başladılar. Birçok emekçinin hayatına mal olan olaylardan birkaç yıl sonra çalışma saati 8 saat olarak yasalaşalacaktı. Bu, emekçilerin yaklaşık 200 yıllık bir süreç içindeki en önemli kazanımı olarak değerlendirildi. Yaşanan acı ve ödenen bedelleri sembolize etsin diye, 1 Mayıs birlik, dayanışma ve mücadele bayramı olarak kutlanmaya başlandı. Kaliteli, verimli, uzun vadeli ve daha çok çalışabilsinler diye işverenlerin gerçekte göz yumdukları bir tavizdi. Emekçilerin en insani hakları bile bu durumda kullanıldı. Hak olan lütfedilmişti.
O günlerin çalışma şartları ve süreleri Nazi toplama kamplarından pek farklı değildi. Emek tarihi sanayi devrimi ile modernleşen toplumların nasıl bir vahşetle emekçileri ve sınıfsızları ezdiğinin tanığıdır. Aradan nerdeyse 150 yıl geçti ve bizler hala çalışma saatlerimizi değil ücretlerimizi tartışıyoruz. Ne kadar üretirsek o kadar ücret kazanırız deniliyor. Bir değer aracı olarak emek dünyanın her yerinde geçerlidir, ne kadar paha ettiği ise çalışma şartlarına ve bölgelerin ekonomisiyle ilgilidir. 1 ekmek almak için harcadığımız çalışma süresi (yani emek) dünyanın her yerinde değişiklik gösterir ama gerçek ve nesnel bir ölçüttür. Küreselleşen piyasalar da dolaşıma sokulan bütünüyle emektir, yani artı-değerdir. Siz bakmayın dünya piyasasına sunulan her ürünün belirli standartlarla üretildiği, bir çok test aşamasından ve kalite kontrol prosedüründen geçtiği yalanına; tüm bunlar pazarlama ve üreten emeği gölgelemek için kullanılan taktiklerden öte değildir. Dolaşıma giren çalışanların emeği, toprağın verimi, iklimin bereketidir. Ve şu ünlü her şeyin bir fiyatı vardır safsatası; evet her şeyin bir bedeli vardır ama bu bedel sadece para değildir. Bu bedel doğaya verdiğiniz zararlardan tutun, ucuz işgücü uğruna 3.dünya ülkelerinde sömürülen hayatlara kadar uzanır. Romantiklikle suçlanmayacaksam şunu söylemek isterdim; çok uluslu şirketler değil dünyayı güzelleştiren emektir hala.
Çalışma saatlerinin uzunluğu, adaletsizliği üreten ellerin ve beyinlerin yaratıcılığını törpülüyor. Bir zaman sonra ise tamamen yok ediyor. Bu nokta da Marksist terminolojideki ünlü yabancılaşma kavramı ile karşılaşırız. Sadece emeğine(ürettiğine) değil aynı zamanda doğasına da yabancılaşan emekçi bir süre sonra durumunu yadsımak zorunda kalır. Emeğini, ürettiğini ve doğasını yadsıyan emekçi, üretim sisteminin bir parçasıdır artık. Sosyal varlık diye tanımlanan insan bu süreçten sonra sadece mekanik aygıta dönüşür. Sosyal ve kültürel dönüşümü sekteye uğrar. Ne kadar ürettiğini ve bunun ne kadarını tükettiğini bilemeyecektir. Ürettiği artı değeri aldığı ücretle yadsıyacaktır artık. Büyütülen işsizler ordusuyla ve ekonomik krizlerle sürekli manipüle edilen ÜCRET bu noktada sadece bir tehdit aracıdır. Emekçilere daha iyi bir hayat için sunulan sözde satınalabilme gücü 40 yıllık iş hayatı boyunca asla şunu düşünmemesi için kullanılır: “Neden her gün 8 saat çalışmak zorundayım yada sanayi devriminden bu yana teknoloji ve uygarlık bu kadar gelişmesine rağmen neden hala bu kadar uzun süre çalışıyoruz?”
“Tembellik ve aylaklık” üzerine…
150 yıl önce 8 saat çalışmak şart olabilirdi. Emeğin dolaşımı sınırlı ve zaman alıyordu. Üretim ve ekonomi emekleme sürecindeydi. Aradan bunca yıl geçti, klasik ekonominin bütün yapıları ve anlayışlarının yanlışlığı ortaya çıktı. Bilimsel buluş ile devrimler gerçekleşti, arada 2 dünya savaşı ve birkaç ekonomik kriz de var ve inanmayacaksınız ama bizler hala günde 8 saat çalışıyoruz. İnsanlık hala günde 8 saat ve fazlası çalışarak/çalıştırılarak korkunç ve amansız düşünceyi görmezden geliyor. “Neden bu kadar çalışıyoruz”…
Paul Lafargue “Tembellik Hakkı” adlı kitabında emekçilerin aşırı çalışmasını şöyle açıklıyordu: “İşçilerin, kendilerini öldürürcesine çalışma ve yokluk içinde sürünerek yaşama gibi çılgınlığı karşısında, kapitalizmin büyük üretim sorunu üretici bulmak ve onların gücünü iki katına çıkarmak değil, tüketici bulmak, isteklerini kamçılamak ve onlarda sahte gereksinimler yaratmaktır artık.” 1883 yılında yayınlanan bu kitap, insan yaratıcılığının aslında çalışmanın yanında tembellikle gelişebileceğini: “Ey tembellik, uzun süren sefilliğimize acı! Ey sanatların ve soylu erdemlerin anası tembellik, insan kaygılarına merhem ol!” sözleriyle yazıyordu.
Sadece o değil yüzyıllın en önemli filozof ve sosyal kuramcılarından olan Bertrand Russell ‘Aylaklığa Övgü’ adlı kitabında çalışma sürelerinin uzunluğunu, işsizliğin nedenleri arasından biri olarak belirtiyordu. Çalışma süreleri iyileştirilebilseydi 8 saat çalışmak zorunda olan kişi 4 saat çalışacak, diğer 4 saat için başka birini işe almak gerekecek, böylece daha fazla iş daha fazla istihdam oluşacaktı. Russell daha az çalışan emekçilerin geri kalan zamanlarını daha önemli olan kü
ltürel ve sosyal etkinlikler için kullanacaklarını savunuyordu. Böylece daha yaratıcı ve daha entelektüel bir dünya söz konusu olacaktı. Bu şekilde istihdam fazlası yada üretim fazlası oluşacak diyenlere karşı da boş zamanı olan emekçiler ve üreticiler, alış-veriş ile tüketime daha fazla zaman ayırabilecekler diye yazıyordu.
Kriz ve çalışma
Bu tartışma, günümüzde yaşanan küresel krize sunulan çözümlere çok fazlasıyla örtüşüyor. Binlerce yıldır çalışmak için koşullandırılmış insanoğlu için tembellik yada aylaklık ilk etapta erdemlere gölge düşüren bir utanç gibi görünüyor. Ama asıl utancımız düşünmeyi unutacak kadar aşırı çalışıyor olmamızdır. Aşırı çalışmak emekçi ve üreticiler için “yabancılaşma” başladığında tamamen bir vahşete dönüşüyor. Nazi toplama kamplarında yada bir fabrikanın işliğinde hastanede atölye de sınıfta olmanız bir şey değiştirmiyor. Farklılaşan tek şey vahşetin kılık değiştirmesidir. Toplama kamplarında “hayatta” kalmak için çalışıyorlardı; modern yaşamda ise ömrünüzün sonuna kadar çalışıyorsunuz ve gariptir ki her iki durumda da hayatınız sonuna değin çalışmaya mahkum ediliyorsunuz. Bu insanlığın kendini aldatmasıdır. Bunu sadece vahşi kapitalizmle açıklamak saflık olurdu. Günümüz dünyasında çalışmanızın karşılığını hayatınıza kattığınız sözde refah ile alırsınız.(Ki burada bir parantez açmak zorundayız.daha iyi bir yaşam için daha fazla çalışmak şiarı tamamen bir safsatadır. Bunun en can alıcı örneği fabrikada kol emeği ile çalışan işçilerdir. 300 yıldır lüks içinde yaşayan tek bir işçi görülmedi. Eski kelimelerle yeni bir anlayış oluşturamazsınız, çok çalışın iyi yaşarsınız dediğinizde bu su götürmez argüman yüzünüze bir tokat gibi çarpar emek-değer ikileminde).
Asgari düzey de bir yaşam bedeli diye adlandırabileceğimiz bu sözde “lüksler” için bütün ömrümüzü harcayıp emeklilik uğruna bütün bir yaşamdan feragat ediyoruz. 60-65 yaşlarında emekli olduğumuzda ikramiyenizi alıp dünya turu yaparsınız. Ne anlamı olacaksa artık veya bütün bir ömür boyunca yapma fırsatı bulamadığınız o dertsiz ve tasasız tatilinizi yaparsınız. Ardınızda beyhude bir hayatı yaşamanın onulmazlığıyla ve tek teselliniz iş hayatınız boyunca aldığınız yılın yada ayın elemanı ödülü ve bir takdir belgesi… Savaş gazisi olarak torunlarınıza anlatacağınız “ben 45 yıllık iş hayatım boyunca asla geç kalmadım” gibi kahramanlık destanınızın yanında belki 1-2 tane de ödül çeki: Ne kadar övünseniz azdır, ne kadar kıvanç duysak azdır sizinle(!)
Rakamlarla çalışma saatleri
Dünyanın bütün emekçileri için tablo hemen hep buna yakındır. Emeklilik fonlarının devlet bütçelerine getirdiği yükleri hükümetlerin nasıl yalanlarla ve düzenbazlıklarla emekçilere ödettiğine girmeyelim bu başka bir yazının konusu. Biz çalışma süresi olarak dünya genelindeki uygulamalara ilişkin birkaç detay vermekle yetinelim. İnsan kaynakları danışmanlık firması Mercer’in 60’tan fazla ülkede yapılan araştırmalara dayanan, kanunlar çerçevesinde ve sözleşmelerle belirlenen iş süreçleri için referans kaynak durumundaki Evrensel Yan Hak ve İstihdam İlkeleri (Worldwide Benefit & Employment Guidelines) başlıklı 2009 yılında açıklanan raporuna dayandırılan analize göre ülkeler ve haftalık çalışma saatleri şöyle:
Avustralya: 38-46 saat
Brezilya: Maksimum 44
Kanada: Eyaletlere göre maksimum 40-44-48 saat
Çin: 40 saat
Çek Cumhuriyeti: 40 saat
Fransa: 35 saat
Almanya: 38 saat
Hindistan: Maksimum 48 saat
İtalya: 40 saat
Japonya: 40 saat
Meksika: 40 saat
Güney Afrika: Maksimum 45 saat
Birleşik Arap Emirlikleri: Maksimum 48 saat
İngiltere: Maksimum 48 saat
ABD: 40 saat
Türkiye: Maksimum 45 saat
Bunlar sadece resmi olarak yansıyan istatistikler. Çalışmak adı altında dinsel ve toplumsal dayatmaların vahşete dönüştüğü yeryüzünde, kapalı kapılar ardında ya da denetimin olmadığı savsaklandığı ülkelerde gerçek durum ne? Ücreti ödeniyor diye resmen insanlara paralı kölelilik dayatılırken hangi çalışma yasası bu köleliği meşrulaştırmaktan öteye geçebilir? Eğer yasalar emeğin kutsiyetine itibar ediyorlarsa bunu para ödemekle değil daha değerli olan zamanla, yani çalışma saatlerini kısaltmakla göstersinler. Vakit nakittir deyişi bu ikiyüzlü anlayışın göstergesidir. Zamanın vahşi kapitalizm için her daim para olduğunu ve aslında hiçbir şeyin zamandan daha değerli olamayacağını anlatmaktadır. Ama öte yandan emekçilerin en değerli varlıklarını yani zamanlarını satın almanın da hiçbir kötülüğü olmadığını öne sürerler. Karşılığında ödenen paranın miktarını ölçüt alıyorlar emeğin bedeli olarak. Parası ödedikten sonra her şey bizim olabilir diyorlar. Haklarının olup olmadığı önemli değil, para her hakkı tanıyabilir sanıyorlar. Ama artık bilmeliler; satın aldıkları sadece küresel ısınma ve ekonomik kriz! Ne dünya (ekolojik dünya) ne de emek(zaman) satılık değil!
Yeni bir 1 Mayıs devrimi için…
Emekçilerin, zamanı kapitalist anlayışta olduğu gibi değerlendirmeleri düştükleri en büyük yanılgılarından biridir. Zamanı burada sadece bir meta olarak görmek hata olur. Zaman işveren için olduğu gibi emekçi içinde bir pahadır ama emekçi kendi zamanından (yaşamından) ve emeğinden ücret karşılığı feragat eder. Emekçiler bu değerli zamanları için daha fazla ödün vermek zorunda olmamalılar. Çalışma süreleri konusunda günümüz dünyası ve ekonomisi daha kısa süreler için uygun bir hale gelmiştir. 8 saat çalışma yukarıda da belirttiğimiz gibi 200 yıl önce konjonktürel olarak ideal olabilir ama günümüzde uygulanması nerdeyse imkansızdır; hala uygulanabiliyor olması ekonomik değil bütünüyle politik bir sorundur.
Sosyal ve kültürel açıdan ise tersten okumaya ihtiyacımız var. Boş zaman çalışma ve tembellik kavramlarını yeniden düşünmemiz gerekir. Çalışmanın her zaman kutsal ve tembelliğin ise şeytani bir uğraş olmadığını anlamlıyız artık. Tembellik işe yaramazların toplum düşmanlarının işi değildir. Tembellik kaos değildir. Tembellik de çalışmak kadar kutsal olabilmeliydi. Yaratıcılık ve icatlar ihtiyaçlardan doğar. İhtiyaçlarını belirleyen toplumlar emek ve üretim araçlarını çok daha yerinde kullanırlar. Bu da bizi çok daha hızlı bir şekilde barışçıl ve gelişmiş bir dünyaya ulaştırır. İnsanlara sıkılacakları kadar dinlenme zamanı tanıyalım. Böylece düşünmeye de vakitleri olur… Bu şekilde bir düşünme her şeyin yeniden ve bütünüyle değişmesi demek olacaktır. Emek dünyası yeni bir “1 Mayıs” devrimini yine ve tekrar çalışma saatlerinin düzeltilmesi isteği ile başlatabilir. Emekçilerin bundan sonra tartışması gereken tek bir şey varsa; aldıkları ücret değil çalışma süreleri olmalıdır artık.
*Haki Kırşan
Sağlık Emekçileri Sendikası/Diyarbakır