“…Türkiye siyasetini ordu-AKP karşıtlığı üzerinden okuyanlar ve cumhuriyet, laiklik, Kemalizm vs. üzerinden bir kırılma noktası bekleyenler feci halde yanılıyor. Egemen güçler arasında önümüzdeki süreçte ihtimal dâhilindeki tek kırılma sermaye savaşları üzerinden yaşanacak gibi görünüyor…” Önce Zaman gazetesi yazarlarından Hamdullah Öztürk’e ait şu satırları okuyalım: “Ergenekon davasından önce, Türkiye’de gladio denilince akla milliyetçiler gelirdi. CIA güdümündeki […]
“…Türkiye siyasetini ordu-AKP karşıtlığı üzerinden okuyanlar ve cumhuriyet, laiklik, Kemalizm vs. üzerinden bir kırılma noktası bekleyenler feci halde yanılıyor. Egemen güçler arasında önümüzdeki süreçte ihtimal dâhilindeki tek kırılma sermaye savaşları üzerinden yaşanacak gibi görünüyor…”
Önce Zaman gazetesi yazarlarından Hamdullah Öztürk’e ait şu satırları okuyalım: “Ergenekon davasından önce, Türkiye’de gladio denilince akla milliyetçiler gelirdi. CIA güdümündeki ‘komandolardı’ onlar. Bir de muhafazakârlıkları söz konusu olunca, Türk gladiosu ‘Yeşil Kuşak’ projesinde çalışan NATO askeri gibi takdim edilirdi solcular tarafından. Ergenekon davasıyla Türk gladiosunun ‘Kemalist-sol’ kanadı ilk defa ortaya çıktı. Milliyetçileri ‘komando’ ve ‘gladio’ olarak topa tutanların, Türk gladiosu içinde çok daha derin bir yere sahip olduğu anlaşıldı.” (“Ergenekon-TSK Hattından Tarihe Not Düşmek İçin”, 5 Temmuz 2009)
Ergenekon’un Türk sağının aklanmasına ve solun itibarsızlaştırılmasına yönelik bir süreç olduğunu anlamak bakımından hayli manidar satırlar bunlar. Liberal-muhafazakâr entelijansiya Ergenekon sürecini yeni bir tarih yazımı için kullanmaya devam ediyor. Soğuk Savaş’ın maşası olanlara itibarları iade edilirken Türkiye solunun payına darbecilik, cuntacılık gladioculuk düşüyor. Yeni bir tarih yazılıyor; çünkü her yeni rejim inşası beraberinde kendi resmi tarihçilerini de yaratıyor, Ahmet Altan’lar, Mümtazer Türköne’ler, Sevan Nişanyan’lar, bilcümle yandaş kartel medyası yazarı ve AKP/cemaat muhibbi yeni rejimin organik aydınları olarak, yeni bir resmi tarih yazımı faaliyetini sürdürüyorlar.
Bürokratıyla, sermayesiyle, medyasıyla ve güvenlik aygıtıyla yeni bir rejim kuruluyor. Alabildiğine piyasacı ve liberal, alabildiğine gerici ve muhafazakâr, totaliter özellikleri haiz ve bu nedenle de diktatoryal bir rejim, sivil bir diktatörlük. Bu bağlamda, Tayyip Erdoğan’ın “rejimin sigortası polistir” sözü bir dil sürçmesinden kaynaklanmıyor; ancak kimilerinin sandığı gibi basitçe bir polis devletine doğru gittiğimizi de göstermiyor. Mesele çok daha derin; Erdoğan yeni bir rejim kurduklarını biliyor ve bu yeni rejimin teminatının polis olduğunun farkında, o sözleri sarf etmesinin nedeni de söz konusu farkındalıktan kaynaklanıyor.
Erdoğan’ın kurulmakta olan yeni ve sivil rejiminde vasi pozisyonunu askerin değil polisin üstleneceği anlaşılıyor. Askerden emperyalist planlar doğrultusunda ve yeni-Osmanlıcı dış politikaya uygun bir şekilde, örneğin Afganistan’da, Irak’ta, Lübnan’da ya da Somali’de aktif bir rol oynaması, ancak içeride “demokrasinin ve hukukun üstünlüğü”ne, yani yeni rejimin temel ilkelerine uygun pasif bir tutum içerisinde olması isteniyor. Askerin de buna özü itibariyle bir itirazı olmadığı, ancak kendi egemenlik alanlarını da kolaylıkla terk etmek istemediği anlaşılıyor, “30 Haziran Süreci”nde yaşananlar bunu açık bir şekilde ortaya koyuyor.
30 Haziran Süreci
30 Haziran Süreci deyimini, 28 Şubat’a atıfla, 30 Haziran tarihli MGK toplantısı öncesi ve sonrasında yaşananları işaret etmek bağlamında kullanıyorum. Taraf gazetesinin “irtica eylem planı” isimli bir belgeyi manşetine taşıması ve ardından İlker Başbuğ’un yaptığı basın toplantısında belgenin sahte olduğunu belirtip “konuyu MGK gündemine de getireceğiz” açıklamasıyla birlikte medyada “yeni bir 28 Şubatla karşı karşıya mıyız” sorusu sorulmaya başlanmıştı. Beklenti ise askerlerin hükümete özellikle cemaatle ilgili bir diktede bulunacağı ve bu minvalde bir MGK açıklaması yapılacağı yönündeydi. Toplantıdan birkaç gün önce yapılan yasa değişikliği ile sivillere askeri mahkeme yolunun kapatılması ve askerlere sivil yargı yolunun açılması ise toplantının özellikle hükümet açısından hayli sancılı geçeceğine dair bir işaret olarak okunmuştu. Oysa işler hiç de beklenildiği gibi gitmedi ve sancılı geçmiş olma ihtimali yüksek 8 saatlik MGK toplantısından üç beş satırlık ve suya sabuna dokunmayan bir bildiri çıktı. Söylenenlere göre o bildiri de askerler tarafından değil, cumhurbaşkanı tarafından yazılmıştı. Toplantı devam ederken irtica eylem planının altında imzası olduğu iddia edilen Dursun Çiçek Ergenekon savcılarına önce ifade veriyor, ardından tutuklanması istemiyle mahkemeye sevk ediliyor ve MGK toplantısından sadece birkaç saat sonra da Hasdal askeri cezaevine gönderiliyor, aynı saatlerde TV ekranlarında, Mehmet Altan, Yasemin Çongar, Mümtazer Türköne gibi isimler “30 Haziran devrimi”nden söz ederek Türkiye’de yeni bir dönemin açıldığını bildiriyorlardı. Tüm bu yaşananlar, ortada 28 Şubat benzeri bir durumun olmadığını gösteriyordu; olsa olsa tersinden bir 28 Şubat olabilirdi, askerlerin burnunun sürtüldüğü ve Yalçın Doğan’ın bir “sivil darbe” olarak söz ettiği bir durum, yani 30 Haziran Süreci.
Kuşkusuz birden ortaya çıkan bir durumdan bahsetmiyoruz. Aksine 30 Haziran’ı Dolmabahçe Mutabakatı ile başlayan ve oradan Ergenekon Mutabakatı’na uzanan sürecin devamı olarak görmemiz gerekiyor, ordu ile AKP arasındaki mutabakat kimi mevzi savaşlarına rağmen devam ediyor ve 30 Haziran sürecinde yaşananların mutabakatın özünü bozmadığını gösteriyor. Artık Türkiye’nin en etkin siyasi aktörü haline gelen ve “irtica eylem planı” ile beraber adını AKP’nin yanına yazdırarak meşruluğunu/dokunulmazlığını ilan eden cemaat ise olan bitenden gayet memnun görünüyor. Hüseyin Gülerce’nin MGK toplantısından sonraki ilk yazısı bu memnuniyeti gayet net bir biçimde ortaya koyuyor: “Genelkurmay karargâhında çalışan Deniz Kıdemli Kurmay Albay Dursun Çiçek’in örgüt üyeliğinden tutuklanması, Ergenekon davasında yeni bir dönüm noktasıdır. Bu davanın, Türkiye’nin demokratikleşmesi adına taşıdığı anlamı ve değeri anlamayanlar, belki bu defa anlarlar. Yargının, Susurluk davasından ders aldığını, devletin içinde, bizzat hükümetin ağırlık koyduğu bir iradenin kararlılığını, artık kabullenirler… Olan biteni hâlâ anlamayanlar var. Medyada, iş dünyasında, yüksek yargı ve asker bürokrasisinde, CHP yönetiminde Türkiye’nin nereye doğru yöneldiğini hâlâ anlamayanlar, anlayamayanlar, kabullenemeyenler, hazmedemeyenler var. Türkiye, demokrasinin geri dönülmez ufkuna doğru yürüyor. Mesele, ‘kâğıt mı belge mi, dolu mu boru mu, yazı mı tura mı?’ meselesi değil… Türkiye, demokratikleşiyor.” (“Vesayetçiler İçin Bir Avcı Hikayesi”, 3 Temmuz 2009)
Yeni bir rejimin sadece anayasasının eksik olduğu şu günlerde, “28 Şubat bin yıl sürecek” diyenlerin yerini 30 Haziran’ın bin yıl süreceğinden söz edenler alıyor, Erdoğan’ın veciz bir şekilde ifade ettiği üzere sigortası polis olan bu yeni rejim, bir vesayet rejiminden başka bir vesayet rejimine geçiş anlamına geliyor. Türkiye’de bir dönem kapanırken, içerisinde ilerici bir damarı zayıf da olsa bulundurmaya devam edecek olsa da, ordu üzerinden bir karşı proje geliştirmenin imkânsızlığı da tescillenmiş oluyor. Türkiye siyasetini ordu-AKP karşıtlığı üzerinden okuyanlar ve cumhuriyet, laiklik, Kemalizm vs. üzerinden bir kırılma noktası bekleyenler ise feci halde yanılıyor. Egemen güçler arasında önümüzdeki süreçte ihtimal dâhilindeki tek kırılma sermaye savaşları üzerinden yaşanacak gibi görünüyor. Eğer TUSKON’da temsilen cemaat sermayesi TÜSİAD’da temsil edilen İstanbul sermayesini alaşağı etmek isterse işte o zaman büy
ük bir kırılma yaşanabilir ve ordu da ancak böylesi bir kırılmada müdahale seçeneğini düşünebilir, bu müdahalenin her ahval ve şeraitte TÜSİAD lehine olacağını düşünenler ise yanılmaktadır; konjonktür cemaat sermayesi ve ordudan müteşekkil bir iktidar bloğunu da gündeme getirebilir.
Tüm bin yıl projelerini geçersiz kılacak olan ve murad ettiğimiz kırılma noktasının aktörleri ise bellidir: yeni bir cumhuriyetin eşit ve özgür kurucu unsurları olma yükünü üstlenmiş Türk ve Kürt emekçileri.
Not: Sendika.Org’da 16 Nisan 2009’da yayınlanan Ergenekon, Cemaat, Asker, DTP: “Güzel” Tesadüfler isimli yazıda şöyle denilmişti: “Artık iyiden iyiye siyasal bir lider kimliğine bürünen Fethullah Gülen’in ‘Yarın Tahşiye diye bir şey icat edebilirler, Allah korusun. Kitap okuyan Müslümanlarla, okudukları kitaplarla ayakta durmaya çalışanların içine sokmaya çalışabilirler. Kitapların sahibi zatın posterlerini evlerine asabilirler. Ellerine de Kalaşnikofları verirler. İki yerde eylem yaptırıp, demek ki fırsat bulunca bunlar da silaha sarılabilir derler. Çuvaldızı bile olmayan insanlara terörist damgası vurmak isteyebilirler’ şeklindeki açıklamasının sebebini, Ertuğrul Özkök de dâhil herkes merak ederken, Genelkurmay Başkanı günlerdir merak edilen konuşmasında ordunun din düşmanı olmadığını belirttikten sonra cemaate dikkat çekiyor ve güçlenmesinden duydukları rahatsızlığı dile getiriyor. Başbuğ’un konuşmasından sadece birkaç gün önce Gülen’in böyle bir açıklama yapmış olması ve bu Başbuğ’un konuşmasının liberal-muhafazakâr entelijansiyanın önemli isimlerinin de katılımıyla gerçekleştirilmiş olması bir tesadüf olabilir mi, bilemiyoruz, ama böyle ise bile “güzel” bir tesadüf olduğunu söyleyebiliyoruz.” 30 Haziran Süreci’nde yaşananlar bir tesadüfle karşı karşıya olmadığımızı açık bir şekilde ortaya koyuyor.