“Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) , TESK, TİSK, TİM, TÜSİAD, MÜSİAD gibi krizi asıl yaratanlarla bu krizin yaratılmasında hiçbir etkisi olmayan emekçileri bir araya getirmeye çalışan, kimi sendikacıların krize çare olarak insanları pazara çağırmayı bulduğu dâhiyane fikirleri görüp de sol yanınıza bir sancının girmemesi mümkün değildir.” Hep kara yaprakları bağrında taşımaz haziran. Sarı sıcak […]
“Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) , TESK, TİSK, TİM, TÜSİAD, MÜSİAD gibi krizi asıl yaratanlarla bu krizin yaratılmasında hiçbir etkisi olmayan emekçileri bir araya getirmeye çalışan, kimi sendikacıların krize çare olarak insanları pazara çağırmayı bulduğu dâhiyane fikirleri görüp de sol yanınıza bir sancının girmemesi mümkün değildir.”
Hep kara yaprakları bağrında taşımaz haziran. Sarı sıcak günlerinde mavi tulumlu insanların tarihi açısından apak sayfaları temsil eden zamanları yaşamanın ve yaşatmanın gururunu da taşır. Evet, 15 ve 16 Haziran’dan söz ediyorum elbet. Hani şu takvim yapraklarında sıradan günlermiş gibi görünen, oysa 39 yıl geçse de aradan hala emekçilerin başlarını mağrurlaştıran, emek tarihi açısından çok kısa ama bıraktıkları etki açısından çok uzun olan o muhteşem iki günden…
Hemen belirteyim ki eskiye öykünmenin moda olduğu şu günlerde, benim bu yaptığım kuru bir öykünme değildir. Emek mücadelesinin dibe vurduğu, “gölgelerinden korkan” sendikacıların ta tepeye çıktığı, patronların krizini emekçilerin sırtına yıkmaya, uzlaşmaz çelişkileri uzlaştırmaya çalışan sözde sendikacıların cirit attığı bir zamanda, o ruhu anlamak adına daha bir önem kazanıyor 15-16 Haziran ve 15-16 Haziran’ı yaratanlar.
Evet, şu “Eve kapanma pazara çık” kampanyasını örgütleyen, kendini demokratik kitle örgütü değil de sivil toplum örgütü zanneden sendikalardan bahsediyorum. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) , TESK, TİSK, TİM, TÜSİAD, MÜSİAD gibi krizi asıl yaratanlarla bu krizin yaratılmasında hiçbir etkisi olmayan emekçileri bir araya getirmeye çalışan, kimi sendikacıların krize çare olarak insanları pazara çağırmayı bulduğu dâhiyane fikirleri görüp de sol yanınıza bir sancının girmemesi mümkün değildir.
15-16 Haziran Direnişini bilmeyenler, “Ne var bunda?” diyebilirler. Mutlu Akü Fabrikası işçisi Yaşar Yıldırım’ı, Vinleks işçisi Mustafa Bayram’ı, Cevizli Tekel Fabrikası işçisi Mehmet Gıdak’ı, Gıslaved işçilerinden Lastik-İş sendikası üyesi işçi Hüseyin Çapkan’ı, Aliağa rafinerisi inşaatında çalışan ve greve giden Yapı-İş Sendikası Genel Başkanı Necmettin Giritlioğlu’nu bilmeyenler “İyi niyetli bir davranıştır bu.” diyebilirler. Ama tarihin tozlu sayfalarında kaybolmayı, hayatın bağrından koparılmayı göze alan, mücadele ruhuyla yoğrulmuş insanların böyle düşünmelerine hacetleri olmaz, olamaz. Çünkü onlar bilirler ki milli gelirin %80’nini alan, üretimi sadece pazar için yapan, para hırsıyla yanıp tutuşan o mutlu azınlığın eseridir bu kriz. Bu krizi yaratanlar kendi sefalarını sürmek adına faturasını emekçinin dert taşımaktan kamburlaşan sırtına yüklemenin hiçbir geçerli sebebi olamaz. Bunun aksini düşünmek sendikaların sınıfsal özelliğini yok saymak, 15-16 Haziran’ın ruhunu anlamamakta ısrar etmek, tarihten hiç mi hiç ders çıkarmamak anlamına gelir ki bu da emek mücadelesine yapılabilecek en büyük ihanettir.
Peki, gerçekte nedir şu 15 – 16 Haziran?
1970 yılında, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası’nda yapılmak istenen değişiklikle işçilerin istedikleri sendikaya serbestçe üye olmalarını ve beğenmedikleri sendikalardan ayrılmalarını güçleştiren, toplu sözleşme ve grev haklarını kısıtlayan hükümler getirilmeye çalışılmıştı. Bir sendikanın Türkiye genelinde faaliyet gösterebilmesi için işkolunda sigortalı çalışan işçilerin üçte birini örgütlenmesi barajı getiriliyordu ve konfederasyon faaliyeti gösterebilmesi için sigortalı işçilerin üçte biri kadar üyeye sahip olması isteniyordu. Bu oranın DİSK’in sahip olduğu üye sayının üstünde olduğu tespitinden yola çıkılarak DİSK’i bitirmeye yönelik atılmış bir adımdı. Kanunlaşan tasarı esas olarak Türk-İş’ten DİSK’e işçi akışını önlemeyi amaçlamaktaydı.
DİSK ve bağlı sendikalar yeni yasaya tepki göstermişlerdi. 15 Haziran’da başta İstanbul’da olmak üzere, ülkenin birçok yerinde DİSK’e bağlı işçiler yürümeye ve iş bırakmaya başlamışlardı. Kısa sürede bu eylemler şiddetlenerek bütün ülkeyi kasıp kavurmaya başlamıştı. 16 Haziran’da ise başta Gebze olmak üzere Ankara, Adana, Bursa ve İzmir’de gösterilere pek çok fabrikadan on binlerce işçi katılmıştı. Gösterilen tepki esas olarak DİSK üyesi işçilerden geldiği halde, yürüyüşler ve eylemler DİSK’i aşmış, yürüyüşlere çok sayıda (kendi yöneticilerine rağmen) Türk-İş işçisi de toplu halde katılmıştı.
Eylemler hükümette deprem etkisi yaratmış, olayların birinci günü akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan etmişti. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu -ki başta DİSK’in efsanevi başkanı Kemal Türkler olmak üzere-sıkıyönetim mahkemelerince tutuklanmış ve yargılanmışlardı. Bu direniş ve buna bağlı eylemler sonucunda Mutlu Akü Fabrikası işçisi Yaşar Yıldırım, Vinleks işçisi Mustafa Bayram, Cevizli Tekel Fabrikası işçisi Mehmet Gıdak, Gıslaved işçilerinden Lastik-İş sendikası üyesi işçi Hüseyin Çapkan, Aliağa rafinerisi inşaatında çalışan ve greve giden Yapı-İş Sendikası Genel Başkanı Necmettin Giritlioğlu can vermişti. Ekonomi hayatının durmasına ve bunca direnişe rağmen dönemin hükümeti geri adım atmamış gibi görünse de Anayasa Mahkemesi, sonunda bu yasayı iptal etmişti.
Sonuçta “zafer, direnen emekçinin olmuştu.” Günümüzde ise patronlarla kol kola girerek sınıf atladığını veya sınıfları ortadan kaldırdığını sanan genel başkanları; kriz bahane edilerek emekçileri keriz yerine koyup onların aleyhine onca kanun çıkarken doğru dürüst eylem örgütleyemeyen, onları sokağa çağırması gerekirken pazara çağıran sendika yöneticilerini; eylem, mücadele denince yolunu değiştiren üyeleri görüp de “Ah, Nerede o eski sendikacılar?” diye iç çekmeyip, onları özlemle anmayıp da ne yapılır? Bilen varsa bana da anlatsın, bir zahmet.