“Yazar Temel Demirer, 11 Ağustos 2007 tarihinde, Yedinci Munzur Kültür ve Doğa Festivali kapsamında düzenlenen bir panelde yaptığı konuşma nedeniyle, 7 Mayıs 2008’den bu yana Malatya Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden dava sonucu, suç ve suçluyu övdüğü gerekçesi ile 28 Mayıs 2009 günkü duruşmada 6 ay hapisle cezalandırıldı. Bakanlık Ankara’da devam eden bu yargılamada, TCK. […]
“Yazar Temel Demirer, 11 Ağustos 2007 tarihinde, Yedinci Munzur Kültür ve Doğa Festivali kapsamında düzenlenen bir panelde yaptığı konuşma nedeniyle, 7 Mayıs 2008’den bu yana Malatya Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden dava sonucu, suç ve suçluyu övdüğü gerekçesi ile 28 Mayıs 2009 günkü duruşmada 6 ay hapisle cezalandırıldı. Bakanlık Ankara’da devam eden bu yargılamada, TCK. 301.madde’de yeni yapılan düzenleme gereği, Cumhuriyet Savcılığına gönderdiği soruşturmaya izin yazısında, Temel Demirer’i açıkça “SUÇLU” ilan ederek, bu yazarı “İFLAH OLMAZ” olarak gördüğünü, yargı organlarına gönderdiği bu “resmi görüşü” ile açıkça ifade etti. Resmi politikalar ve “resmi ezberleri” bozan her konuşması nedeniyle hapis tehdidi altında olan, yazar Temel Demirer’ in “özel bir muameleye” tabi tutulduğu artık açıkça ortaya çıkmıştır. “[1]
Bir ay kadar önceydi. Temel’le Ankara’da buluştum. Uzun uzun söyleştik. Sanat, siyaset, çocuklar, yeni kitaplar derken konu onun hakkında açılan davalara geldi. “Ne yapacaksın Temel, ceza verecekler gibi görünüyor. Gidip yatacak mısın.” Diye sordum. O da çok net ve kararlı bir ses tonuyla: “Tabi ki gidip yatacağım. Ben, sen, o, birilerimiz bu faşist ceza yasalarını teşhir etmezsek, gerekirse zindanda çürümeyi göze almazsak nasıl aydınlığa çıkar bu ülke. Gençlere nasıl örnek oluruz. Hem yeteri kadar sürgünde yaşamadık mı. Hadi diyelim o zamanlar, 12 Eylül faşizmi yüz binlerce insanı zindanlara doldurmuş, senin, benim gibi on binlerce insanı da sürgünde yaşamaya mahkum etmiş, gıyabımızda kalem kırmıştı. Biz ilk fırsatta ülkeye niye döndük. Avrupa’nın konforunu neden terk ettik. Bize ihtiyaç var diye. Temele bir tuğla daha koymak için, iğneyle kuyu kazmak için bize ihtiyaç var dedik ve döndük.”
Doğruydu söyledikleri, ‘sürgün mektebinin rahle-i tedrisinden geçen’ Temel, ülkeye benden önce dönmüş ve gıpta ettiğim bir enerjiyle, dik duruşla insan hakları mücadelesine, sosyalizm mücadelesine katkı sunuyordu. Onun adını ilk kez 1982’de Filistin kamplarında duymuştum. O coğrafyada Onun adı Kirve kalender’di, benim adım da Adem. Sonra 1983’te Paris’te buluştuk Temel’le. Sürgün hayatımız boyunca Paris’in merkezinde korsan gösterilerde, yürüyüşlerde hep yan yanaydık. Sonra yeniden Türkiye. Ben de dosyalarım kapanır kapanmaz Temel’in izlediği yolu izlemiş ve ülkeye dönmüştüm. Doğrusu bu konuda beni teşvik edişini de hiç unutamam. Türkiye’ye dönünce ardı ardına kitapları yayınlanmaya başladı Temel’in. Türkiye’nin ve dünyanın birçok yerine çağrılıyor, panellerde konuşuyordu. Hrant Dink ve onlarca aydının katıldığı üç gün süren “Aydınlık Sorgular Sempozyumu’na onunla birlikte katılmak ve tebliğ sunmak beni de onurlandırmıştı. Geçtiğimiz hafta bu kez Adana’da Şiar Rışvanoğlu’nun mahkemesinde buluştuk. Her zaman olduğu gibi beni görür görmez kucaklamış, çantama yeni çıkan kitaplarını ve Öykü’nün hediyesini doldurmuştu. Şiar Rişvanoğlu’na destek için yapılan basın toplantısında söz aldı Temel. Öfkeliydi. “Artık yeter” diyordu. “Edi Bese. Daha ne kadar süre bu ülkede söz, ses, yazı yargılanacak. Yargısız infaz amirleri ve işkence sanıkları elini kolunu sallayarak gezecek” diyor ve Şiar Rişvanoğlu’nun yazdıklarının altını imzaladığını, aynı suçu onurla işlediğini, işleyeceğini söylüyordu. Temel’i yaptığı konuşmadan dolayı kutlarken onun uzun yıllar önce söylediği ve benim bir şiirimde kullandığım cümle aklıma geldi.
‘Sertler kırılır, yumuşaklar eğilir. Biz kırılır ama eğilmeyiz.’
Ben de bu gün, Temel Demirer’in 6 ay hapse mahkum edildiği ‘Suç’u işlemekten onur duyacağımı söylüyor, Sibel Özbudun’dan yapacağım bir alıntıyla yazımı sonlarken, Temel’i bir kez daha selamlıyorum.
“Temel Dersim’e iki kez gitti. Bir keresinde beraberdik… Uğursuz olaydan neredeyse bir ay önce. Ökkeş, çağrıcımızdı ve hep yanımızdaydı. Mahçup, sevecen gülümseyişi, içi gülen çekik gözleriyle… Belediye salonunda katıldığımız paneli o yönetmişti. “Terörist” dedikleri delikanlı aramızda dolaşıyor, kurmaya çabaladıkları dernekten söz ediyordu bize. Müthiş saygılı, müthiş konuksever… İçimiz hemen ısınmıştı ona – “oğlumuz” diyecek kadar…
Temel’in ikinci gidişi, Ağustos 2007’de VII. Munzur Kültür ve Doğa Festivali çerçevesinde düzenlenen bir panele katılmak içindi. Aynı salon, aynı düzen… Kapıda, konuşmacıların anlattıklarını, dinleyicilerin sorularını kayıt altına alacak aynı emniyet görevlileri… İki iskemle ötesinde o çekik gözlerinin içi gülen, mahcup, sevecen delikanlının hayaleti…
Munzur Festivali panelinin üzerinden aylar geçti. Bir Ocak sabahı, kapımız çalındı… Polisin elinde saman kâğıdından o bildik zarf… Tunceli Belediyesi Konferans Salonu kapısını tutan emniyet görevlileri görevlerini kemal-i ciddiyetle yapmışlar, Temel’in bant kayıtlarını derhâl Tunceli Cumhuriyet Savcısı’nın önüne geciktirmeden koymuşlardı. Gerçi kayıt çözümleri üç sayfada toplam 74 kez “anlaşılamadı” ibaresinden malûldü; “emperyalist politikalar” “ermenist (???) politikalar” olarak kayda geçmişti, ama bu bile, savcıyı yalan-yanlış anlaşılmış, bozuk ifadeli çözümlerden “yasadışı silahlı TKP/ML örgütünün propagandası” yapıldığı sonucuna varmaktan alakoyamamıştı. Temel, “…operasyon neticesinde ölü olarak ele geçirilen” Ökkeş ‘den övgüyle söz etmekle kalmamış, aynı zamanda “ülkede silahlı mücadele şartlarının var olduğunu ve silahlı mücadeleye hemen başlanması gerektiğini savunan bir görüşünün bulunduğunun tespit edildiği…” Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist isimli “terör örgütü” kurucusu İbrahim Kaypakkaya’yı da “hayırla” yad etmişti… O hâlde, “yasadışı silahlı TKP/ML terör örgütünün propagandasını yapmak” suçunu işlemiş olmalıydı ve TMY 7/2. maddeden cezalandırılması gerekiyordu… Hani, “ya tutarsa” hesabı.
(…)Ancak Temel’in vak’ası, farklı gelişti. Bir kere, kaçak dövüşmeye kalkışmadı. Malatya 2. Ağır Ceza’da görülen ilk duruşmasında, “komünist olduğunu” haykırdı iddia ve yargı makamına. Hayatının hiçbir döneminde TKP/ML üyesi olmadığını, Ama İbrahim Kaypakkaya’yı tanıdığını ve düşüncesine, eylemine büyük saygı duyduğunu, Ökkeş’i ise oğul bildiğini söyledi. Ve sordu: “Ben ateistim. Yoksulların İsa’sına saygı duymam beni Hıristiyan propagandisti mi yapar? Ya da Mekke zulmüne başkaldıran Muhammed’i saymakla Müslüman mı olmuş olurum?”
Böylelikle Savcılığın hazırladığı “proforma” iddianame, daha ön-savunmada tökezlemişti… Savcılık, Temel’in ve sevgili avukat(ımız) Şiar’ın savunma yaptığı ilk duruşmanın ardından, iddiayı “suçu ve suçluyu övme” noktasına geri çekti… Tabii, “suç” nedir, “suçlu nasıl övülür?” sorularına yanıt getirmeden…
(…)Karl Marx’ın, “Eleştiri, kafanın bir tutkusu değil, tutkunun kafasıdır”; Rosa Luxemburg’un, “Özgürlük her zaman farklı düşünenin özgürlüğüdür”; Elie Wiesel’in, “Adaletsizliği engelleyecek gücümüzün olmadığı zamanlar olabilir. Fakat itiraz etmeyi beceremediğimiz bir zaman asla olmamalı,” sözlerinden esinlenen Temel’in savunmaları, hepimize bir şeyi gösteriyor: Ancak tarlakuşu kendisini cendereye alan yasalara, yasaklara aldırmadan şarkı söylemeyi sürdürürse geçersizleşir, yersizleşir, ilişkinsizleşir yasaklar…
Ve tarlakuşları şarkı söylemeyi sürdürdükleri sürece özgürdürler…” [2]
[1] Avukat Münip Ermiş. Çağdaş Hukukçular Derneği Antalya Şube Başkanı
[2
] Bir oğlumuz vardı… Ya da “suç nedir?” Sibel Özbudun. 13 Mart 2009 15:53:50, Balgat