Türkiye’de resmi ideoloji uzun yıllardır Türk milliyetçiliğinin aslen irredentist, etnisist ve zenofobik öğeler taşımadığını aksine ‘kucaklayıcı’ ve ‘birleştirici’ olduğu iddiasını tekrarlayıp durdu. Türk milliyetçiliğinin ana akımı içersinde yayılmacı emeller güden Türkçü-Turancı damarın ‘istisnai bir kanat’ olduğu ve hiçbir zaman Türk milliyetçilerinin genel duruşunu kökten etkilemediği ileri sürüldü. Bu anlatıya göre, cumhuriyetin ilanı sonrası Türk milliyetçiliği, […]
Türkiye’de resmi ideoloji uzun yıllardır Türk milliyetçiliğinin aslen irredentist, etnisist ve zenofobik öğeler taşımadığını aksine ‘kucaklayıcı’ ve ‘birleştirici’ olduğu iddiasını tekrarlayıp durdu. Türk milliyetçiliğinin ana akımı içersinde yayılmacı emeller güden Türkçü-Turancı damarın ‘istisnai bir kanat’ olduğu ve hiçbir zaman Türk milliyetçilerinin genel duruşunu kökten etkilemediği ileri sürüldü. Bu anlatıya göre, cumhuriyetin ilanı sonrası Türk milliyetçiliği, saldırgan eğilimlerden uzak, tamamen Mustafa Kemal’in “yurtta sulh, cihanda sulh” prensibine bağlıydı; yurttaşlığı ve yurt savunmasını esas alan bir duruştu. Ancak bilindiği üzere, bilhassa son on-on beş yılda yapılan çok boyutlu araştırmalar, ‘hakikat’in hiç de öyle olmadığını sayısız örnekle kanıtladı. Azınlıklara reva görülen dışlayıcı muamelelerden tutun da resmi makamların bilgisi dahilinde düzenlenen kitlesel yıldırma gösterilerine kadar bir dizi etnisist ve zenofobik karakterli olay bir bir gün ışığına çıkarıldı. Buna rağmen Türkiye’de tüm bunları muhakeme yeteneğinden ve insaf duygularından arınmış bir şekilde inatla, ısrarla yok sayan politik çevreler halen mevcut.
Bahsi geçen ‘yok sayma hali’nin ülkenin bugününü ve yarınını yakından ilgilendiren yönleri, ciddi düşünsel ve pratik izdüşümleri var. Son olarak Alperen Ocaklarının Kayseri il örgütünden DTP’li vekillere gönderilen ve üzerinde “bir gece ansızın gelebiliriz” yazan tehdit kartı, Türkiye’deki milliyetçi eğilimler içindeki saldırganlık potansiyelini ve yayılmacı özlemleri bir kez daha göstermesi açısından anlamlı. “Bir gece ansızın gelebiliriz”, Kıbrıs “barış” harekatının sloganlarından biri. Yakın tarihlerde milliyetçi-şoven gruplar tarafından sıklıkla telaffuz edildi; pankartlara, duvarlara yazıldı. Çeşitli zamanlarda ülkenin farklı illerinde düzenlenen mitinglerde “Musul, Kerkük Türk’tür; Türk kalacak” sloganları ile birlikte söylendi. Peki ansızın gelenler kim? Gelip de ne yapacaklar, ne kadar kalacaklar? Ve tabi bunlara bağlı hayati bir soru daha ‘ansızın gelenler’ kimler için geliyorlar? Bir biri ardına dizilen bu sorular içinde görece en kolay yanıtlanabilecek olanı ilki şüphesiz. ‘Ansızın gelenler’, ‘yüce Türk milleti’nin ‘milliyetçi’, ‘gözüpek’, ‘cengaver’ gençleri; ‘Türk-İslâm ülküsünün neferleri’… ‘Militer hasletleri’ ve öfkeleri bu kadar kabarmışların ‘ansızın geldiklerinde’ neler yapabilecekleri de geçmişteki örneklere bakarak rahatlıkla tahmin edilebilir. Geldiklerinde insaf etmedikleri ve kolay kolay gitmek de bilmedikleri aşikâr. ‘Ansızın gelenler’in kimin için ya da kimler için geldikleri sorusu ise yanıtı en çetrefil, en muğlak olanı. Maraş’ta olduğu gibi Aleviler için, Bahçelievler katliamı ve daha nicelerinde örneklendiği üzere sosyalistler-devrimciler için ya da 6-7 Eylül olaylarının yıldönümü vesilesiyle açılan bir sergi için… Sloganın hedefinin sadece Türkiye hudutları dahilidekiler ile sınırlı olmadığı da anımsanmalı. Kimi zaman İsrail’e, kimi zaman Musul’a, Kerkük’e ya da Türklüğün ve Müslümanlığın ‘çağırdığı’ herhangi bir coğrafyaya ansızın gidilebilir! Ne de olsa imparatorluk özlemleri halen milliyetçi-mukaddesatçı hafızada canlı.
“Ansızın gelme” tehdidi üzerine…
‘Ansızın gelme’ meselesinin altı biraz kazıldığında bahsi geçen tehdidin aslında failleri tarafından asla kabul edilmeyecek bir sinsilik içerdiği fark edilir. Sinsidir, acımasızdır çünkü ansızın, beklenmedik bir zamanda yapılacağı söylenir. Bir nevi baskındır ama onun da ötesinde karşı tarafa baskın vererek korku yaratmanın adıdır. Tehdit edilenlerin sürekli korku içinde kıvranması arzu edilir. Korkunun sürekli kılınması, düşman ilan edilenin tedirgin edilmesi, köşesine sinmezi, yıldırılması ve ‘hizaya sokulması’ için gereklidir. Şayet hizaya girilmez ise işte o zaman tehdit, ete kemiğe bürünür. Günah onlardan gitmiştir; artık linçe kadar varan her türlü saldırganlık ‘mubahtır’. Zaten eylem de, baskın da devletin ‘yüce menfaati’ ve ‘millet’ uğruna yapıldığından hemen allanır pullanır ve alkışlanır hatta daha ileri giderek bir süre sonra efsaneleştirilir. Tam da bu yüzden benzer olaylar durmaksızın yinelenir.
Türkiye’de yaşanan tüm acılı tecrübelerden sonra içinde ‘misak-ı milli alevlenip ansızın gelme’ tehdidinde bulunanlara; Kerkük’ü, Musul’u almak isteyenlere ve tüm bu tehditlere sempati ile bakanlara karşı çok daha dikkatli olmak gerekir. Sadece Kürt ya da başka bir etnik kökenden veya Alevi ya da başka bir mezhepten veya sosyalist ya da “kökü dışarıda” başka bir ideolojiden olanlar ezcümle geleneksel olarak milliyetçi-mukaddesatçı namlunun ucundakiler değil; şoven saldırılardan, gözüdönmüşlüklerden nefret duyan, toplumsal barışı özleyen herkes teyakkuz halinde olmalı. İşe Türk milliyetçiliğinin (ve elbette diğer tüm milliyetçiliklerin) üzerindeki masumiyet ve meşruiyet örtüsünü kaldırmakla başlanmalıdır. Bu ülkede nice canlara kıyan isimlere “büyük devlet adamı” muamelesi yapmaktan; katillere türkü yakmaktan; savaş çığırtkanı, rövanşist naralar atanları alkışlamaktan; dört bir yana bulaşmış militarist haykırışlardan vazgeçerek ‘ansızın gelenler’den kurtulma yönünde küçük bir adım atılabilir belki…