Güneri Civaoğlu Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde böyle dua ediyor. Kriz nedeniyle mağdur edilen işçi kitleleri Fransa’da işyeri işgallerine başlamış ve patronları rehin alma eylemleri başlatmış. Civaoğlu Fransa’daki kitle hareketlerinin “bulaşıcı” olma özelliğinden korkuyor. 1789 devrimini ve ’68 olaylarını örnek veriyor. “Tanrı korusun” diyor “kriz nedeniyle iyice kırılganlaşan Türkiye’ye de bu olaylar bir sıçrarsa…” Daha ortalıkta bir […]
Güneri Civaoğlu Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde böyle dua ediyor. Kriz nedeniyle mağdur edilen işçi kitleleri Fransa’da işyeri işgallerine başlamış ve patronları rehin alma eylemleri başlatmış. Civaoğlu Fransa’daki kitle hareketlerinin “bulaşıcı” olma özelliğinden korkuyor. 1789 devrimini ve ’68 olaylarını örnek veriyor. “Tanrı korusun” diyor “kriz nedeniyle iyice kırılganlaşan Türkiye’ye de bu olaylar bir sıçrarsa…”
Daha ortalıkta bir şey yok. Ancak olasılığı bile kabus gibi çöküyor patronların ve temsilcilerinin üzerine. Ya işçiler kitlesel olarak hareket etmeye başlar ve sermayeye yönelirse…
Seçim sonuçları bize bu yönde ipucu vermiyor. Krizin seçim sonuçlarına etki yaptığı doğrudur. Ancak bunun hem sınırlı etkisini görmek hem de tepkinin “yanlış adreslere” yöneldiğini tespit etmekte fayda var.
Peki Civaoğlu’nu bu kadar korkutan ne? Hiç kuşkusuz tarih ve sınıf bilinci. Çünkü sınıfsal tepkiler bazen göstere göstere gelir bazen de o güne değin hiç görünmeyen pek çok çabanın ortaya çıkardığı bir enerjiyle ortalığa dökülüverir.
Adnan Menderes iktidardan düşürülmeden önce müthiş kalabalıklara hitap etmeye devam ediyordu. Söylentiye göre darbeden kısa bir süre önce İzmir’de 1 milyon kişiye hitap etmişti. O günlerde Türkiye toplumuna baktığınızda dinsel gericiliğin toplumun her yanını sardığı ve etkisizleştirdiği bir tabloyu görürdünüz.
Menderes’in devrilmesinin ardından muhafazakar kitleler silah zoruyla etkisizleştirilip ilk genel seçimlerde (1965 seçimlerinde Adalet Partisi tek başına iktidar olmuştu) bunun hesabını sormak üzere geri çekilirken kırdan kente fırlatılan yoğun işçi kitleleri ve hatta pek çok yöredeki topraksız köylüler farklı bir yöne doğru kıpırdanmaya başlamıştı. DİSK’i ve Türkiye İşçi Partisi’ni doğuran Kavel direnişi, Ege, Marmara ve Batı Karadeniz’deki toprak işgalleri bir anda Türkiye’nin gündemine girmişti. Sonrası malum…
Önümüzdeki süreç benzer şeylerin yaşanması için o günlerden çok daha fazla veriye sahip. Sanayinin çökertilmesi, tarımın alt üst oluşu milyonlarca insanın hayatlarını alt üst etti. Bu kadar geniş bir kitlenin salt bir partinin-hükümetin-devletin sadaka ve dinsel söylemleriyle etkisizleştirilmesi mümkün değildir. Türkiye gibi pek çok birikmiş sosyal, ekonomik sorunları barındıran ve değişken bir jeo-politik zeminde hareket etmeye zorlanan bir ülkede bu kadar devasa proleterleşmiş bir kitleyi idare edemezsiniz.
Kapitalizmi yıkmayı ve hayatı dönüştürmeyi arzu edenler gözlerini hep ileriye dikmek zorunda. Türkiye kapitalizminin en yumuşak yerlerine küçük ama sürekli darbeler vurarak buralarda mevzilenmek için iddialı ve büyük işlere girişmek gerekir.
Bu yolda proleterleştirilen kitlelerin sınıfsal talepleriyle orta-orta alt sınıfların ekonomik endişeleri ve çağdaş yaşam tarzlarına yönelen tepkilerini birbirine yaklaştıran bir hattın örülmesi kaçınılmazdır. Bu hattın hangi araç ve söylemlerle örüleceği ve bunun pratik karşılığının nasıl olacağına ilişkin kafa yormaya başlamak için geç bile kaldığımız söylenebilir. Bu; giderek çetrefilli bir sürece girmeye başlayan Kürt meselesiyle güçlü bir şekilde ilişkilenmek için de önemli.
Bunun başarılamaması halinde gerçekten de Civaoğlu’nun duası kabul görecektir.