Günlük konuşma dilindeki tanımıyla iletişim, bilgi, fikir, inanç, duygu ve tutumların ortak simgeler ve araçlar yardımıyla paylaşılmasıdır. Akademik dilde ise iletişim “ortak simgeler aracılığıyla anlam üretimi ve değişimi” olarak tanımlanır. İnsanı kuşatan iletişim süreci kişisel iç iletişim, kişilerarası iletişim, örgüt-içi iletişim ve kitle iletişimi başlıkları altında incelenir. İletişim sürecinde yaşanan aksaklıkların çözümlenmesinde ekonomi-politik, tarih, sosyoloji […]
Günlük konuşma dilindeki tanımıyla iletişim, bilgi, fikir, inanç, duygu ve tutumların ortak simgeler ve araçlar yardımıyla paylaşılmasıdır.
Akademik dilde ise iletişim “ortak simgeler aracılığıyla anlam üretimi ve değişimi” olarak tanımlanır.
İnsanı kuşatan iletişim süreci kişisel iç iletişim, kişilerarası iletişim, örgüt-içi iletişim ve kitle iletişimi başlıkları altında incelenir.
İletişim sürecinde yaşanan aksaklıkların çözümlenmesinde ekonomi-politik, tarih, sosyoloji vs. gibi sosyal bilimlerin yanı sıra sosyal psikoloji ve psikiyatriden de yararlanılır. Bu bağlamda obsesif kompülsif nevroz (OKN) terimi, iletişim sürecindeki aksaklığı çözümlemede hayli kolaylaştırıcı bir rol oynar.
OKN’nin iletişim bozukluklarındaki açıklayıcı işlevine geçmeden önce bir fıkra,
Adamın takıntısı kadın cinsel organı. Erkekler, günlük konuşma dilindeki karşılığını çok iyi bilirler ve konuşmalarında noktalama işareti olarak telaffuz ederler.
Fıkra kahramanımız da etrafta ne görse kadın cinsel organı diye algılıyor, kahvehanede ne konuşulsa adam sözü ona getiriyor. Bir böyle iki böyle, sohbetin tadı tuzu kalmıyor. Dostları ne kadar dil döktülerse fayda etmemiş. Sonunda bir psikiyatra gitmeye ikna etmişler.
Psikiyatr, dostları rahatlatmış, adamla konsültasyon odasına geçip seansa başlamış. Müşfik ve arkadaşça bir ses tonuyla, “Gel seninle bir test yapalım, ben bir kâğıda şekiller çizeyim, ne anlama geldiklerini sen söyleyiver.” demiş.
Tecrübeli teknik adam (pardon psikiyatr), beyaz kâğıda önce düz bir çizgi çizmiş, “Sence bu şekil nedir?” diye sormuş. Adamdan yanıt:
– O!
Psikiyatr meslekten alışık olduğu için ses etmemiş, bu kez paralel bir çizgi çizmiş. Adam kararlı ve ısrarlı ses tonuyla yanıtlamış:
– O!
Psikiyatr sabırla seansa devam ediyor. Beyaz kâğıda bu sefer üçgen çiziyor. Adam aynı ısrarlı ve kararlı ses tonuyla söylemiş:
– O!
Psikiyatr içten içe sinirlenmeye başlamış, bu kez dörtgen çizmiş. Adam dediğim dedik:
– O!
Psikiyatrın tepesi atmış, çıldırmış vaziyette, “Ulan manyak mısın sen? Ne çizsem, o diyorsun. Ondan başka bir şey bilmez misin, rezil?” diye bar bar bağırmış. Bizimkinden yanıt:
– Ulan asıl manyak, asıl rezil sensin, deminden beri ondan başka bir şey çizmiyorsun.
Fıkra bir yana, obsesif kompülsif nevroz (OKN) tam da böyle bir şeydir, yani takıntılı olma halidir.
Kuleli Askeri Lisesi’ndeki öğretmenlerimizden, “Neden Öldürüyorlar?” kitabının yazarı Öğ. Bnb. Vural Okur, “İnsanlar sadece fizyolojik olarak hastalanmazlar, ruhsal olarak da hastalanırlar.” diye anlatmıştı. Yani insanlar fiziksel olarak yaralanabilecekleri ve hastalanabilecekleri gibi psikolojik yaralanmalara da maruz kalabilirler. Fiziksel hastalıklar nasıl tedavi edilebiliyorsa ruhsal yaralar da uygun tedavi yöntemleriyle iyileştirilebilir.
İşte takıntı hastalığı, psikiyatri literatüründeki kısaltmasıyla OKN de insanın yakalanabileceği bir akıl bozukluğu, ruhsal dengesizlik halidir.
Açılımından da anlaşılacağı üzere OKN, obsesyon, kompülsiyon ve nevroz terimlerinin birleşmesinden oluşuyor.
Obsesyon teriminin Türkçe karşılığı takıntı veya saplantıdır. Takıntı, istem dışı oluşan, yadsıma ve bastırma çabasına karşın sürekli yinelenen rahatsız edici düşünceler, imgeler ve güdülerdir. Rahatsız edici olduğundan kişi aklına getirmek istemediği halde hep onu aklından geçirir, hep onu düşünür.
Kompülsiyon teriminin Türkçe karşılığı ise zorlantıdır. Kompülsiyon, takıntılı düşüncenin dışavurumudur, daha doğrusu saplantılı düşüncenin tetiklediği ritüel niteliğindeki davranış veya zihinsel etkinliktir. Her obsesyonun bir kompülsiyonu, yani her takıntının bir zorlantısı vardır.
Nevroz ise sürekli huzursuzluk duygusu eşliğinde fizyolojik ve sosyal işlevleri aksatan ruhsal bozukluk olarak tanımlanıyor.
OKN’yi bozuk plak metaforuyla da açıklamak mümkündür. Kişi, takılı kalmıştır, şarkının hep aynı sözünü ya da tınısını yinelemektedir. Bireysel ve sosyal hayatında da hep aynı takıntı ve zorlantıyla yaşamını ve zihnini bloke etmekte, çevreyle uyum sağlamakta sıkıntı çekmektedir. Takıntı ve zorlantı, kişinin yaşamını ve zihnini bloke ettiğinde, çevresiyle uyumunu engellediğinde hastalığa dönüşmektedir. OKN’den mustarip bireyler kendileriyle ve sosyal çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramadıkları gibi OKN’den mustarip bireylerden oluşan toplumların iç iletişiminde ve kitle iletişiminde de psiko-nevrotik sendromlardan ve semptomlardan geçilmemektedir.
Psikiyatrlar çok sayıda takıntı türünden söz ederler. Kişinin birinde sadece bir OKN vardır, bir başkası birden fazla şeye takılı kalmıştır. Takıntılar zamanla değişebilir de. Bir takıntının semptomları zamanla kaybolurken, yerini başka bir takıntı ve zorlantı alabilir.
Psikiyatrlara göre hayatta karşılaşılan bazı takıntılar ve zorlantıları şöyledir:
1. Temizlik takıntısı. Zorlantısı fırsat buldukça yıkama, dezenfekte etme, hijyen korkusuyla nesnelere ve diğer kişilere dokunmama, başkasının kullandığı eşyadan iğrenme şeklinde tezahür eder.
2. Şüphe takıntısı. Zorlantısı, kapıyı kilitledim mi, musluk açık mı kaldı, ocağı kapattım mı, ütüyü prizde mi unuttum, lambayı söndürdüm mü gibi sürekli kontrol etme; ibadetle ilgiliyse sürekli abdest tazeleme biçiminde tezahür eder.
3. Simetri takıntısı. Zorlantısı, etraftaki nesnelerde simetri ve düzen arama çabası, simetrik ve düzgün değilse düzeltme ritüeli şeklinde tezahür eder. En çok kışla hayatında rastlanır. Her şey aynı tipte, aynı renkte, aynı boyda, aynı istikamette bir örnek olmalı, hayat aynı tek düzelikte yaşanmalıdır.
4. Hastalık takıntısı. Hastalık hastalığı olarak da tanımlanabilir. Zorlantısı, hastane hastane dolaşıp tahliller yaptırma şeklinde tezahür eder.
5. Biriktirme ve nesne takıntısı. Zorlantısı, işe yarasın yaramasın bir şeyler alıp eve koyma, eskimiş eşyalarına kıyamama, lüzumlu lüzumsuz eşya biriktirme olarak tezahür eder. En ağır halinde çöp bile atılmaz, evde çöp dağı yükselir.
6. İlgi ve sayma takıntısı. Zorlantısı, belli bir uğraşı fetişleştirme, ilgi duyduğu konuda dikkatini aşırı derecede yoğunlaştırma veya örneğin inip çıktığı basamakları sayma, telefon numaralarını ezberleme, matematik işlemlerini hesap makinesi kullanmadan çabucak yapma olarak tezahür eder. Masum sayılabilecek bu takıntılar yaşamı ve zihni bloke ettiğinde hastalığa dönüşür. Kumar böyle bir hastalık halidir. Bir spor türüne duyulan aşırı ilgi de takıntıya dönüşebilir. Fanatik kişiler aslında saplantılı kişilerdir; hayatta ne varsa o spordan ibarettir. Futbol fanatiklerinde omuzların üstünde baş değil meşun topu vardır; adrenalin, serotonin, dopamin salgısı zirvededir. Biten maçların ardından günlerce konuşur, en yakası açılmadık yorumları yapar. Sporda fanatizmin son durağı holiganizmdir. Fanatik holigan takıntılı olduğu takım için canı pahasına kavgaya tutuşur, can verir ya da acımasızca can alır. Takım yenildiğinde aklını yitirir, deliye döner, bildiği bütün küfürleri sıralar. Ya hakem çok kötü yönetmiştir, yüzde yüz penaltıları vermemiştir; ya teknik direktör oyunu okuyamamıştır ya da futbolcular sahada ruhsuzca dolaşmışlar, formanın hakkını vermemişlerdir. Takım galip geldiğinde de ondan coşkulusu, mutlusu yoktur. Takım hep böyle oynamalıdır, futbolcular inanmışlar ve maçı almış
lardır. Allah razı olsun, hakem de maçı çok iyi idare etmiştir. Hakemler ve oyuncular böyle inançlı oldukça Türk futbolunun sırtı yere gelmez. Bu vefakâr ve cefakâr seyirci işte böyle futbolu hak etmektedir…
Bu sayılanların dışında psikiyatrlar, cinsellik takıntısı, saldırganlık takıntısı, metafizik takıntısı, hareket takıntısı, ses takıntısı, bakma takıntısı gibi hastalıklardan da söz etmektedirler.
Neden takılı kalıyorlar?
Karl Marks, insanı “toplumsal varlık” olarak analiz ederken, Sigmund Freud “bireysel varlık” olarak incelemişti. Benzetmek gerekirse insanın incelenmesinde Marks toplumun röntgenini çekti, Freud bireysel kişiliğin röntgenini çekti. Marks’ın hareket noktası toplumun sosyo-ekonomik yapısı, Freud’un hareket noktası insanın psiko-anatomik yapısıydı. Marks insanın yemek, içmek, giyinmek, barınmak, topluca yaşamak gibi gereksinmelerini başa alırken, Freud, cinsellik ve saldırganlık güdülerini en başa koymuştu.
Freud’a göre, insanın kişiliği id, ego ve süper ego’dan müteşekkildir. İd, doğuştan gelen cinsellik ve şiddet güdüleriyle, yani libido ile yüklüdür; bu güdüleri tatmin ederek doyuma ulaşma peşindedir. Güdülerin doyurulmaması gerilim ve mutsuzluğa yol açar. Ego, doğuştan gelen cinsellik ve şiddet güdülerini tatmin etmek için elverişli şartları ve zamanı kollar, uygun şartlara ve zamana kadar ‘id’i baskı altında tutar. Süper ego ise, meşruiyetçi ve ahlakçıdır; toplumsal normları gözeterek, uygun şartları ve zamanı kollar; vicdanı temsil ettiği söylenebilir. Yani, id hazcı, ego gerçekçi, süper ego ahlakçıdır. İnsanın yaşadığı nevroz ve psikoz gibi ruhsal rahatsızlıklar, id, ego ve süper ego arasındaki çatışmalardan kaynaklanır. Rahatsızlığı normalleştirmek için bastırma, reddetme, geri çekilme, yansıtma, yüceltme, sorunu entelektüelleştirme gibi savunma mekanizmaları geliştirilir.
Her iki düşünürün de ortak noktası insanın mutluluğuydu. İnsanın temel gereksinmelerini yemek, içmek, giyinmek, barınmak diye sıralayan Marks insanın mutluluğu ancak geleceğin eşitlikçi sınıfsız toplumunda yakalayabileceğini savunuyordu. Temel güdüleri cinsellik ve saldırganlık olarak gören Freud’un tezlerinden çıkan sonuç ise, ahlak ve meşruiyet kaygısının henüz oluşmadığı ilkel toplum döneminde insanların mutlu olduklarıydı.
Freud’un analizi, insanın evriminde sosyal var oluşu ihmal ettiği, Marks’ın analizi de bireysel varoluşu yeterince dikkate almadığı için ardıllarınca eleştirildi. Frankfurt Okulu’nun kimi üyeleri, Marks ile Freud arasında köprü kurmayı denediler. Erich Fromm’un çalışmaları dikkate değer sonuçlar da üretti. Fromm, tek tek bireyler gibi toplumların da hastalanabileceklerini vurguladı, sağlıklı toplumun parametrelerini bulmaya çalıştı.
Nevrozun bunaltıya ve iç çatışmaya karşı geliştirilen bir savunma mekanizması olduğu söylenmektedir. Freudçu psikanalistlere göre nevroz, id ve süper ego arasındaki çatışmanın sonucudur. Bu iki güç arasında kalan ego, libidoyu frenlemek ve denetlemek için savunma mekanizması geliştirir. Savunma mekanizmasının kırılması ve denetim altına alınmış dürtülerin zorlamasıyla nevroz oluşur.
OKN’yi nöroloji çerçevesinde kalıp iç salgı bezlerinin düzensiz çalışmasıyla açıklamaya çalışanlar da, mutluluk salgısı serotonin, coşku salgısı dopamin ve heyecan salgısı adrenalin üretimindeki bozukluğa dikkati çekerler. Buna göre, uyarıcıya karşı hangi bezin harekete geçeceği konusunda beyinde kısa devre meydana geldiğinde, serotonin düzeyi düşer, dopamin ve adrenalin salgısı kontrolden çıkar ve OKN oluşur.
Davranışçı okul mensupları, OKN’nin öğrenme sürecinde edinildiğine dikkat çekerler. Buna göre, bazı düşünce ve davranışların takıntıyı olumlu yönde etkilediğini gören kişi, bu düşünce ve davranışları yineleyerek zorlantı haline getirir.
Tarihsel maddeci kurama göre ise nevrozun temelini oluşturan bilinçdışı çatışma toplumsal ve sınıfsal kökenlidir. Bastırılan dürtüler biyolojik olmaktan çok toplum ile kişinin beni, yani sınıfsal özü arasındaki çelişkiden kaynaklanır. Kişi toplumdaki konumuna, yaptıklarına ve yarattıklarına yabancılaştıkça bu çelişkiyi bunaltı biçiminde hisseder. Çelişkinin bilince ve davranışlara yansımasıyla nevroz oluşur.
Ne şekilde hastalanırsa hastalansın, obsesif kompülsif kişi, takılı kaldığı konuda sürekli iç ve dış çatışma halindedir, mantıklı çözümleme yapma yetisini yitirmiştir. Özgüveni zayıf kaldığından hep kendisini gerçekleştirme, kendisiyle gurur duyma ihtiyacındadır. Takılı kaldığı konuda fetiş boyutunda titizdir, duyarlıdır, inatçıdır, iddiacıdır, katıdır ama tutarlı değildir. Çoğu zaman başkalarının neden aynı tepkiyi vermediklerini anlayamamakta ve farklılığı hayretle karşılamakta, hatta tahammülsüzlük göstermektedir. Takıntısını hafifletmek için de belli bir davranışı kalıplaştırıp sürekli yineleme çabasındadır.
OKN oluşumunda travmanın da son derece belirleyici olduğu ifade edilmektedir. Bireyin ruhsal ve fiziksel dünyasını sarsan, vücut bütünlüğüne, inanç ve değer yargılarına ağır zarar veren, tehdit algısı doğuran yaşantıların ve olayların bütününe travma denmektedir. Kaza, doğal afet, şiddet, taciz, hastalık, sakatlık, işkence gibi kişisel travmaların yanı sıra, ekonomik kriz, fetişleştirilmiş inanç ve değer yargılarına tehdit algılaması gibi toplumsal travmalardan da söz edilmektedir.
Sağlıklı kişi travmayı normalleştirip denetim altına alırken, OKN’ye eğilimli kişi travmayı normalleştiremez, denetim altına alamaz, giderek mantıksal tutarlılığı yitirdiği gibi mantığıyla duyguları arasındaki irtibatı da koparır. Kişi travma sonrası stres bozukluğunu atlatamaz, geçmişin etkisinden kurtulamaz, travmaya takılır kalır. Travmatik anı belleğini bloke eder, her anımsayışta geçmişi bugüne taşıyarak yeniden yaşar, travma dışındaki olaylara ilgisi azalır. En hafif bir anımsatıcıya bile istem dışı sert tepki verir, farklı görüşleri kendi inanç ve değerlerine saldırı olarak algılar, huzursuzluğunu azaltmak için de zorlantı edinir. Her anımsayışta yinelenen davranış ve düşünceler artar, zorlantı çıkmazı başlamış olur. Sonuçta OKN hastası ne kendisiyle ne çevresiyle sağlıklı iletişim kurabilir. Bozuk plak gibi aynı noktada takılır kalır. Giderek sosyal, siyasi, entelektüel ve ahlaki koordinatları da travma anına gerileyip sabitlenir.
Obsesif kompülsif nevrotik toplumlar
Frankfurt Okulu üyelerinden Erich Fromm, tek tek bireyler gibi toplumların da hastalanabileceklerinden söz eder. Yani nasıl ki tek tek bireyler OKN’den ıstırap çekerler, sağlıklı iletişim kuramazlar, toplumlar da aynı şekilde OKN’den ıstırap çekebilirler, iletişimleri sakatlanabilir.
Bu bağlamda kendimize ayna tutmak gerekirse, Türkiye’nin pek çok OKN’den ıstırap çektiği söylenebilir. Çok derin analizlere girmeden söylemek ve sıralamak gerekirse:
Geç kalan modernleşmenin üç beş on yıla sığdırılması.
Modernleşelim derken yarı sömürge, yeni sömürge bir toplumsal formasyona saplanılması.
Yarı sömürgeleşmenin sonucu olarak emperyalistler arası paylaşım sofrasına meze olmak.
Emperyalistler arası paylaşım masasında 4.5 milyon kilometre kare ülkeden sadece birkaç yılda 780 bin kilometrekareye daralmak.
O travmanın etkisiyle Ermeni takıntısı, Rum takıntısı, Kürt takıntısı, Müslüman takıntısı ve elbette komünizm takıntı
sı.
Zorlantısı olarak da her “semptom” ve “sendrom” “sözde” olmak üzere “milleti hakime“, “ümmeti hakime” ve elbette anti-komünizm.
Çok yakın tarihte, derin yaralar açan askeri darbeler.
Bugün gelinen noktada, sermaye cephesindeki yarılmanın tezahürü olarak başörtüsünde çarşaflayan bir dincilik ve sahte laiklik.
İçi boşaltılan vatan, millet, cumhuriyet, demokrasi, şehitlik kavramları.
Sözüm ona derin yapılanmanın tasfiyesi etrafında esasa müteallik olmayan bir saflaşma ve kafa karışıklığı.
Sonuçta günlük politikaya dönüştürülen bir din ve sürekli “mevzubahis” olmaktan kurtulamayan bir vatan…
Ve elbette işsizlik oranı resmi istatistikte bile yüzde 20’ye merdiven dayarken, dolar milyarderi sıralamasında dünya beşinciliği…
Ve elbette özgüveni zayıf kaldığından hep travmatik anıların acısını çeken, hep kendisini gerçekleştirme, kendisiyle gurur duyma ihtiyacında olan bir toplum, devlet ve uyrukları…
OKN’ye paçayı kaptırmamış olanlar için yeterince iç karartıcı bir tablo.
Tedavi Süreci
Takıntı hastalarının iyileştirilmesinde psikotrop ve psikoterapi tedavileri uygulanmaktadır.
İlaca dayalı uygun dozdaki psikotrop tedavide huzursuzluk veren bedensel sorunlar, serotonin artırıcı antidepresanlarla hafifletilmekte, gevşeme hissi kişinin kendisine güvenmesini sağlamaktadır. Ağır ve kalıcı yan etkilere yol açmayan psikotrop tedavi, takıntı hastalarının yarısından fazlasında olumlu sonuç vermektedir.
Psikanalitik OKN tedavisinde ise psikoterapiye başvurulmaktadır. Psikoterapide ta çocukluk çağına kadar dönülerek, huzursuzluğa yol açan nedenler çözümlenmekte, huzursuzluğun ilk tetikleyicisi travmalar saptanmaktadır. Çünkü, OKN bozukluklarının yarısından fazlasında sorunlar, çocukluk ve gençlik çağından kalmadır. Kişi travma sonrası stres bozukluğundan mustariptir. OKN’yi tetikleyen travma(lar) saptandıktan sonra bugüne gelinerek karşılaştığı sorunların çözüm yolları üzerinde yoğunlaşılmakta, kişinin birey olarak kendi önemini kavramasına çaba gösterilmektedir.
Bireysel OKN sendromlarında, yüzde yüz olmasa da tedavi mümkündür.
Ya toplumsal OKN sendromlarında?
Bu travmalar nasıl normalleştirilecek, bu takıntılar nasıl aşılacak?
Psikotrop ve psikanalitik tedavi yöntemleri toplumsal OKN sendromlarında ne kadar geçerlidir?
Sorular yeterince yahşi.
Sürçü lisan ettikse affola ve de psikologlar, psikiyatrlar tarafından düzeltile!
Rahmi Yıldırım
25 Nisan 2009