Kentlerin tarihi, insan topluluklarının sosyo-kültürel ve ekonomik açıdan zenginleşmesinin engebeli ve fakat renkli macerasını içerir. Kentlerin gelişimi sürecinde, üretim ve tüketim kalıpları süratle değişmiş; bireylerin birbirleri ile etkileşimleri ve paylaşımları, daha öncesi ile kıyas kabul etmeyecek derecede artmış ve çeşitlenmiştir. Bir yandan insan toplulukları, zihinsel ve fiziksel inşa faaliyetleri ile kentleri biçimlerken kentler de insanların […]
Kentlerin tarihi, insan topluluklarının sosyo-kültürel ve ekonomik açıdan zenginleşmesinin engebeli ve fakat renkli macerasını içerir. Kentlerin gelişimi sürecinde, üretim ve tüketim kalıpları süratle değişmiş; bireylerin birbirleri ile etkileşimleri ve paylaşımları, daha öncesi ile kıyas kabul etmeyecek derecede artmış ve çeşitlenmiştir. Bir yandan insan toplulukları, zihinsel ve fiziksel inşa faaliyetleri ile kentleri biçimlerken kentler de insanların yaşam tarzını, zevklerini, ihtiyaçlarını, beklentilerini, korkularını ve hayallerini belirlemiştir. Uzun yıllar boyunca tarihi imparatorlar, komutanlar, savaşlar, fetihler, zaferler ve yıkımlar üzerinden okuyan gelenek, ya kentlerin serüvenini göz ardı etmiş ya da onları da “büyük tarih” saplantısının ve bu kısır bakış açısının içinde önemsizleştirmiştir. Oysa kentler ve kültürleri; devletlerin, liderlerin, savaşların tarihine indirgenemeyecek kadar zengin ve bir o kadar ilgi çekicidir.
Modern Kent ve Toplumsal Taleplerin Yükselişi
İnsan emeğini, yaratıcı (ve aynı zamanda yıkıcı) potansiyelini ve sanatsal gücünü içinde barındıran kentler, modern çağda aynı zamanda politik, toplumsal taleplerin, hak arayışlarının, özgürlük ve demokrasi mücadelelerinin zemini olmuştur. Bilhassa Sanayi Devrimini izleyen yıllarda kırdan kopan/kopmak zorunda kalan kitlelerin göçleri ile nüfusu hızla artan modern kentlerde, yaşamsal zorluklar, sınıfsal farklılıklar ve gelirler arasındaki uçurum gözle görülebilir bir hal almıştır. Kadını, erkeği, çocuğu ile işçileşen, fabrikalara ve banliyölere hapsedilen yoksul yığınlar, önce sermayesini ve kârını daha sonra da siyasi nüfuzunu arttıran burjuvazi, sınıflara göre yeniden düzenlenen kentsel mekânlar, sosyo-politik tarihin en önemli unsurlardır. Bu eksende kozmopolit karakterleri ile farklılaşmanın ve karşılaşmanın mekânı kentler, yeni özgürleşme hareketlerinin, örgütlenme modellerinin ve direniş şekillerinin bulunmasında birinci dereceden rol oynamıştır. Batı kentlerini sarsan, daha iyi, daha hakça yaşam koşullarına sahip olma isteğini dillendiren işçi hareketleri bu bağlamda en dikkat çekici örnektir. Kentlerin ‘özgürlük kokusu’ ile fabrikaların otoriter yönetimi arasındaki uçurum, işçi hareketlerinin güç kazanmasında itici bir güç olmuştur. Büyük bedeller ödeyen örgütlü işçi hareketleri, yalnızca çalışma koşullarının ve ücretlerinin iyileştirilmesini değil; kentin nimetlerinden faydalanmayı ve politik nüfuzunu arttırmayı da hedeflemiştir. Tüm bu taleplere set çekmede muktedirlerin meşruiyet arayışı, “güvenliği” ve “denetimi” merkeze alan bir söylem üretmiştir. İktidar bloklarının dışındaki kitlelerin, sosyal ve siyasal yaşama katılım istekleri, “müesses nizam”a bir “tehdit” olarak algılanmış ve yaşam alanları ve politik kanalları sıkı denetime tabi tutulmuştur.
Eşitsizliklere, dışlanmışlıklara, ayrımcılıklara ve hak ihlallerine karşı bir araya gelme ve örgütlenme gereksinimi, özellikle 19. yüzyılın sonlarından itibaren, kent ölçeğinde yeni bir kamusallığın inşa çabasına yol açan etkenlerin başında gelmiştir. Söz edilen ‘kentsel kamusallık’, içersine işçilerin, mülksüzlerin, siyahilerin, kadınların hatta çocukların eşit ve özgür bir biçimde dahil olduğu; diyalog/müzakere sürecini, kültürel alış-verişi ve yaratıcılığı teşvik eden kapsayıcı bir paylaşım alanının adıdır. Özgürlük fikrine, diyaloga, önyargılardan ve hiyerarşiden uzak bir algılayışla çeşitliliğe kucak açma, kamusal paylaşımın öncelikli şartıdır. Teorik düzlemde böyle bir kamusallığın barışçıl, insancıl ve sorun çözücü bir yanı olduğu kabul edilmelidir. Fakat bahsi geçen işlevleri yerine getirebilecek bir kamusallığın inşası, hiçbir dönemde ve coğrafyada kendiliğinden ya da kolay olmamıştır. Zira bu tip bir kamusallığın yaratılması, doğrudan doğruya iktidar(lar)ın elini zayıflatan ve hiyerarşi saplantısını altüst eden bir gelişmedir
Güvenlik Söylemi ve Kısıtlanan Kumsallık
Tarih boyunca kentsel kamusallığın, aleniyetin ve dinamizmin önündeki en büyük engellerden biri, şüphesiz yine “güvenlik” kaygısıdır. “Güvenlik” söyleminin bizatihi kendisi iletişimi ve etkileşimi baltalayan -en hafif ölçekte kısıtlayan- bir niteliğe sahiptir. Sınıflar, etnisiteler, mezhepler vb. arasında keskin psikolojik ve mekânsal sınırlar inşa eden güvenlik söylemi, kent kültürünü sığlaştırmakta, iktidarın belirlediği hiyerarşik yapılanmayı meşrulaştırmakta, farklı bireyler arasındaki ilişkiyi minimize etmektedir. Neo-liberal politikaların kent düzenlemesine ve “güvenlik” algısındaki değişime damgasını vurduğu son yirmi beş-otuz yılda, bahsi geçen durum daha vahim ve karmaşık sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Yaşamın idamesi için “güvenliğin esası teşkil ettiği”, “güvenliğin” ve “huzurun” ise hali hazırda sürekli tehdit altında olduğu iddiasının kentlerin günlük hayatını biçimlemesi ile birlikte, kentli nüfusun tüm ihtiyaç ile beklentileri ve yeni konutların, iş, eğlence, alış veriş vb. alanlarının inşası “güvenlik” parametresine endekslenmiştir. Daha net bir ifade ile modern karşılıklarıyla hem özel hem de kamusal alanlar, denetleme/denetlenme fetişizmine prangalanmıştır. Bu bağlamda piyasa mekânizması içinde aşamalandırılabilen, devredilip özelleştirilebilen ve pazarlanabilen “güvenlik” konusu, bir statü/güç göstergesi ve hatta böbürlenme vesilesi olarak parlatılmaktadır. Bu duruma paralel olarak “güvenlik” söylemi, sosyo-psikolojik düzlemde sürekli bir konumlandırma halini üretmektedir. Ekseriyetle kentte yaşayan yoksullar ve diğer dışlanmışlar, doğrudan “cahil”, “suçlu” ya da “suça meyyal” olarak yaftalanırken; yaşadıkları kentsel mekânlar da “yıkık dökük”, “pis” ve “tehlikeli” yerler şeklinde tasvir edilmektedir. Yoksulların ve tüm dışlanmışların, kent merkezlerindeki varlığı ve görünürlülüğü ise risk doğuran bir faktörmüş gibi ele alınmaktadır. Kimi zaman bu duruma gasptan teröre farklı türdeki suçları etnikleştirme operasyonu da eşlik etmektedir. Çoğunluğun dışında kalan etnik gruplar, sırf bu özellikleri nedeni ile suça ilişkin genellemelerle, ithamlarla ve hatta linç hareketleri ile karşı karşıya kalabilmektedir. Bu manzara içinde orta ve orta-üst sınıfların “güvenliği”, “rahatı” ve “huzuru” için ise iki yönlü bir plan gündeme getirilmektedir. Planın orta-uzun vadeli yönü, kentin yoksul/istenmeyen sakinlerinin yaşadığı ve şehirdeki tüm suçu/kötülüğü doğurduğu kabul edilen semtleri, çeşitli projelerle ortadan kaldırılmaya veya “steril” ve “denetlenebilir” bir hale dönüştürmeye odaklanmıştır. Sakinlerinin fikri alınmadan gündeme getirilen ve “kentsel dönüşüm” adı altında aşama aşama uygulamaya konan projeler, bu çerçevede değerlendirilebilir. Çeşitli bahanelerle girişilen “dönüşüm” hareketlerinin kamusal ölçekte tarihi, sosyal ya da iktisadi faydadan ziyade, iktidarlar tarafından düzenlenen yeni bir rant paylaşımına yardımcı olduğunu söylemek sanırım abartılı olmaz. Orta ve orta-üst sınıf için, kısa vadede, zevk ve gelirine göre yeni kentsel mekânların tahsis edilmesine gidilmiştir. Yüksek duvarları, geniş güvenlik önlemleri ile çevresinden ayrılan, çoğunlukla “site” usulüne göre inşa edilmiş yeni lüks konutlar, adeta çevresinden izole Ortaçağ sur içi kentlerini anımsatmaktadır. Site sakinlerinin beklentilerini ve ihtiyaçlarını (bunlara ihtiyaç haline getirilenler de dahildir) yine aynı mekânda karşılama ve mümkün olduğu kadar “dışarı” ile irtibatı asgari düzeye çekme kay
gısı, bahsi geçen yeni sitelerin temel özellikleri arasındadır. Sitenin içinde her şey “güvenli”, “sistemli”, “kaliteli” ezcümle “modern” ve “olması gerekene uygun”dur. Fakat aynı şeyler, site duvarları dışı içi geçerli değildir. Sitenin dışı bir “korku imparatorluğu”, bir “cehennem”dir ve birey, kendini ve sevdiklerini zorunluluklar haricinde o “cehennem”den uzak tutmalıdır. “Kamusal etkileşim”, “gerçek özgürlük” ve “rahatlık” ise ancak site içinde olanaklıdır ve bu hali ile homojene yakın bir zeminde/kendi gibi olanlarla birlikte cereyan eder. Site içinde yapılan alış-veriş merkezleri, spor alanları hatta kreş ve okullar, bu algının birer uzantısıdır. Bir başka deyişle site içi ‘aleniyet’ ve ‘fonksiyonellik’; vaat edilmiş ‘güvenli bir kamusallık’ ve ‘yüksek duvarlı bir özgürlük’ söz konusudur.
Tüm bu gelişmelere eleştirel bir gözle bakıldığında daha fazla “güvenlik” sloganının Robert Castel’in veciz ifadesi ile yalnızca güvensizliği ve ürkekliği beslemeye hizmet ettiği ve bu nedenle sistemin kendini yeniden üretmesine yardımcı olduğu görülmektedir. Tedirgin, güvensiz, içe kapanık, korkak bireylerden oluşan bir toplumun iktidarlarca yönlendirilmesi kolaylaşmakta; muktedirler kendi çıkarlarına uygun yeni “güvenli formları” pazarlayarak etkinliklerini sistematikleştirebilmektedir. Ayrıca kentte yaşayan insanların büyük bir kısmının çeşitli ön yargılara ve yanlış bilgilere dayanarak “suçlu” ve/veya “tehlikeli” ilan edilmesi ve kentsel kamusallıktan süratle dışlanmak istenmesi, bizatihi kentteki iletişimi, etkileşimi ve sosyo-kültürel zenginliği yıpratmaktadır. Hal böyle olunca ortaya kutuplaşmanın arttığı, insani ilişkilerin zayıfladığı, bireyler ile şehrin tarihi-kültürel varlıkları arasındaki ilişkinin koptuğu yaygın bir iletişimsizlik ve kaygı tablosu çıkmaktadır ki bu durum, hem çoğulcu demokratik kültür ve politik katılım hem de doğrudan kentleşme süreçleri açısından yeni ve ciddi sıkıntılar yaratmaktadır. Kamusal iletişimin törpülendiği ve/veya tamamen manipüle edilebildiği bir kentsel yaşamda, haksızlıklara karşı direniş örgütlemek ya da yaratıcı çözümler bulan alanlar açmak mümkün olmaz.. Bu bilinçle “güvenlik” söylemine sırtını dayayarak kamusal etkileşimi denetleyen, iktidarlar(lar)ın sınır tanımazlığını meşrulaştıran, hiyerarşi kalıplarını yeniden üreten söylemlerle sokaktan parlamentoya kadar her yerde mücadele edilmelidir. “Güvenlik” endeksli söylemin çıkmazları ve otoriter yansımaları deşifre edilmeli; arkasındaki iktidar örüntüleri kamuoyunun dikkatine sunulmalıdır. Tam güvenlilik ve denetim arayışının, bizzat denetleyen(ler)in iktidarını ve dokunulmazlığını mutlaklaştırdığı anımsatılmalıdır. Bu çerçevede kent, kentlilik ve kamusallık üzerine daha eleştirel ve özgürlükçü yaklaşımların dillendirilmesi ve popüler kılınması elzemdir.
* Bibliothec, No: 7, Bahar 2009
G. Gürkan Öztan