Son günlerde yoğun olarak tartışılan sosyal yardım/seçim rüşveti konularıyla ilgili AKP’nin tutumunu anlamak isteyenler için Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Ayşe Buğra’nın yazdığı ‘Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika’ kitabı çok önemli bir kaynak. Buğra ile AKP’yi, kapitalizmi, yoksulluğu, solu ve sosyal yardımları konuştuk. ‘Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika’ başlıklı son kitabınızda, “Sosyal […]
Son günlerde yoğun olarak tartışılan sosyal yardım/seçim rüşveti konularıyla ilgili AKP’nin tutumunu anlamak isteyenler için Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Ayşe Buğra’nın yazdığı ‘Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika’ kitabı çok önemli bir kaynak. Buğra ile AKP’yi, kapitalizmi, yoksulluğu, solu ve sosyal yardımları konuştuk.
‘Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika’ başlıklı son kitabınızda, “Sosyal politika tarihi, insanı işgücü olarak gören yaklaşımların tarihi olduğu kadar, insanın toplumsal niteliği üzerine dönen tartışmaların da tarihidir” diyorsunuz. Bu minvalde, kapitalizm ve sosyal politika arasındaki sorunlu ilişkinin içeriği nedir? Kapitalizm ve sosyal politika ilişkisi nasıl bir temel çelişki etrafında biçimleniyor? Kapitalist sosyal formasyonlarda süregelen yoksulluk ve sosyal politika tartışmaları hangi temeller ve konular etrafında dönüyor?
Sosyal politikanın kapitalist toplumda ortaya çıkan, kapitalist topluma özgü bir şey olduğunu, ama aynı zamanda da kapitalizmi dönüştürme potansiyeli olan bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Herhalde benim kitabımın temel tezi de bu. Sosyal politikanın kapitalizmle birilikte ortaya çıktığını, ama kapitalizmi başka bir şeye dönüştüren bir etki yaptığını düşünüyorum. Kapitalist topluma özgü değerler sistemini düşündüğümüzde, bu değerler sisteminin merkezinde emeği, çalışmayı görüyoruz. Temel değer çalışma kapitalist toplumda ve bu hakikaten kapitalist ahlaki sistemin belirleyici özelliği. Mülkiyet de buna dayanak, emekten yola çıkarak açıklanıyor. Bu değerler sistemi içinde hem mülkiyetin meşruiyet zemini hazırlanıyor, hem de ‘çalışmayana ekmek yok’ anlayışı aynı sistem içinde meşruiyet kazanıyor. Ama burada bir çelişki var çünkü kapitalizm aynı zamanda durmadan işsizlik yaratan, durmadan yoksulluk yaratan bir sistem. Çünkü çok dinamik, üretimin yapısı durmadan biçim değiştiriyor, bu da doğal olarak bazı becerilerin sistem dışı kalmasına yol açıyor, bazı üretim dallarında talebin düşmesine sebep oluyor. Bu dinamizm içinde ortaya çıkan atıl işgücünü, iktisatçıların şematik bir şekilde “oradan alırsın buraya koyarsın” diye anlattıkları gibi kullanmak söz konusu değil. Bir sektördeki işsizi alıp diğer sektöre koymak olacak iş değil, söz konusu olan becerileriyle, yaşadığı yerle tanımlanan bir insan. Dolayısıyla, işsizlik de, onunla birlikte ortaya çıkan yoksulluk da kapitalist toplumlarda istisnai durumlar oluşturmuyor. Bir de elbette kapitalizmin dışında bütün toplumlara özgü çalışamama durumları var. Hastalık, yaşlılık, özürlülük durumları var. Ayrıca çalışarak hayatını kazanmanın imkânsız olduğu durumlar var. Adam çalışıyor ama geliri geçinmesine yetmiyor, böyle bir durumda ortaya çıkan ‘çalışan yoksul’ olgusu da istisna değil. Bütün bunlar kapitalist sistemi fena halde zorlayan ve sorgulanmasına yol açan olgular. Bu tür durumlarla karşılaştığımız zaman ortaya sosyal politikanın temel sorusu çıkıyor: Hayatını çalışarak kazanamayan insana ne olur? Bu çok basit, ama çok önemli bir soru.
KAZANDIĞI GEÇİNMEYE YETMİYORSA…
Demin söylediğim sebeplerden ötürü hayatını çalışarak kazanamayan ya da çalışarak kazandığı geçinmesine yetmeyen insana ne olur? Şimdi bu bütün toplumlar için çok önemli bir soru. Hiçbir toplumun böyle bir durumda “ne yapalım o zaman yaşayamaz” deyip geçmesi mümkün değil. Bu, toplumsal hayatla, toplumun bütünlüğüyle bağdaşabilecek bir şey değil. Kapitalist toplum için özellikle zor bir durum çünkü kapitalizm çalışmayı ahlaki değerler sisteminin merkezine koyan bir sistem. Bu zor soru kapitalizmle sosyal politikanın birlikteliğini tanımlıyor. Bu zorlukla karşılaşıldığı zaman farklı tavırlar çıkıyor ortaya. Bazen bir suçlama eğilimine gidiliyor. İnsan eğer geçinemiyorsa ya tembelliğindendir ya beceriksizliğindendir, sonuçta kendi kabahatidir deniliyor, yoksulu yoksulluğundan ötürü suçlama yoluna gidiliyor. Ama bu çoğu zaman hemen bir sınıra ulaşıyor. Açıkça görülüyor ki kendi sorumluluğu dışındaki sebeplerden ötürü geçimini sağlayamayan insanlar var. Bu görüldüğünde de hummalı bir yoksul çalıştırma faaliyetine giriliyor ve bu amaçla yoksulların çalıştırıldığı kurumlar oluşturuluyor. Bu da gayet beyhude bir çaba, özellikle yaygın işsizlik durumlarında. Çünkü piyasada talep olsa zaten insanlar iş bulacak, düzenlenmesi gereken şey piyasanın işleyişi. Üretilen mallara belirli bir talep var, bunun üretilmesi için de belirli bir işgücü talebi var. Burada işsiz kalan grup varsa, siz de bunu alıp özel kurumlarda piyasa koşullarının dışında daha düşük ücretle çalıştırmaya başlarsanız, başka bir kesim işsiz kalacak. Birilerinin elinden aldığınız işi başka bir gruba vereceksiniz. Bunun anlamlı bir şey olmadığını çok sinik bir şekilde söylüyor ama söylediği şey, piyasa mantığı çerçevesinde son derece anlamlı. Hem piyasa mantığını olduğu gibi kabul edip hem de o mantığa ters bir adam çalıştırma yoluna gidemezsiniz. Gene de kapitalist düzeni sorgulamaya hiç niyeti olmayan bir grup siyasetçi ve düşünür, yüzyıllardır bu yoksul çalıştırma işine fena halde takmış durumda. Bugün de bu durumla karşı karşıyayız. Refah devletinden (welfare) istihdam devletine (workfare) geçiş bağlamında yine hummalı bir insan çalıştırma faaliyetleriyle karşı karşıyayız. Bu insanı işgücü olarak gören bir yaklaşımın, temel değer olarak çalışmayı alan bir yaklaşımının tezahürü.
Ama bunun yanında, sosyal politika alanında her zaman haklardan bahsedenler de var. “Toplumun bir ferdi iş bulamıyorsa ya da başka bir sebepten çalışamıyorsa veya çalışıyor ama kazandığıyla geçinimi sağlayamıyorsa, toplumun bu insana karşı sorumluluğu vardır, yani bu insanın toplumda yaşamasını ve topluma katılmasını sağlayacak önlemler gereklidir” diyenler var. Gördüğünüz gibi, iki farklı insan anlayışından, insanın toplumdaki yeriyle ilgili iki farklı görüşten bahsediyoruz. İnsanı işgücü olarak gören bir yaklaşımla, insanı içinde yaşadığı toplumun o topluma katılmaya hakkı olan bir ferdi, ‘hak sahibi vatandaş’ olarak gören bir yaklaşım arasındaki farktan bahsediyoruz. Sosyal politika düşüncesi içinde bu fark her zaman bulunuyor. Hak temelli yaklaşımın güçlendiği, siyasi alanda etkili olmaya başladığı, sosyal politika önlemlerinin alınmasında etkili olmaya başladığı durumda, daha önce belirttiğim gibi, kapitalist sistem dönüşmeye başlıyor. Burada sosyal politikaların insanın toplumsal var oluşunu değiştirmeye-dönüştürmeye yönelik bir etki yapabildiğini söyleyebiliriz. Bu noktada insanın sadece işgücü olarak görülmediği bir toplumsal varoluş ortaya çıkıyor.
Kapitalist sermaye birikimini erken sanayileşen Batılı kapitalist ülkelere göre geç tamamlayan, geç sanayileşen Türkiye’nin sosyal politika tarihine baktığımızda, bireyin geçmişinin toplumsal koordinatları ve devlet-toplum ilişkisinin niteliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Sosyal politika önlemlerine/alanına baktığımız zaman, sosyal politikanın temel sorusu olarak benim tanımladığım soru bağlamında çalışamayan, hayatını çalışarak kazanamayan insana ne olur sorusu bağlamında baktığımız zaman, bir ülkede kapitalizmin niteliği hakkında da ipuçları elde ediyorsunuz. Türkiye’deki kapitalizm nasıl bir kapitalizmdir? Yakın zamanlara kadar, Türkiye’de insan hayatını belirleyen temel ilişkinin piyasa ilişkisi olduğunu söyleyemeyiz. Bu tarihsel olarak doğru değil. Ama devletle vatandaş arasındaki sosyal h
aklar temelinde biçimlenmiş formel bir ilişki de değil Türkiye’de bireyin toplumsal yaşamının koordinatlarını belirleyen. Polanyi’nin ‘karşılıklılık (reciprocity)’ dediği türden ilişkilerin, bir sürü yüz yüze, şahsi, enformel nitelikli ilişkinin gündeme geldiğini görüyoruz burada. Bunlar bireye belirli bir koruma sağlıyor.
DEVLET-VATANDAŞ İLİŞKİSİ
İnsanın yaşamı piyasaya bağımlı olmuyor sadece. Türkiye’de ve Türkiye gibi geç kapitalistleşen pek çok ülkede, 1980 sonrası, bireye koruma sağlayan bu ilişkilerin, piyasa ve devlet dışı ilişkilerin, artık işlevlerini yerine getiremediğini gördüğümüz bir dönem. Geleneksel aile ilişkileri, hemşeri ilişkileri çözülüyor, Türkiye’de uzun zaman çok önemli bir sosyal işlev görmüş olan gecekondu olgusu çerçevesindeki enformel devlet-vatandaş ilişkisi çözülüyor. Bir sürü sosyal ve siyasi ilişki bağlamında KİT’lerde istihdam sağlama, yolları ortadan kalkıyor. Küçük köylülüğün korunması imkânsızlaşıyor. Küçük köylülüğün artık eskisi gibi korunmadığı yerde insan gerçekten piyasaya daha bağımlı hale geliyor. Bireye koruma sağlayan bu tür ilişkilerin güçsüzleştiği ve piyasa ilişkilerinin giderek önem kazandığı bir ortamda da, sosyal politika ister istemez gündeme geliyor. Türkiye gibi pek çok başka geç sanayileşen ülkede de, mesela benim şimdi Türkiye’yle birlikte üzerinde çalıştığım Meksika ve Kore’de, sosyal politikanın çok geri olduğunu, kamu sosyal harcamalarının çok düşük olduğunu, ama bugünlerde sosyal politika alanının giderek önem kazandığını görüyoruz. Neo-liberalizm refah devletini ve sosyal hakları aşındırıyor ama aynı zamanda piyasanın genişlediği, kendi kurallarına gören isleyen piyasanın ekonomiye hâkim olduğu bir düzen olduğu için, sosyal politikanın gerekliliği gündeme geliyor.
Aslında bu söylediğinizin birebir karşılığını da bugün görmemiz mümkün. Az önce söylediğiniz neoliberal ekonomik sistemi benimsemiş AKP iktidarı döneminde biz aslında son derece kapsamlı bir sosyal politika tartışmasını başlattık.
Ama şunu da bakmak lazım. AKP’nin yaklaşımı 19. yüzyılın klasik politik iktisatçılarının yaklaşımından farklı. Daha çok Hayek’in muhafazakâr-liberalizmi gibi. “Piyasa bütün sorunları çözer” demiyor. Piyasanın çalışabilmesi için başka kurumlarla desteklenmesi gerektiğine inanıyor. Ama önemli olan bu kurumların niteliği. Bu kurumlar kamu harcamalarını düzenleyen kurallar çerçevesinde işleyen kurumlar değil. Mesela geleneksel aile ilişkilerine çok vurgu yapılıyor ve aileyi destekleme kavramına vurgu yapılıyor. Bu da muhafazakâr bir yaklaşımın varlığını gösteriyor. İkincisi hayırseverliğe çok büyük bir vurgu yapılıyor. Bu arada devlet yardımları da artıyor. Ama bunlar çoğu zaman hak temelli yardımlar değil. Düzensiz, ayni, keyfi, ölçütleri şeffaf olmayan ve dolayısıyla hak haline gelemeyen yardımlar bunlar. Dolayısıyla sosyal politikanın gerekliliği ortada, ama aynı zamanda sosyal politikalar önlemi almama iradesi de ortada. Sosyal politika önlemi almamak için de başka türlü ilişkilere, yine piyasa dışı ilişkilerine ama özellikle hayırseverlik ilişkisine çok ciddi bir vurgu yapılıyor. Aslında daha mikro olmasına rağmen yerel ölçek de bu ilişkileri sarih bir biçimde görebiliyoruz. Merkezi düzeyde Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu’nun çalışması da bu mantığa uygun bir şekil alıyor. Ayrıca bugün Türkiye’de, siyasi, sivil sosyal hakların nasıl birbirini tamamlayan haklar olduğu, bunların birinin olmadığı yerde ötekinin nasıl aşındığı gerçeğini ortaya koyan bir örnek de buluyoruz. Bugün mesela bu hak temelli olmayan yardımların, sosyal hakların olmadığı yerde yapılan yardımların, nasıl siyasi hakların kullanımını aşındırabileceğini görüyoruz. Hak temelli olmayan sadaka niteliğindeki yardımların seçmen davranışlarını etkileyebildiğini görüyoruz. Bu da çok önemli. Burada aşınan siyasi haklar yalnız yardım alan yoksulun değil, hepimizin siyasi hakları. Hepimizin siyasi haklarının içeriği değişiyor böyle bir ortamda. Seçme seçilme hakkı var mı? Tabii ki var, ama içeriğine baktığımız zaman o sosyal hakların yokluğunu, o sosyal hakların yerine alan mekanizmaların nasıl siyasi hakları da aşındırdığını, seçim süreçlerini nasıl etkilediğini çok net bir biçimde görüyoruz.
Türkiye’de solun yoksulluğa bakışını ve sosyal politikayı algılayışını nasıl görüyorsunuz? Sol gerçekten buradaki mücadele alanlarını ‘verimli’ biçimde kullanıyor mu? Sadakayla sosyal hakları birbirinden ayırabilen bir sol muhalefet hak temelli ve vatandaşlık haklarına gönderme yapan bir sosyal içerme politikasını ne ölçüde sahiplenebilir? Burada solun karşılaşacağı sorunlar nelerdir?
Türkiye’de solun çok önemli bir sorunu var, ama bu sadece solun kabahati değil. Solu suçlamak çok kolay, ama biraz da Türkiye’de sol hareketin nelerle karşılaştığını, neler yaşadığını da dikkate alarak solu eleştirmek lazım. Solun bu memlekette nasıl baskılar gördüğüne atıf yapmadan solu eleştirmeye kalkışmayı çok büyük bir haksızlık olarak görüyorum. Cumhuriyet döneminin başından beri sol o kadar baskı altında kalmış, o kadar konuşamaz hale getirilmiş ki biraz gerçekle bağlantısı kopmuş. O kadar önemsizleştirilmiş, o kadar marjinalleştirilmiş ki, kendi gücüne olan güvenini kaybetmiş, bir şeyleri değiştirebileceğine olan inancını kaybetmiş. Bir çeşit ‘iktidarsızlaşmış.’ Bunun tezahürlerinden biri, bence, çok fazla teori konuşmak ve teoriyle sosyal gerçeklik arasında bağ kurmaya gayret etmemek, somut sorunlara siyasi çözüm üretmeye çalışmamak. Bu kadar badireden, baskıdan, ezilmeden sonra solun var olması mucize, ama kendini toplaması da lazım. İnsanların günlük hayatlarıyla ilgili sorunlar üzerine çözüm üretmesi lazım. Bunun yapılacağı alan tam da sosyal politika alanı. Sosyal politika alanını palyatif çözümlerin, kapitalizmi sürdürmeye yönelik çözümlerin, devrimi dışlayan çözümlerin alanı olarak görürseniz bunu yapamazsınız. Kendinizi teorik tartışma alanına hapseder kalırsınız. Bunlar kimse kimseyi suçlamadan oturulup konuşulursa, belki sol siyasi düşünmeye başlar. Sol, içten içe kendi iktidarsızlığına inanmış olduğu için, kendi dışında bir kesime verecek mesajı, o mesajı yürütecek, bir yerlere götürecek ve siyasete dönüştürecek gücü olduğuna dair inancını kaybetmiş durumda sanki. Bu inancı yeniden kazanması lazım.
SİYASETTE BÜYÜK BOŞLUK VAR
Bugün Türk siyasetinde sadece solun doldurabileceği çok ciddi bir boşluk var. Bu doldurulmadıkça toplumun demokratikleşmesi imkânsız geliyor bana. Bunun doldurulamaması, sadece sosyal haklar açısından değil; sivil ve siyasi haklar açısından da son derece önemli. Hal böyleyken çok acayip şeyler yapılıyor. Ya sosyal politika palyatif çözümlerin alanı diye reddediliyor, ‘Tek yol devrim’ senaryolarına gidiliyor; ya da ‘önce darbelere karşı çıkmamız lazım, önce demokratik ve sivil-siyasi hakları yerine oturtmamız lazım, ondan sonra eşitlikten bahsederiz’ gibi laflar ediliyor. Halbuki eşitlikten bahsetmeden, sivil ve siyasi hakların hayata geçmesi imkânsız. Sivil ve siyasi haklar kullanılmadan da, sosyal hakların hayata geçmesi imkânsız. Bunların hepsini birlikte düşünmek lazım. Özgürlükle eşitliğin, sivil, siyasi ve sosyal hakların birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu gözden kaçırmamak lazım ve bu gözden kaçırılıyor. Dolayısıyla, bir yandan bir şey yapmayıp devrim beklemek, düzenin değiştiği, Türkiye’nin dışa kapandığı bir düzeni özlemek durumuyla karşılaşıyoruz, bir yanda da muhafaza
kâr-liberal bir iktidardan bir şeyler ummak durumuyla karşılaşıyoruz. Bu duruşlar bir arada var oluyor ve birbirlerini besliyor; o soldaki boşluk da genişlemeye devam ediyor.
Peki, solun geneline dair yaptığınız bu ciddi ve somut eleştiriyi Türkiye’de solda yer alan bütün sol siyasi ve toplumsal örgütlenmelere teşmil edebilir miyiz? Burada kendini bir biçimde de olsa kendini ayıran sol bir siyasal örgütlenme veya sol bir tasavvur yok mudur? Burayı siyasi mücadele açısından ‘verimli bir arazi’ olarak gören sol bir tahayyül ve yapılanma yok mu?
Türkiye’de sosyal politikadan bahsedilmiyordu. Sosyal politikanın ne olduğundan, ne işe yaradığından bahsedilmiyordu. Bu da biraz Türkiye’deki kapitalist gelişmenin niteliğiyle ilgili bir şey. Türkiye’de köylülük hala çok önemli ama hızla çözülüyor. Yani özgür emek tipi, topraktan kopmuş, hayatını ancak çalışarak kazanabilecek işçi tipi tam anlamıyla yeni ortaya çıkıyor. Bunun ortaya çıktığı yerde sosyal politika önemli oluyor ve sol siyasetin gelişebileceği bir potansiyel alan oluşturuyor. Bu potansiyel alan değerlendirilecek mi? Bu çok önemli. Bunu gerçekleştirebilecek olan, ‘Tek yol devrim’ci sol da değil, muhafazakâr-liberal ittifaklar arayan, ‘demokrasi sorununu bir çözelim, sosyal haklara ve eşitliğe sonra geliriz’ yaklaşımını benimseyen sol da değil. Bunun, özgürlük ve eşitliğin ancak birlikte gerçekleşebileceğinin farkında olan bir sol olması lazım. Türk siyasetindeki demokratikleşmeyi engelleyen boşluğu ancak böyle bir sol doldurabilir.
KRİZ DÖNEMİNDE SOMUT TALEPLER
Senin soruna cevap olarak, solda bu boşluğu doldurmaya talip olabilecek hareketler var. Meslek kuruluşları içinde var, sendikalar içinde var, KESK var, Eğitim Sen var, DİSK var, bunların çevresindeki birtakım siyasi hareketler var. Bunu gören insanlar var, ama bir araya gelmeleri ve sorunlara ciddiyetle, kendilerini ciddiye alarak yaklaşmaları lazım. Bu kriz döneminde çok somut talepler iyi dile getirildiğinde ses getirebilir ve karşılık alabilir. Türkiye’de inanılmayacak kadar uzun olan çalışma saatlerinin kısaltılması gündeme getirilebilir. İş paylaşımı gündeme getirilebilir. Derhal ciddi bir asgari gelir desteği politikası gündeme getirilebilir, krizden çıkışı kolaylaştırabilecek bir şey olarak gündeme getirilebilir. Çünkü krizin etkilediği şey satın alma gücüdür, satın alma gücünü korumak için insanlara nakit transferi yapmak da son derece yararlıdır. Bu açıdan, kriz ortamı asgari gelir desteği politikasının savunulabilmesine müsait bir ortamdır. Yerel seçimler bağlamında Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı Murat Karayalçın’ın buna benzer şeyler söylediğini duyunca çok memnun oluyorum sol adına. Ama gene de bu doğrultuda yeteri kadar gidilmeyeceğinden, bir fırsatın kaçırılacağından çok endişeliyim.