YÖK Yasası’nın 50/d maddesi uyarınca istihdam edilen araştırma görevlilerinin doktora çalışmalarını tamamladıktan sonra işten atılmaları ve 50/d’lilerin bir süredir bu uygulamaya karşı mücadele yürütmeleri üzerine “akademide istihdam ve iş güvencesi” sorunu yeniden gündeme geldi. 50/d’liler, çeşitli eylem ve etkinliklerle bir miktar da olsa kamuoyu yaratmayı başardı. Elbette bu mücadele son derece önemlidir ve en başta […]
YÖK Yasası’nın 50/d maddesi uyarınca istihdam edilen araştırma görevlilerinin doktora çalışmalarını tamamladıktan sonra işten atılmaları ve 50/d’lilerin bir süredir bu uygulamaya karşı mücadele yürütmeleri üzerine “akademide istihdam ve iş güvencesi” sorunu yeniden gündeme geldi. 50/d’liler, çeşitli eylem ve etkinliklerle bir miktar da olsa kamuoyu yaratmayı başardı. Elbette bu mücadele son derece önemlidir ve en başta üniversite mensupları olmak üzere sendika ve kitle örgütleri bu mücadeleyi sonuna kadar desteklemelidir. Ancak madalyonun bir de görünmeyen öteki yüzü söz konusu. İşte bu yazıyı, bu nedenle kaleme alıyoruz. Zira 50/d’den de kötüsü var!
Bilindiği üzere akademide istihdam ve iş güvencesi sorunu özellikle 12 Eylül’den bu yana daha da ağır biçimde yaşanıyor. Bunun en önemli iki nedeni, “Türkiye’nin bilimsel işgücünü yetiştirmeye yönelik bir politikasının olmaması” ve “neo-liberal politikaların akademiye de yansımaya başlaması”. Türkiye’de üniversite sayısının çarpık biçimde ve hızla artmasıyla birlikte akademinin yarattığı istihdam olanakları göreceli olarak genişledi. Ancak bu büyümeye akademide istihdam edilmeyi bekleyen kişi sayısındaki artış eşlik etti. Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı’nın (ÖYP) uygulanması ile birlikte akademinin kapısında bekleyenlerin bir bölümü eşikten içeri adım atsa da kayda değer bir nüfus yine dışarıda kaldı.
Çekişmenin faturası
Öte yandan YÖK-Rektörler-AKP hükümeti arasındaki çekişme YÖK yönetiminde ve kimi üniversitelerin rektörlüklerinde yaşanan değişim ile şimdilik geri plana düşmüş olsa da bu çekişmenin üniversitelere yansıması ağır oldu: Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı askıya alındı, üniversitelerde kadro kısıtlamasına gidildi ve araştırma görevlisi alımında mevzuat değiştirildi. Sonuçta son iki yıl içinde üniversitelerin araştırma görevlileri alımları gecikti ve ciddi oranda azaldı. Bu sürecin faturası en çok, üniversitelerde yüksek lisans ya da doktora eğitimlerini sürdüren, uzun erimde akademide kalmak isteyen ve bu nedenle araştırma görevlisi olmaya çalışan, ancak kadro bulamayan/açılan az sayıdaki kadroya giremeyen, esas olarak akademiyi hedefledikleri için geçimlerini ailelerinin desteği ile ya da çeşitli (ve çoğunlukla geçici) işlerle çalışarak sağlayanlara, yani “50/d’ye bile hasret olan” tabiri caizse –akademinin işsiz proleterlerine– çıktı.
Son dönemde, özellikle de son iki yılda, akademide iş bulamadığı için artık takati kesilen ve eğitimini yarıda bırakarak kamu kurumları ya da özel sektöre geçenlerin sayısı az olmasa gerek. En azından ben kendi çevremde bu duruma örnek teşkil eden en az 10 kişi biliyorum. Eminim bu yazıyı okuyanlar arasında bizzat bu süreci yaşayanlar ya da bu süreci yaşayanlara tanık olan çok kişi vardır.
Bir de henüz akademiden umudunu kesmemiş ama uzatmaları oynayanlar var…
Sınıfsal-siyasal seçilim
Akademinin işsiz proleterlerinin bir bir düşmesi aslında akademide yaşanan sınıfsal-siyasal seçilimin bir uzantısı. Çünkü akademinin kapısında iş beklemek biraz lüks işi. Aile desteği olmaksızın, bu süreci yaşamak son derece meşakkatli. Akademinin işsiz proleterleri içinde emekçi/yoksul çocuğu olan kayda değer bir kesim için anketörlük, özel ders hocalığı, çevirmenlik, garsonluk, barmenlik, “alışveriş merkezinde şeker satmak” ve benzeri işler yabancı değil. Ancak günü kurtararak yaşamak da bir yere kadar! Zaten bin bir türlü engeli ve yokluğu aşarak üniversite kapısına gelmiş, üniversiteden mezun olmuş bir de üstüne yüksek lisans eğitimine başlamış olan emekçi çocukları, bir aşamadan sonra ister istemez, akademi “hülyasından” vazgeçiyor ve akademi ile yollarını ayırıyor. Akademinin işsiz proleterleri içinde “ilk düşenlerin” belli bir sınıfsal/sosyal bağlamı olması şaşırtıcı olmasa gerek…
Yani üniversite kapısına gelene kadar süren sınıfsal seçilim (seleksiyon) akademi içinde de devam ediyor. Sınıfsal konumları itibariyle de sınıfsal bakış açısına daha yakın olan bu grubun akademiden uzaklaşmasının bir de siyasal boyutu var. Akademide var olmaya çalışmak ya biraz şans işi ya da para işi olmaya başladığı ölçüde, sınıfsal seçilim ekseriyetle siyasal seçilimle birlikte işliyor. Bu durumun uzun vadedeki sonucu ne olacak dersiniz?
Sürecin bir de insani boyutu var ki, o da bir başka yazının konusu olacak kadar geniş. Bir soru sormakla yetinelim: Az kadro, çok başvuru söz konusu olduğu için en yakın arkadaşınızla bile rakip hale geliyorsanız, ne hissedersiniz?
Ya yıldızlara götüreceğiz hayatı…
Çözüm önerisine gelince… Özgür Hoca (Müftüoğlu) bir yazısında 50/d ve akademide istihdam ve iş güvencesine ilişkin önemli bir çerçeve sunarak, son derece haklı bir öneri getirmişti: “Sözün özü 50/d’li araştırma görevlilerinin iş güvencesi sorunu tüm üniversite bileşenlerinin ve toplumun sorunudur. Burada atılacak bir geri adım üniversiteyi çok daha büyük bir hızla toplumdan uzaklaştıracaktır. Bu nedenle tüm üniversite bileşenleri ile birlikte sendika ve demokratik kitle örgütlerinin de 50/d mücadelesine destek vermesi gerekir” (1).
Kanımızca, bu önerinin kapsamını biraz daha genişletmekde fayda var. Öyle ki 50/d’lilerin ve diğer araştırma görevlilerinin iş güvencesi için yürüttüğü mücadeleye, “akademinin işsiz proleterlerini” ve onların taleplerini de dahil etmek bu açıdan bir ilk adım olabilir. Yani akademide istihdam olanaklarının genişletilmesi, istihdam sırasında “bilimsel kriterlerin esas alınması” (şu anda en önemli kriter ALES puanı!) ve tam güvenceli istihdamın sağlanması ortak talepler olmalı ve bu mücadele daha makro ölçekli mücadelelerin (herkes için eşit, nitelikli, parasız eğitim, bilimsel ve özerk üniversite, güvenceli istihdam, insanca yaşanacak ücret…) içine yerleştirilmelidir. Zira akademide uzunca bir süredir yaşanan ve 50/d sorunu ile bir yerinden daha patlak veren derin kriz, son derece tehlikelidir.
Sözün özü, Nazım Usta’nın da söylediği üzere: “Ya yıldızlara götüreceğiz hayatı/ ya da dünyamıza inecek ölüm”…
(1) Müftüoğlu, Ö. 3 Mart 2009. “Üniversite esnekleştirme çabaları ve 50/d mücadelesi”. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/10854.html
Onur Bakır / ODTÜ Medya ve Kültürel Çalışmalar Yüksek Lisans Programı Öğrencisi