Tuhaf zamanlarda yaşıyoruz; söyleyeceğimiz her sözün, kuracağımız her cümlenin, yazacağımız her satırın bizi politik olarak nasıl bir konuma yerleştireceğini, ne şekilde itham edileceğimize sebebiyet vereceğini eskisine nazaran bir kat daha fazla düşünmemizi gerektiren tuhaf zamanlarda. Siyasal bir kutup, toplumsal bir güç olmadığınız, bir hegemonya kuramadığınız, politik söyleminizi kitleler nezdinde itibar edilir kılamadığınız sürece siyasetin sizin […]
Tuhaf zamanlarda yaşıyoruz; söyleyeceğimiz her sözün, kuracağımız her cümlenin, yazacağımız her satırın bizi politik olarak nasıl bir konuma yerleştireceğini, ne şekilde itham edileceğimize sebebiyet vereceğini eskisine nazaran bir kat daha fazla düşünmemizi gerektiren tuhaf zamanlarda.
Siyasal bir kutup, toplumsal bir güç olmadığınız, bir hegemonya kuramadığınız, politik söyleminizi kitleler nezdinde itibar edilir kılamadığınız sürece siyasetin sizin asla dâhil olmadığınız/dâhil edilemeyeceğiniz bir alan olacağından emin olabilirsiniz. Böyle bir durumda ise söyleyeceklerinize/tavırlarınıza ilişkin olarak kafanızda hep sözünü ettiğim o kaygı olacaktır: “bunu böyle yapmakla/söylemekle nasıl bir tavır almış, kimlerle yan yana gelmiş, kimlerin politik projelerine angaje olmuş oluyorum?”
Bir grup akademisyen tarafından başlatılan “özür diliyorum kampanyası” ve kampanyanın etkileri ile ilgili olarak soldan henüz derli toplu bir analiz, bir değerlendirme yapılmamış olmasında sözünü ettiğim bu “daha fazla düşünme gerekliliği”nin, bu “kaygı”nın büyük payı olsa gerek.
Kampanyayı, kampanyayı düzenleyenleri, kampanyanın amacını sorgulamaya başlarsak, Devlet Bahçeli’nin, Tayyip Erdoğan’ın, Canan Arıtman’ın ve milliyetçiliğin değirmenine su taşıyacağımızı, Hrant Dink’in katilleriyle aynı zihniyette olanlarla yan yana gelmiş olacağımızı, tehciri, resmi ideolojiyi, devleti ve onun tezlerini savunur duruma düşeceğimizi düşünüyor olabilir miyiz?
Türkiye’yi hala MGK tarafından yönetilen bir vesayet rejimi, resmi ideolojiyi hala Kemalizm ve devlet aygıtını hala Birinci Cumhuriyet’in tesis ettiği devlet aygıtı sanıyorsak böyle düşünmeye devam edebiliriz elbette. Böylelikle bu kampanyayı sorgulamaksızın destekleyerek, kolaylıkla muhalif, kolaylıkla solcu olabiliriz, ne de olsa rejime, devlete ve resmi ideolojiye karşı çıkmaktayızdır, ne de olsa milliyetçiliğin karşısında durmaktayızdır.
Peki ya böyle düşünmüyorsak? İşte o zaman işler değişir. Türkiye’nin hızla dönüştürüldüğünü ve halen bu dönüşümün devam ettiğini, “devletin asli sahipleri”nin İslamcılarla uzlaştığını, ortada yeni bir iktidar bloğu olduğunu ve bu bloğun bir hegemonya projesinin bulunduğunu düşünüyorsak, kampanyaya ilişkin takınacağımız tavrın belirleyicisi yukarıda sözünü ettiğim kaygı olmayacaktır.
Belirleyici olacak olan ise bellidir: kampanya ile murad edileni, kampanyanın Türkiye’nin dönüştürülmesi ile olan bağlantısını, bunun emekçiler ve sınıf siyaseti için nasıl bir anlam ifade ettiğini ve son olarak da Türkiye ve Ermenistan halkları arasında bir kardeşleşmeye vesile olup olamayacağını açık bir şekilde ortaya koymak.
Kampanyayı düzenleyen aydınlarla başlayalım. Baskın Oran, Ahmet İnsel, Ali Bayramoğlu, Cengiz Aktar ve diğerleri. 2000’ler Türkiyesi’nin popüler entelektüel figürleri yani. Hepsi liberal/liberal solcu, hepsi Avrupabirlikçi, hepsi AKP iktidarının demokratik bir doğrultuda Türkiye’yi dönüştürebileceğine bir zamanlar inanmış ya da hala inanıyor ve hepsi sivil toplumcu. Lermontov’un ünlü romanına atıfla hepsi zamanımızın birer kahramanı.
Bu entelektüeller, yanlarına aldıkları başka isimlerle birlikte liberal-muhafazakâr hegemonyayı adım adım inşa ettiler bu ülkede son on yıldır. Tarihi yeniden kurgulayıp, devletle sivil toplum arasındaki mücadeleye indirgediler, bunla da yetinmeyip solu da devletin ve rejimin bekçisi ilan ettiler. Gericilikten, dincilikten bir muhafazakâr demokrasi çıkarmayı, tarikatları sivil toplum kuruluşu olarak göstermeyi başardılar. AKP’nin iktisat politikalarıyla, IMF programlarıyla, sömürüyle, Kürt sorunuyla gerçek anlamda hiçbir dertleri olmadı. Anti-emperyalizm eşittir ulusalcılık gibi sahte bir formülle emperyalizmi modası geçmiş, günümüz dünyasını açıklamaktan uzak bir kavram olarak göstermeyi denediler. Ulusalcılığa saldırıyormuş gibi yapıp aslında sosyalizme ve sosyalistlere saldırdılar. Deniz’leri ittihatçı, Mahir’leri cuntacı yaptılar.
İstedikleri kadar bireysel olduğunu, istedikleri kadar bir vicdan meselesi olduğunu söylesinler, son düzenledikleri kampanya da bu isimlerin bu ülkeye dair politik projelerinden ve söylemlerinden bağımsız değil. Türkiye ve Ermenistan’ın bir “Amerikan Barışı”na mahkûm edildiği ve AKP’nin -özellikle Abdullah Gül’ün- bu barışın taşıyıcılığını yaptığı bir politik konjonktür içerisinde bulunuyoruz. Ukrayna, Gürcistan, Türkiye ve Azerbaycan gibi Amerikan yanlısı yönetimlerin iktidarda olduğu bir coğrafyada, büyük satranç tahtasının oyuncularının Ermenistan’ı kolaylıkla Rusya’ya bırakacaklarını düşünmek söz konusu bile olamaz. Ermenistan’ın hızla Rus hegemonyasından kurtarılıp Amerikancı saflara çekilmesi gerekliliği oynanan satrancın bir gerekliliğidir. Bu hem Hazar bölgesi petrollerinin kontrolü hem de olası bir İran müdahalesi için zorunludur. Türk dış politikasına düşen ise emperyalizmin bölgedeki taşeronluğunu yapmaktan ibarettir. Liberal-muhafazakâr ittifak, Türkiye’nin ABD-AB eksenine daha sıkı bir şekilde eklemlenmesi projesi ile Türkiye Ermenistan ilişkilerinin düzeltilmesinin birbirinden ayrılmaz bir niteliği olduğunu bildiğinden emperyalist merkezlerde geliştirilen stratejilere uygun bir şekilde hareket etmekte ve hamlelerini de ona göre belirlemektedir.
Bir an için politik konjonktürden bağımsız ve sahiden de vicdani bir girişimle karşı karşıya olduğumuzu düşünelim ve “bu kampanyanın Türkiye ve Ermenistan halklarının kardeşleşmesine hizmet etmesi söz konusu olabilir mi” diye soralım. Hızla yoksullaşmakta olan ve başına gelenleri tam olarak idrak edemeyen bir ülkenin kıstırılmışlık hissiyle yaşayan insanlarının, kendilerine yapılan “özür dileyin” çağrısını da bu kıstırılmışlık hissinden bağımsız bir şekilde algılamasını bekleyebilir miyiz? Böylesi buyurgan bir tutumun, bir refleks olarak beraberinde kesin bir reddedişi getireceğini, kurulma ihtimali olan bütün bir empatiyi ortadan kaldıracağını görmemek için kör olmak gerekmez mi? Kampanyanın yaptığı tam da budur zaten, alınan ortalama toplumsal tavır ise “asıl onlar bizden özür dilesin” şeklindedir. Dolayısıyla, sahiden de üzerine uzun uzun konuşulması gereken bir mesele kolaylıkla bir özür dileme/dilememe çerçevesi içerisine sıkıştırılmakta ve böylelikle de bir kardeşleşme olasılığı daha baştan ortadan kaldırılmakta, bütün kanallar kapatılmaktadır. Dolayısıyla bu kampanya hem Türkiye toplumunun 1915’i konuşmasını, hem de Türkiye ve Ermenistan halkları arasında oluşabilecek bir diyalogu kısa vadede imkânsız kılmış durumdadır.
Liberal-muhafazakâr ittifakın ideolojik hegemonyası hepimizi, “ya bizdensin ya onlardan”a mahkûm ediyor. İttifakın hegemonik söyleminin dışında kalan her türlü siyasi yaklaşım kolaylıkla ulusalcı, milliyetçi, faşist ya da Ergenekoncu olarak damgalanmak için yeterli olabiliyor. Bu kampanyada da aynısı geçerli ve bırakın kampanyanın politik/ideolojik arka planını sorgulamayı, özrün bir çözüm olmayacağını söylemek dahi alnınıza faşist damgasının vurulması anlamına geliyor.
Politik tavırdan bağımsız bir etik tavrın var olduğuna/olabileceğine inananlar varsa, kampanyaya sol adına destek verebilirler. Ancak politik etik sahibiyseniz, hiçbir politik edimi politik bağlamından koparıp etiğe hapsedemezsiniz. Kampanyanın politik bağlamı bellidir, emperyalist merkezlerde tasarlanan projelerle ve liberal-muhafazakâr diktatörlüğün Ali Bayramoğlu, Etyen Mahcupyan, Hadi Uluengin, Yıldıray Oğur, Rasim Ozan Kütahyalı gibi kalemşorlarıyl
a birlikte ne geçmişle yüzleşebilmek mümkündür ne de kardeşliği tesis edebilmek.
Sol, kendi diliyle konuşmayı beceremediği sürece, başka politik projelerin koltuk değneği olarak görülmeye devam edecektir, sol aydınlara biçilen rolse bu tür projelere kenar süsü olmaktan öteye gitmeyecektir.