22 Aralık 2008 Dr. Balımoğlu’na göre, bu “Özür diliyorum” kampanyası “Ya birinci jenerasyon yaşarken yapılacaktı. Bütün tanıklar hayattayken ve insanlar birbirine karşı en azından susma saygısını gösterirken. Ya da toplum hazır olunca. Toplum hazır değil” “Özür diliyorum” kampanyası hakkında Cumhurbaşkanı’nın, Meclis Başkanı’nın, Başbakan’ın, brifingde sorulan bir soru sayesinde Genelkurmay’ın, çeşitli bakanların, Dışişleri’nin (2 kez), muhalefet […]
22 Aralık 2008
Dr. Balımoğlu’na göre, bu “Özür diliyorum” kampanyası “Ya birinci jenerasyon yaşarken yapılacaktı. Bütün tanıklar hayattayken ve insanlar birbirine karşı en azından susma saygısını gösterirken. Ya da toplum hazır olunca. Toplum hazır değil”
“Özür diliyorum” kampanyası hakkında Cumhurbaşkanı’nın, Meclis Başkanı’nın, Başbakan’ın, brifingde sorulan bir soru sayesinde Genelkurmay’ın, çeşitli bakanların, Dışişleri’nin (2 kez), muhalefet liderlerinin, milletvekillerinin, Canan Hanımefendi’nin, kimi eski diplomatların, kimi tarihçilerin, aydınların, hemen hemen bütün köşe yazarlarının ve internet ortamında tehdit yağdıranlardan kampanyaya destek olanlara kadar bu ülkenin neredeyse bütün “asli unsur”larının düşüncelerini öğrendik. Hatta değil Türkiye’dekiler, diyasporadaki ve Ermenistan’daki Ermenilerin dahi ne düşündüklerini biliyoruz; hepsinin haberi çıktı, hepsinden haberdarız.
Peki ya asıl bizim Ermeniler? Onlar ne düşünüyor duyduk mu? Sevindiler mi, incindiler mi, yoksa beyhude mi buldular? Ne biliyoruz onların hisleriyle ilgili? Sanki biraz kendimiz çalıp kendimiz söylüyoruz gibi bir hava yok mu sizce de? Bu işte bir tuhaflık yok mu?
Var. Bu işte bir tuhaflık var. Ama doğrusu varolduğunu biz de ancak “Bir Ermeni ne düşünüyordur?” diye sorduğumuzda anladık. Gerçi uyaranlar çıkmıştı, ama yok, o kadar da değildir herhalde; ilkinde olmasa bile ikinci aradığımızda birini bulur, konuşuruz sanıyorduk. Değil mi ki özür dileniyor, herhalde Ermeni vatandaşlarımız da artık daha rahat kendilerini ifade ederler diye düşünüyorduk.
“KORKUYORUZ!”
Fakat öyle değilmiş. Meğer birkaç Ermeni yayını ve çevresi dışında kalan “cemaat” konuşmama halini kampanyaya rağmen bozmak istemiyormuş. Oysa biz de tam tersine cemaatten, “sıradan” biriyle konuşsak diyorduk… Çünkü derdimiz politikayı, tarihi bir kenara koyup daha ziyade hislerden, hayattan, anılardan bahsetmek. Mümkünse de çooook yaşlı bir Ermeni büyükanneyle… Ama dediler ki, “O yaşlılar bize bile anlatmıyorlar ki, size hiç anlatmazlar duygularını…” Ya peki bir aile meclisine girsek… “Yok, o da zor, kimse gazeteye ailesinin adı çıksın, fotoğrafı çıksın, bu konudaki fikirleri yazılsın istemiyor.”
Biz yine de vazgeçmedik, ne kadar tanıdığımız Ermeni varsa aradık, eş-dost, arkadaşlar, herkese haber bıraktık. Ancak duyduğumuz söz hep aynı oldu: “Konuşmak istemiyoruz.” Özür dilenirken bile mi? “Özür dilenirken bile!” Peki niye? “Çünkü korkuyoruz!”
İMZAMIZ YOK, AMA BİR SORUMUZ VAR
Şimdi birincisi, biz de “Tartışmak dahi gereksiz, 1915’te yaşananın adı soykırımdır” diyenlerin önde gideni değiliz. İkincisi, kimse vicdani kanaatini açıklamak zorunda olmadığı halde söyleyelim, bizim de “Özür diliyorum” kampanyasında imzamız yok. Ama bunlar ya da başka hiçbir gerekçe size her “Korkuyoruz” dendiğinde içinizin cız etmesine mani değil. Çünkü biz burada 1915’ten bahsetmiyoruz. Yıl 2008. Ve işte gün gibi ortada: 60 bin kişi 72 milyondan korkuyor. Onları incitenlerimizin çıkmasından endişe ediyorlar. Bizlerin gücünün onları korumaya yetmeyeceğinden… Ki işin en kötüsü biz de onlara “Yanılıyorsunuz” diyemiyoruz.
İşte bu haldir ki gelip, yüreğimizde bir yeri sızlatıyor. Yanımıza bacağı kopmuş bir terör mağduru oturduğunda, yıllardır Madımak’taki döneri veya Aktütün’deki barakayı gördüğümüzde, başı örtülü diye çocuğunun diploma töreninden çıkarılan anne için ya da Tuzla’dan her ölüm haberi geldiğinde sızladığı gibi… Belki birine daha az belki birine daha çok, ama hep aynı yerden vuruluyoruz. Ebu Gureyb’te, Afrika’da, Filistin’de, Karabağ’da, Bosna’da vurulduğumuz yerden… Üstelik hiçbirinden sorumlu olmadığımız halde. Niye? Çünkü biz insanız. Bizler belki 1915’i bilemeyebiliriz. Başka başka açıklamalar da yapabiliriz. Ama eğer 2008’de mahalle komşularımız bizden korkuyorsa, biz bundan hicap duyarız. En azından aklımıza şu soru takılır: “Ya hu, 1915’ten biz sorumlu değiliz tamam da, peki 2008’deki bu korkudan kim sorumlu?”
BENİ KURTLARIN ÖNÜNE ATACAKSINIZ
İşte tam böyle içimiz kararmış otururken, birden cep telefonumuzun ekranı yandı. Baktık; şöyle bir mesaj gelmiş: “Dr. Barkev Balimoğlu. Telefon numarası şu, şu, şu… Belki o konuşabilir.”
Hemen yazan numarayı aradık. Çok da yaşlı olmayan bir ses. Anlattık derdimizi. Biraz düşündükten sonra “Siz beni kurtların önüne atacaksınız anlaşılan” dedi. Biz “Olur mu öyle şey” diyecek olduk, anında sözümüzü kesti: “Peki kabul, yarın bekliyorum.”
Ertesi gün apartmanın merdivenlerinde karşıladı bizi Dr. Barkev ve eşi… Sevimli, sade bir ev. En önemli özelliği de her bir köşesinde gramofon olması. “Taş plaklar duruyor mu?”, dedik; Dr. Barkev gururla çıkarıp hemen birini koyuverdi… İçeri gireli daha 10 dakika bile olmamıştı ki salonun ortasında durmuş hep birlikte “Imperio Argentina” dinliyorduk. O arada göz ucuyla baktık Dr. Barkev’e, çok mutlu görünüyordu. Sorduk:
– Nasıl bir aileniz vardı sizin?
Öyle çok büyük hayalleri olmayan; günlük çalışıp, günlük geçinen, normal, orta halli bir aile. Misafirimiz çok olurdu. Özellikle annemin en büyük zevki konu komşu ağırlamaktı. Yedirsin, içirsin bayılırdı. Hele bir kağıt kebabı yapardı ki, çok meşhurdu.
– Kalabalık mıydınız?
Bu bizim çocukken hep garibimize giden bir konuydu, çünkü bizim diğer çocukların ki gibi çok akrabamız yoktu. Ne enişteler, ne teyzeler, ne halalar, ne amcalar, hiç kimse yoktu. Bütün dünyamız babam, annem, iki dayım ve anneannemdi. Niye diye sorardık, ama doyurucu bir yanıt alamazdık. Zaten o yüzden bizim için komşularımız akrabalarımız gibi olmuştur.
HİÇ KÖTÜ KOMŞUMUZ OLMADI
– Hangi komşularınızı kastediyorsunuz; Türkleri mi Ermenileri mi?
Fark eder mi hiç, hepsi çok değerlidir. Annemin komşularını ben hâlâ bayramlarda mutlaka arar, onları tebrik ederim. Fatma Hanım, Hasan Bey, onun eşi, Mustafalar, Hamiyetler, Sevtap, onun oğlu Bekir…
– Kötü komşular peki; hiç mi olmadı onlardan?
Hiç olmadı. En azından biz İstanbul’da öyle bir şey yaşamadık. Belli korkular, belli ezilmişlikler yok muydu? Vardı, onları yadsımak mümkün değil, ama kötü komşumuz olmadı.
– Mesela nasıl bir ezilmişlik yaşıyordunuz?
Mesela yan mahallenin çocukları siz top oynarken gelir topu alırlar, ama siz gidip geri alamazdınız, çünkü koşarlar karakola, “Bunlar Türklere hakaret etti” falan derler, sopa yersiniz. Dolayısıyla o topu aldılar mı, mecburen susacaksınız.
– İlk ne zaman edindiniz bu deneyimi?
İlkokul çağlarında biliyordum artık bunun böyle olduğunu.
– Ya peki 1915’i ilk duyduğunuzda kaç yaşındaydınız?
1915 olayları bizde hiç konuşulmazdı ki… Aile içinde lafı bile geçmezdi.
– Anneanneniz hiç mi anlatmazdı?
Bizzat yaşamış biri, ama biz hep sonradan duyduk, o hiç anlatmaz, hep susardı.
– Niye sizce?
Ben ona sordum bir gün bunu, tam deli zamanlarımdı ve dedim ki anneanneme, “Bu kadar şey yaşadın, nasıl affedebildin? Nasıl hep sustun?”
– Ne yaşamış anneanneniz?
Anneannem zavallı bir kadın. Sivas-Zaralı. Çok sevdiği bir kocası var; Boos. Ona çok aşık. Ölürken bile öteki dünyada Boğos’una kavuşacak diye mutlu öldü. İki çocuğu var ondan. Henüz olayların başında kaymakamlığa çağırılıyor Boğos. Sonra kendisinden bir daha haber alınamıyor.
SOPHİE’NİN SEÇİMİ
– 1915’te?
Evet, sonra sürgün başlıyor zaten. Kendisi, yeni yürümeye başlamış çocuğu, yeni doğmu