Ülkemizde yüz yılı aşkın süredir sömürgeleştirme ve kapitalistleşme birbiriyle iç içe gelişen süreçler olageldi. Ekonominin temel iki kalemini borç ve faiz ödemeleri ile askeri harcamalar oluşturdu. Yani Duyun-u Umumiye-IMF ve Harbiye-Ordu harcamaları bütçenin yarıdan fazla kalemini oluşturdu. Emperyalizme bağımlı tekstil, gıda, inşaat, petro-kimya ve metal sektörleri; taşeron-emek yoğun işçilik ve kaynak transferi sömürge kapitalizmini simgeledi. […]
Ülkemizde yüz yılı aşkın süredir sömürgeleştirme ve kapitalistleşme birbiriyle iç içe gelişen süreçler olageldi. Ekonominin temel iki kalemini borç ve faiz ödemeleri ile askeri harcamalar oluşturdu. Yani Duyun-u Umumiye-IMF ve Harbiye-Ordu harcamaları bütçenin yarıdan fazla kalemini oluşturdu. Emperyalizme bağımlı tekstil, gıda, inşaat, petro-kimya ve metal sektörleri; taşeron-emek yoğun işçilik ve kaynak transferi sömürge kapitalizmini simgeledi. Sosyal anlamda ise, 1950’li yıllara kadar bir tarım ülkesi olan ülkemizde karayolları ağlarının da geliştirilmesiyle köyden kente yoğun bir göç yaşandı. Pazara fırlatılan milyonlarca yoksul yığını kentlerin gecekondularında yaşamaya başladı.
İşçi sınıfının-halkın ve devrimcilerin mücadelesi ise 1965’lerden itibaren yeni bir ivme kazandı. Emperyalizme-faşizme karşı mücadele ve direnişler; bunun politik perspektifinin ortaya konması noktasında oldukça önemli ilkler yaşandı ve adımlar atıldı. Bugün, sermayenin krizini ve ona müdahale etme yollarını tartışırken referans noktalarımızı hep bu mücadele birikimi belirledi.
Yoksul yığınların tepkisel refleksleri artıyor
1980’li ve 1990’lı yıllarda emperyalizm, yeni sömürgecilik sistemini yoğun bir yoksullaştırma ve mülksüzleştirme temelinde olgunlaştırdı. Bu dönemde yeni sömürge ülkelerde yeni sömürü ve soygun yöntemleri gerçekleşti. Ülkemizde de 24 Ocak Kararları ile birlikte ihracata yönelik sanayileşmeye geçiş kararları alındı ve bu 12 Eylül darbesi ile gerçekleşti. Özelleştirme, esnek kur, düşük ve dondurulan ücretler, sosyal hakların budanması, serbestleştirme, devalüasyon, hızla artan cari açık, mali piyasaların geliştirilmesi, tarım-sanayi makasının açılması, yüksek oranlı KİT zamları, yeni vergiler, tarımsal sübvansiyonların kaldırılması, IMF anlaşmaları sürekli krizin güncel isimleri oldular. Bu dönemde 1994 ve 2001’de Türkiye tarihinin en büyük iki krizi meydana geldi.
1994 krizi sonrasında gerçekleşen Gazi Ayaklanması ve 1 Mayıs Kadıköy Olayları bu anlamda önem taşıyor. Pazara fırlatılan yoksul yığınların 1995’te Gazi’de kendiliğinden gerçekleşen sistem karşıtı tepkileri düzen dışı bir alternatife kanalize oldu. Özellikle Alevilerin ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı İstanbul’un gecekonduları sömürge kapitalizminin yumuşak karnını oluşturmanın yanısıra yoksulların alışılmadık eylemlerine sahne oldu. Miting, basın açıklaması, yürüyüş ve grev gibi eylemlere ve buna önderlik etmeye alışık olan sol hareket için bu “düşük yoğunluklu ayaklanma” kapsama ve yönlendirme noktasında bir ilkti. 1 Mayıs Kadıköy Olayları sonrası bu ivme zayıfladı. Çünkü sorun Gazi’deki Alevilere yapılan saldırının ötesinde, sömürge kapitalizminin yıkıcılığına tepki gösteren yoksulların-yeni işçi kitlelerinin tepkilerini kapsama sorunuydu. Fakat sol hareket bu tepkileri kapsama ve sıçratma yeteneğini göstermekte yetersiz kaldı. Devamında faşizmin -ölüm oruçları- dönemindeki şiddetli saldırısı sonucu yoksullarla devrimciler arasındaki organik bağlar zayıflatıldı.
2001 krizi böyle bir dönemin sonrasına denk geldi. Klasik eylem platformlarının veya geleneksel emek örgütlenmelerinin dışında gelişen ve hatta rejimin destekçisi olan unsurların kitlesel eylemi başgösterdi. Bu hareket yine solun alışık olmadığı kitlesel ve yoğun bir öfkeyi dile getiren bir sosyal hareketti (hatırlayın su sıkan panzere göğsünü açan ve Kızılay’ı savaş alanına çeviren bir kitle). Ve yine bu hareket düzen dışılığının yanı sıra demokratik taleplere dayanmıyor ve dar hedeflere odaklanıyordu.
‘Suni denge’nin güncel temeli değişiyor
Yaşanan bu iki kriz sonrasında sosyal çürüme ve sosyal patlama tartışmaları yaşandı. Bir yandan gericiliğin, ırkçılığın, suçun arttığı diğer yandan sosyal patlamaların yaşandığı gündem haline geldi. Yeni sömürge faşizmi her iki sonuca uygun olarak yeniden yapılandı. (Bilindiği gibi yeni sömürgecilik yaşamın her yönünü kapsar.) 1950’lerden sonra yaşanan göç sonrası kente gelen kitlelerin ‘nispi refah’a ulaşması ve bunun tarihsel bir miras olan ‘baba devlet’ anlayışıyla iç içe geçmesi kendiliğinden isyanların oluşmasını önlemişti. Bu güncel pratiği Mahir Çayan ‘suni denge’ olarak adlandırmıştı. Ancak 1980 sonrası yeni sömürgecilik kitleleri ‘nispi refah’ değil ‘toplumsal yıkım’ pratiğiyle yüzyüze bıraktı. Bu da ‘suni denge’nin en önemli temelini sarsarken ‘baba devlet’ anlayışına da önemli bir darbe vurdu. Sömürge faşizmi bu yüzden 1980 evvelinden farklı olarak gizli ve açık faşizmin iç içe geliştiği bir pratik olarak belirdi.
Ancak bu gelişmeler ‘kendiliğinden isyan etmeyen’ kitlelerin mücadelesinde bazı değişikliklere yol açtı. Yoksullar ya da yeni işçi sınıfı yaşama isyan ederken bu isyan devlete ve sermayeye karşı düzen dışı bir isyana da dönüşebiliyordu. 1994 ve 2001 krizleri sonrası yaşanan isyanlar mevcut hükümetleri bitirirken ilki sola ikincisi liberal-gerici bir seçeneğe kanalize oldu. Diğer yeni sömürge ülkelerde de benzer gelişmeler yaşandı. Yaşanan ayaklanmalar sonucu bazı ilerici hükümetler işbaşına gelirken bazılarında ise hükümet devrildi ama yönetmeyi bilmeyen yeni işçiler iktidarı alamadı.
Tabii ki ‘suni denge’nin zayıfladığını iddia etmek ‘denge’nin yeniden tahkim edilemeyeceği anlamına gelmemektedir. Ya da ‘nispi refah’ ortadan kalktı diye ‘ayaklanma çağı başladı’ diye bir şey yok. Böyle düşünmek kendiliğindenciliğin ve ekonomizmin daniskası olurdu.
Oligarşi kapitalist sistemin krizi sürecinde ciddi bir altüst oluş yaşıyor. Kendi içindeki çatışmaları had safhaya varırken yoksullar, Kürtler, işçiler ve devrimcilere yönelik saldırılarını derinleştiriyorlar. Sömürge rejiminin güncel biçiminin ‘teo-liberal faşizm’ olarak adlandırılabileceğini Sendika.Org’da daha evvel çıkan yazılarda belirtmiştik. Teo-liberal faşizm yoksullaştırma ve mülksüzleştirme temelinden şekillenen sınıflar mücadelesine; şiddeti temel alarak ve bu şiddeti süreklileştirerek müdahale ediyor. Yani faşizmin kurumsal aygıtları bu süreçte güncel ihtiyaçlar üzerinden yeniden örgütleniyor. Faşist terör, sivil toplumun yönetişim ve tarikat ilişkileri üzerinden yeniden yapılandırılmaya çalışılması, denetlenmesi; ırkçılık-gericilik kuşatması altında yeni işçi sınıfının mücadelesinin pasifize edilmesi, bölünmesi rejimin güncel biçimini oluşturuyor. Yani ‘suni denge’ bu uygulamalar üzerinden tahkim edilmeye çalışılıyor.
Yol; engebeli, dolambaçlı ve sarp!
Krizin henüz başındayız. Bu gibi dönemlerde “Halkın kendiliğinden tepkisinin açığa çıkarılması hala çok yoğun emek harcanmasıyla mümkün. Halk düşmanı politikaları artık iyice açığa çıkmış bu hükümete karşı, somut hak alma biçimlerini içeren ve meşruluğu uzun yıllardır test edilmiş araçlarla sürdürülen bir mücadele bile, kendiliğinden güçlü katılım ve yayılım sağlamak için yeterli olmuyor. Devrimcilerin istikrarlı, özverili ve “içeriden” çalışması hala çok belirleyici. Sistematik olarak kapı kapı gezilen, yüz yüze faaliyetin düzenli yapıldığı yerlerde elde edilen başarı bunun kanıtı. Ayrıca fiili-militan mücadelede dar ve geniş eylemlerin uyumlu, birbirini besleyen bütünlük içinde gelişmesi, özellikle böylesi hareketli bir döneme uygun, doğru mücadele çizgisine örnek oluşturuyor.” (Bkn. Aktüel Gündem) 2 Kasım Halkevleri Mitingi, 9 Kasım Büyük Alevi Mitingi ve 29 Kasım KESK-DİSK çağrılı miting bu anlamda çok önemlidir. Ve özellikle y
erel seçimler sürecinde yoksulların tepkilerini açığa çıkarma, bir hedefe kanalize etme “kavgayı nicel ve nitel olarak sıçratma” noktasında oldukça önemlidir. Ve sürecin öncelikli görevidir. Bu noktaya canı gönülden katılıyorum.
Benim yazının ilk iki bölümünde altını çizdiğim nokta ise şudur. İçinde yaşadığımız tarihsel süreçte nesnellik öznelliğin yetişemeyeceği bir hızda seyretti. Başka bir ifadeyle kronik yoksullaştırmaya dayalı proleterleşmenin yıkıcı gücü devrimcilerin müdahale gücünün ötesinde seyretti. Bu anlamda yolda ilerleme becerisi veya emperyalizme ve faşizme karşı mücadele, krizin derinleşeceği bahar-yaz sürecinde teo-liberal faşist şiddete karşı direniş ve kendiliğinden gelişebilecek kent ve kır emekçilerinin bölgesel, kısa süreli ‘düşük yoğunluklu ayaklanma’larını yönetme becerisinde saklı olacaktır. Yani kitlesel yoksullaştırmaya-emperyalist ilkel birikime karşı mücadelenin ilk adımı ‘içeriden’ çalışma olacak ama bu ‘içeriden’ çalışma iyi yapılabilirse ikinci adımın ‘dışarıdan’ müdahale olacağını düşünüyorum. Bunu da ancak ‘zamane bir milis tarzı’ hayata geçirebilir.