Kurucu İdeoloji ve Metot 21. yüzyılın başından Türkiye’deki modernleşme çabasına retrospektif bir açıyla bakıldığında, Aydınlanmacı ideolojiden mülhem bir çok temel iddianın gerçekleş(e)memiş olduğu fark edilir. Hali hazırdaki tartışmaların ve cepheleşmelerin önemli bir kısmı da zaten buradan kaynaklanır. Kemalist modernleşmenin temel gayesi, ‘asri değerlerin’ ve davranış kalıplarının aşamalı olarak tüm topluma dalga dalga yayılmasıydı. Bu hedefe […]
Kurucu İdeoloji ve Metot
21. yüzyılın başından Türkiye’deki modernleşme çabasına retrospektif bir açıyla bakıldığında, Aydınlanmacı ideolojiden mülhem bir çok temel iddianın gerçekleş(e)memiş olduğu fark edilir. Hali hazırdaki tartışmaların ve cepheleşmelerin önemli bir kısmı da zaten buradan kaynaklanır. Kemalist modernleşmenin temel gayesi, ‘asri değerlerin’ ve davranış kalıplarının aşamalı olarak tüm topluma dalga dalga yayılmasıydı. Bu hedefe uygun şekilde ‘difüzyonist’ olarak tasvir edebileceğimiz bir yol haritası çizilmişti. Rejim, önce kendi ‘seçkinleri’ni var edecek, ‘yeni seçkinler’ de halka ulaşarak cumhuriyetin bir ‘aydınlanma ve kalkınma projesi’ olduğunu eksiksiz bir şekilde anlatacaktı. Bu sayede kurucu ideolojinin umdelerini bellemiş yığınlar ile geleceğe güvenle bakılabilecek; devletin bekası sağlanacak ve imrenilen medeni seviyeye çabucak ulaşılacaktı. Netice itibari ile bugün çok iyi bildiğimiz üzere son dalga, başta arzu edilen irtifaya ulaşamadı ve bir çok ideologun determinist hüviyetteki tahayyülü büyük ölçüde boşa çıktı. Zira tüm çabalara ve olumlu adımlara rağmen istenen ‘modernleşmeci refleksler’, daha çok yeni rejimin öğretmen, subay vb. misyonerlerinin bir özelliği olarak sınırlı kaldı. Bir süre sonra bu durum, cumhuriyetçi diskurun Osmanlı’yı çok eleştirdiği ‘halktan kopukluk’ saptamasının yeni bir versiyonu ile kendini malul kılmasına yol açtı. Halkı ‘tenvir etmek’ ile mükellef zümre içinden bazıları, ‘misyon’unu büyük ölçüde tahakküm ve rant ilişkisine dönüştürmüştü. Hal böyle olunca sonraki yıllarda cumhuriyet modernleşmesine yönelik eleştiriler daha çok bu eksende yoğunlaştı.
Metodun Eksiklikleri
Peki yeni rejime yön verenlerin metot konusunda esas yanıldığı nokta neydi? Öncelikle homojen bir seçkinler ve misyonerler zümresinin var edilebileceğini düşünmek ilk hatalarıydı. Her ne kadar ideolojik tektipleştirme araçları devreye sokulmuşsa da meselenin göz ardı edilen bir de ‘insani’ boyutu vardı. Ayrıca kendisine ‘seçkin’ rolü verilen ya da bu role talipler arasında görüş ayrılıklarının, iktidar ve nüfuz çatışmalarının vuku bulabileceği önceden görülemedi. Dönüştürülmeye çalışılan kitleler için de ortada bir yanlış hesap vardı. Yeni rejimin ilkelerini kucaklamaya ‘hazır’ ve dahası ‘hevesli’ olduğu farz edilen yığınların kendine özgü şartları, beklentileri de çok dikkate alınamadı ya da alınmadı. Farklı bölgelerdeki farklı eğilimler, bağlılıklar, kültürel ilişkiler üzerinde anlamaya ve sorgulamaya yönelik bir akıl yürütme gerçekleşmedi. Sonrasında ise radikal değişim rüzgarı diskuru, sadece bir takım semboller ve ritüeller ile yetinmek zorunda kaldı. 1950 sonrasında iktidara gelen Demokrat Parti de meşruiyetini büyük ölçüde halka tepeden bakanları’ al aşağı etme ve iktidarı gerçek manası ile halka verme söyleminden aldı. Müteakip merkez sağ partiler de benzer bir jargonu seçim kampanyalarına kattı. Sonuçta pratiğin vaatlerden çok farklı geliştiğini DP, AP, ANAP ve DYP örneklerinden hareketle bugün hepimiz biliyoruz.
Bugünün Vizyonu, Eksiklikleri
Tüm bu durumun, modernleşme sorunsalının bir parçası olan güncel siyasi konumlanmalar ve iddialar ile yakından ilişkisi var. Zira bugün hakim paradigma, şimdi mevcut olan siyasi çatışmayı yalnızca seçkinler/muktedirler (sivil/askeri bürokrasi olarak da okunuyor) ile halk iradesi arasında gösterme eğiliminde. Çoğunluğun iradesi önündeki ‘seçkin’ engeli aşıldığında tam demokrasiye ulaşılacağı varsayılmakta ve dolayısıyla ‘seçkinler’ ve ‘seçkinciler’ dışında herkes ‘demokrat’ ilan edilmekte. AKP’ye verilen kerameti kendinden menkul liberal desteğin ve hoşgörünün arkasında da bahsi geçen vizyon bulunuyor. Elbette bu bakış açısının bazı doğru/isabetli yanları göz ardı edilemez. Ancak içerdiği indirgemecilik ve kolaycılık açısından eleştiriyi de ihmal etmemek gerekir. Öncelikle AKP iktidarını eleştirmek, ille de ‘seçkinci’ olmayı gerektirmez. Aksine AKP’nin birçok icraatı karşısında emekten, emekçiden, demokrasiden, çeşitlilikten yana olmak, iktidarı eleştirmek için yeterlidir. Yine kuramsal düzleme dönersek; bugünkü paradigmada da kurucu ideolojinin metodu ve kritiği çevresinde özetlenenler gibi, ‘seçkin’/’halk düşmanı’ olarak yaftalananlar ya da öyle konumlandırılmak istenenler ‘homojen’ olarak tahayyül edilmekte. Aralarındaki farklılaşma -kimi zaman çatışma- yok sayılmakta. Hatta sanki zorla aynı kampa dahil edilmek istenmekte. Bir yandan da siyasi iktidarın kendi ‘seçkin zümresi’ni ve baskı araçlarını oluşturma pratiği ve bu durumun hali hazırdaki marazları dikkate alınmamakta. Benzer şekilde ‘tüm halk’ olarak gösterilmek sureti ile bilinçli bir şekilde saptırılan AKP seçmen kitlesi de ‘bir örnek tavırlar sergileyen tümden demokrat/özgürlükçü bir kitle’ olarak tarif edilmekte. Sonrasında bir adım daha da ileri gidilerek, AKP’ye oy vermeyenlerin tümü seçkin hegemonyasını, militarizmi ve yol açtığı vesayet rejimini kabul edenler olarak yaftalanmakta; devrimci, özgürlükçü farklı sivil direniş ve muhalefet odakları yok sayılmakta. Halbuki sosyo-politik değişkenler çok ama çok daha karmaşık. Mevcut metottan ve genellemelerden gerçek bir demokrasi vizyonu çıkarmak çok mümkün değil. Unutmayalım ki siyaseti, salt seçkin-halk dikotomisi üzerinden tahlil etmek, Türkiye’de sadece sağ popülizmi besleyen bir yöntem olageldi. Oysa bugün demokrasi kanallarını açmak için sağ popülizme sığınmadan çoğunluğun diktasına, yolsuzluğa, yasakçılığa, sansüre ve her türlü tektipleştirici sivil ve militer baskıya karşı durma iradesi gösterilmelidir. Bugün yerden yere vurulan sosyalistlerin bu konudaki iradesi güçlüdür ve tecrübe ile sabittir; ya diğerlerinin?