Ergenekon davası ve Rusya-Gürcistan çatışması, hem uluslararası hem de ulusal düzeylerde, sermayenin bugün yaşadığı iç yarılmanın ve emperyalist güçler arasında şiddetlenen mücadelenin dinamiklerini ve niteliğini anlama zorunluluğunu zirveye çıkaran gelişmeler oldu. Öyle ki, nesnel koşullar idealist analistleri bile zaman zaman ilkel bir sınıf perspektifine dayalı analizler yapmak zorunda bırakıyor. Solda ise konu üzerine yoğunlaşan ciddi […]
Ergenekon davası ve Rusya-Gürcistan çatışması, hem uluslararası hem de ulusal düzeylerde, sermayenin bugün yaşadığı iç yarılmanın ve emperyalist güçler arasında şiddetlenen mücadelenin dinamiklerini ve niteliğini anlama zorunluluğunu zirveye çıkaran gelişmeler oldu. Öyle ki, nesnel koşullar idealist analistleri bile zaman zaman ilkel bir sınıf perspektifine dayalı analizler yapmak zorunda bırakıyor. Solda ise konu üzerine yoğunlaşan ciddi ve sistematik tartışmalar ivme kazandı. Gündeme oturan küresel finansal kriz bu tartışmalara derinlik ve açı kazandıracak gibi görünüyor.
‘Sınıf analizlerini’ kamuoyundan ve hatta kendilerinden bile gizleyen bazı hatırı sayılır sermaye aydınlarını neoliberalizmden Keynezyenizme dönme noktasına getiren kriz, küreselleşme olarak bilinen neoliberal emperyalist dönemin nihayet kapandığını ve aynı anda solun ‘geri dönüş’ü için nesnel koşulların oluşumunda önemli bir momente gelindiğini işaret ediyor. Bir yandan sınıf mücadelesi yüksek sesle geri dönüyor, diğer yandan da sol, sermaye içi çelişkileri, sermaye fraksiyonlarının konumlarını, bunlar arası olası işbirliklerini, sermaye stratejilerini ve taktiklerini vb. derinlemesine anlamlandırmaya ve aydınlatmaya daha fazla ihtiyaç duyuyor. Maddi gelişmeler bu temel sorunsala netlik getirecek bir tartışmaya olan gereksinimi arttırıyor.
Konu üzerine yapılan Marksist teori temelli akademik tartışmalar 1970’lerden bu yana sermayenin uluslararasılaşması / emperyalizm / yeni emperyalizm / imparatorluk / ulusötesileşme gibi kavramlar çerçevesinde gelişiyor. Bu kavramların ve tartışmaların sol politika ve eyleme dönük gruplar üzerinde ne kadar etkili olduğu sorusuna tatmin edici bir cevap vermek kolay değil. Yer yer akademi içinde dar bir alana sıkışıp kalan derinlikli tartışmaların ne dereceye kadar doğrudan mücadele pratiklerinden beslendiği de tartışma götürür bir konu. Fakat kabaca bir saptamayla, akademik tartışmalara damgasını vuran şeyin sermaye birikiminin ulaştığı noktada nitelik olarak yeni ilişkilerin doğduğu ve sermayenin niteliğinde değişmeler olduğu iddialarıdır. Klasik Marksist perspektiften yapılan karşı analizlerde ise sermayenin ulusal niteliğini koruduğu, klasik emperyalizm analizlerinin geçerliliğinin sürdüğü ve sermaye içi çelişkilerin kaçınılmaz olarak merkezdeki ulusal devletlerin aralarında bir savaşı tetikleyeceği iddiaları merkezi yer tutuyor denilebilir.
Özellikle 11 Eylül sonrasında yaşananlar ve son dönemdeki gelişmeler klasik Marksist analizleri doğrular yönde. Avrupa’nın merkezi devletlerinin AB içinde verdikleri mücadele, bunların ABD’ye karşı zaman zaman aldıkları tutumlar, Rusya-AB-ABD gerilimleri, Japon’ya ile Çin’in konumu, patlak veren ekonomik kriz vs. ilk bakışta klasik Marksist önerme ve iddiaları destekler görünüyor. Fakat yine de, hala gerek dünyasal anlamda gerekse de Türkiye özelinde güç mücadelelerinin niteliği ve bugününü temelden kavrayabilmek için cevaplanması gereken somut sorular var önümüzde.
Örneğin şimdiye kadar işbirlikçi sermaye veya komprador burjuvazi gibi sıfatlarla ve genel olarak devlet eli ile geliştirilip serpilen ulusal sermaye olarak düşünmeye alıştığımız Koç, Sabancı vb. büyük TÜSİAD sermayesinin, gelinen noktada, yani ulaştığı birikimi ve politik güç seviyesi bakımından doğası ve küresel -veya uluslararası- sermaye ile girdiği ilişkinin niteliği ve farklı küresel sermaye fraksiyonları karşısındaki konumlanışı nasıl değerlendirilmelidir? Bu anlaşılmadan, örneğin, bu gruplara AKP desteğini alarak meydan okuduğu sıkça dile getirilmeye başlanan ve MÜSİAD sermayesi, Anadolu Kaplanları, Yeşil Sermaye gibi isimlerle anılan gruplar arasında devlet üzerine verilen mücadelenin tam olarak anlaşılabilmesi mümkün olamayacaktır. Buna bağlı diğer bir kritik soru ise: Kombassan, Ülker, vb. gibi kökü Türkiye olan Yeşil Sermaye gruplarının, küresel yeşil sermaye olarak bilinen körfez sermayesi ile ilişkisinin biçim ve niteliği nedir? Bu soruya küresel yeşil sermaye ve küresel sermaye fraksiyonların genel bir değerlendirmesi elde olmadan cevap vermek ne kadar mümkündür, mümkün müdür?
Konuyu bu sorular çerçevesinde ve yakın dönemde alevlenen tartışmalar üzerinden düşünmek faydalı olacaktır.
Örneğin Sungur Savran, klasik-Marksist bir perspektiften son derece üretken bir şekilde Türkiye’ye yönelik önemli değerlendirmeler ve tespitler yapmaktadır. Savran’ın ilgili yazılarında Türkiye’deki mücadeleyi, özetle ve ana olarak, batıcı-laik kamp (TÜSİAD ve TSK) ile karşısındaki MÜSİAD, Fethullahçılar, vs. gibi unsurlardan oluşan diğer bir kamp arasında cereyan eden burjuvazi içinde cereyan eden bir iktidar mücadelesi olarak okuduğunu görüyoruz. Konu üzerine önemli yazılar yazan diğer bir yazar Mustafa Sönmez de benzeri bir ayrıştırmayı ve tespiti yapıyor. Hasan Bülent Karaman’ın yazılarını değerlendirdiği ve eleştirdiği analizinde Sönmez, batıcı-laik geleneksel Türk büyük sermayesi karşısına AKP ve onun kendisine bağlı şekilde yaratmaya soyunduğu burjuvaziyi yerleştirerek benzer bir tasnif yapıyor. Aslında güncel analizlerin çoğu Türkiye’de burjuvazi içinde yaşanan ayrışmanın tarafları konusunda hemfikir gibi görünüyor. Dikkat çeken, bize göre, çok önemli bir nokta genellikle ayrıştırılan bu kamp veya grupların uluslararası sermaye blokları veya kampları ile ilişkisi noktasında bir analiz eksikliği olduğu. Savran analizinde örtük olarak yaşananları ulusal sermaye içinde yaşanan bir çatışma olarak değerlendirerek, sermayenin uluslararası ilişkilerine değinmemesine karşın Sönmez’in analizinin farklı yanı günün koşullarında ulusal sermaye diye bir şeyin varlığından şüphe duyması. Yazara göre hala ulusal çevrimden beslenen ve birikim yapan bir sermayeden bahsedebilmek mümkün değil. Fakat Sönmez’de de burjuvazinin uluslararası bağlantıları konusunda doyurucu bir çözümleme bulamıyoruz.
İddia edebiliriz ki bu iki alternatif bakış açısı genel olarak sermaye içi çelişkinin bugününü anlama konusunda yaşanan tartışma için genel bir ayrışmaya isabet etmektedir. Bu iki temel yaklaşımdan hangisinin belirleyicilik taşıdığı bu tartışmanın istikameti açısından önem taşımaktadır.
Yukarıda sıraladığımız sorulardan bazılarını birkaç ampirik olgu eşliğinde tekrar edelim: Gerçekten karşı karşıya olduğumuz dünyada gelişmeler milli sermayeler arası ve içi mücadeleler bağlamında mı belirleniyor? Eğer öyle ise Irak’ın emperyalist işgalinden beş yıl sonra -iki hafta önce imzalanan bir antlaşma ile- Çin devlet şirketine petrol işletme hakkının verilmesi, ve iki yüz yıllık emperyalist Rotschild ailesinin Fransa’daki en büyük bankasının yüzde yirmi civarında bir hissesinin Çin Devlet Bankası tarafından satın alınması gibi veriler ışığında, emperyalist bir çatışma içinde olunan devlet gücü ile uluslararası/küresel sermaye işbirliği nasıl anlaşılmalıdır? ABD devlet borçlarının Çin kamu kaynakları ile çevrildiği gerçeği başlı başına bir muamma değil midir? Yoksa benzeri bir durum klasik emperyalizm döneminde de yaşandı mı? Yirminci yüzyıl başlarında İngiliz İmparatorluğu’nun dış borçlarının ABD’de tarafından finans edip edilmediğine bakmak belki bu açıdan dün ile bugün arasında temel bir fark olup olmadığına yönelik bir çıkarım yapma imkanı verebilir. Türkiye’ye dönersek: AKP burjuvazisi ve batıcı-laik burjuvazinin birbiri ile çekişen AB’cilikleri ve ABD’cilikleri, küreselleşmecilikleri gerçekten sadece ulusal düzeyde yürütülen bir güç mücadelesi çerçevesinden açıklanabilir mi? Bu iki burjuvazi un
surunun veya kampının uluslararası düzlemde cereyan eden sermaye içi mücadeleler ile bağlantısı nasıl okunmalıdır? AKP burjuvazisinin destekçileri/ortakları ile batıcı-laik fraksiyonun ortakları/destekçileri farklı mıdır, kimlerdir?
Niyetimiz Savran ve Sönmez’in perspektifleri aracılığı ile kategorize edilebileceğini düşündüğümüz yaklaşımlardan hangisinin geçerli olduğunu belirlemek veya bir alternatif önermek değil. Sadece konjonktür göz önüne alındığında, stratejik olarak düşmanın iç çelişkilerinin yapısal niteliği ve temel aktörler bağlamında muğlaklıktan arınmış şekilde anlamanın öneminin bugün 1960’lardan beri ulaştığı en üst seviyeye yükseldiğini saptamak istiyoruz. İlerleyen süreçte solda birliğe katkı yapacak ortak bir programın geliştirilmesi adına bu saptamanın can alıcı nitelikte olduğunu düşünüyoruz.
Eğer, sınıf mücadelesinin geri dönüşü ve radikal bir toplumsal dönüşüm için gerekli nesnel şartların oluşumuna paralel ve bağlı olarak, önümüzdeki dönemin en temel meselesi öznel koşulların oluşumuna katkı yapmak olacak ise -gündelik politik mücadele ile aynı anda- yukarıda vurgulanan teorik tartışmanın devamlılığı ve doyurucu bir noktaya ulaştırılması yaşamsaldır.