Köprülerin altından çok sular akmış olabilir Abdullah Hocam, dediğiniz doğru. Bu zaman zarfında çok şey de değişmiş olabilir. Sizi ne zaman tanıdığımı düşündüm yazıya oturduğumda. Eh neredeyse bir çeyrek asır olmuş. Ben gençtim o yıllarda, siz ‘ihtiyar delikanlı’ kıvamındaydınız. Ben üstüne yirmi beş daha koydum. Ama bakıyorum da siz hâlâ aynı kıvamda direniyorsunuz. O yıllarda […]
Köprülerin altından çok sular akmış olabilir Abdullah Hocam, dediğiniz doğru. Bu zaman zarfında çok şey de değişmiş olabilir. Sizi ne zaman tanıdığımı düşündüm yazıya oturduğumda. Eh neredeyse bir çeyrek asır olmuş. Ben gençtim o yıllarda, siz ‘ihtiyar delikanlı’ kıvamındaydınız. Ben üstüne yirmi beş daha koydum. Ama bakıyorum da siz hâlâ aynı kıvamda direniyorsunuz. O yıllarda biz gençler, sizin yaşınıza geldiğimizde, sizin gibi olup olamayacağımızı merak ederdik. Tuhaf; bu merak, şimdiki yaşımda da bırakmıyor peşimi.
Bu sadece fiziksel özelliklerinizden kaynaklı bir merak değildi elbette. Asırlar geçse de, Abdullah Hoca her şeyden vazgeçse de, devrimci kalmaktan nasıl oluyor da vazgeçmiyordu; merak ettiğimiz buydu.
Şimdi biz, sizin o günkü yaşınıza gelip dayandık; şimdi bizi, bir başka merak sardı. Bizim sizi takip ettiğimiz gibi, bizi de takip eden çıkar mıydı? Bu konu biraz muğlak işte. Bu soru, size dair şu vurguyu yapmamı zorunlu kılıyor: Abdullah Hocayı farklı kılan, onun bitip tükenmez enerjisi, delikanlılar gibi koşturması değildir. Sadece bunlar demek değildir bizim için Abdullah Aydın. Nedir peki? Sayacağım saymasına ama çok olur da asıl dikkat çekmek istediğim özellikleriniz arada kaynar mı diye korkuyorum.
Sadeleştiriyorum: Abdullah Hoca’nın boğazından haram lokma geçmemiştir. Siyaseti hiçbir maddi çıkar gözetmeden yapmıştır. Ne kişisel tatmin peşindedir ne de ayrıcalık. Mütevazı olması sadece karakteri ile ilintili değil, devrimci olmasındandır. Bu özelliklerine halel gelmesin diye, dün olduğu yerdedir; gelecekte de burada olacağı kesindir.
Bütün bu saydıklarımın size özel yönleri var elbette ama şunun da farkında olduğumu bilmenizi istiyorum: Bulunduğunuz yer tesadüf değildir. Bir başka yerde olmak sizi mutsuz ederdi, ruhunuz rahatsız olurdu; vallahi yakışmazdı.
Sendika.Org’da 21 Temmuz 2008 tarihli, “Köprülerin altından çok sular aktı” başlıklı yazınıza binaen bu satırlara başladım ama görüyorsunuz ister istemez dallanıp budaklandı. Bundan hoşnut olmadığım da söylenemez. Dallanıp budaklansın, serpilip gelişsin. Fikirler zenginlik sayılsın, farklılıkları dert etmeyecek bir kültür yeşerip boy versin. Samimiyet ve içtenlik vazgeçilmezlerimiz arasında olsun.
Yazınızı okurken bundan en küçük bir kuşku duymadım. Biliyorum ki siz de, benim niyetimden kuşku duymayacaksınız.
Can Yücel bir şiir kitabının sunuşunda “it gibi biliyorum geciktiğini bu kitabın” mealinde bir şeyler yazmıştı. Size bu satırları yazarken ben de “it gibi biliyorum” gecikmiş olduğumu. Ama belki de bu gecikmeyi, sizin üzerine düşüncelerinizi açıkladığınız konuda taraf olmamamın getirdiği rahatlığa yormak lazım; bu sevimsiz konunun sıcaklığının geçmiş olması açık ki, daha özgürce görüş ve duygu alışverişine olanak tanıyabilir.
Köprülerin altından çok sular aktı Abdullah Hocam, dediğiniz doğru. Aynı köprünün üstünde olduğumuz zamanki halimizi özlemediğimi söylersem, kocaman bir yalan olur.
Özlemlerimizi paylaştığımız bir yazışma değil bu. Aslında keşke öyle olsaydı, o zaman, kendimize dert ettiğimiz sorunları daha kolay aşabilirdik. Yoksulluğun nedeni bu olabilir mi? Tatsız-tutsuz halimiz, siyaseti duygulardan arındırmaktan mı kaynaklanıyor? Gerçeğin vicdanlarımıza baskın çıkmasından mı bu sevgisizlik, bu kuruluk?
Bunlar ayrı mevzular, diyerek, asıl konuya geçiş yapacağımı sanmayın. Asıl mevzular bu çünkü. Buradan devam edeceğim. Sizinle dertleşmemizi buradan hareketle gerçekleştireceğim.
ÖDP’deki yarılma ahlakidir
Siz bir yazı yazdınız, Yeniden Devrim dergisinin Temmuz sayısında KESK ve TMMOB seçimlerinin değerlendirildiği yazıya karşılık. Kaçırmış olabilirim ama yazınıza karşılık verilmedi. O yazı sizin “zülf-i yare”nize dokundu; yanıt yazdınız. Sizin yanıtınız da benimkine.
Adil olmalı. Adil olmak adına, haklı olduğunuz noktalarla birlikte benim eleştirilerim de sıralanmalı, yani “zülf-i yare” dokunan, dokunmayan ne varsa yan yana verilmeli. Siz, alanda çalışma yapmadığınızı ama yine de tartışmaya dair iki çift söz söyleyeceğinizi yazmışsınız. Beni de rahatlatan bu oldu. Ben de ‘dışarıdan’ yazacağım, sizden aldığım cesaretle.
“Bilindiği gibi, KESK’in bugün yaşanan olumsuzlukların kaynağı olan geleneksel sendikal çizgiye girmesinin temel sorumluluğu bir bütün olarak yazıyı kaleme alan çevrelerin de dahil olduğu DSD’dir” demişsiniz. Haklısınız; KESK zemininde ne türden kötülük varsa DSD’nin bunda sorumluluğu büyüktür. Nasıl olmasın ki, Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu’ndan (KÇSP) bu yana KESK’in en büyük grubu DSD’dir; yetkili kurulları, sendikal yönelimi, politikayı DSD grubu belirlemiştir. Bir farkla; KESK zemininde işlenen ‘günahın’ diğer ortağı da en az DSD kadar delege gücünü elinde bulunduran, DSD’yle eşit düzeyde yönetim kurulu üyeliklerini paylaşan yurtseverlerdir. Onların sorumluluğu DSD’den ne bir eksik ne bir fazladır. Kaldı ki, KESK’in mevcut yönetiminin bileşenleri arasında bulunan DSD’den kopan kesimin, günahın ne kadarına ortak olduğunu söylemeye bile gerek duymuyorum. Yazınızda olumsuzlayarak yer verdiğiniz KESK sürecinin simgesel isimleridir her biri. Siz de ben de biliyoruz ki, KESK’in son dönemi hariç, Eğitim Sen ve KESK yönetimlerinde ağırlıkla hep aynı isimler yer almıştır. Eğer önemli olan isimler değil, sendikal anlayıştaki sakatlık diyorsanız, buna hiçbir itirazım olamaz. Ama ‘günahın’ simgeleşmiş isimleriyle devrimci değişimin gerçekleşme şansı var mıdır, bundan pek emin değilim.
İtiraz etmek ne mümkün; “KESK’le ilgili değerlendirmelerde KESK’in sendikal yetkiyi büyük oranda işbirlikçi, sağcı, gerici sendikalara kaptırmasına da değinilmesi gerekiyor.” demişsiniz yazınızda. Bu değiniyi, gerçekten de Yeniden Devrim’deki yazıda görmemek şaşırtıcı olmuştur olmasına ama asıl şaşırtıcı olan, Eğitim Sen’in neredeyse yarı yarıya güç kaybettiği dönemin yöneticilerinde simgeleşen anlayışın, Devrimci Kamu Çalışanlarının da dahil olduğu ittifakla, hem Eğitim Sen’deki yerini koruması hem de rüşt ispat etmişçesine KESK yönetimine taşınmasıdır. Bu konuda, DSD’ye dönük yaptığınız eleştiri ve hatırlatmanın doğru ama eksik olduğunu söylemek durumundayım. Sorgu meleklerinin karşısına DSD’nin iki kanadının da, yurtseverlerin de, EMEP’lilerin de, Sendikal Birliği’nin iki kanadının da çıkması gerekmiyor mu? Ama yazınızda buna değinmemenize anlam veremedim.
“Üstelik KESK kongresinde en çok rekabet ettiğin (Ufuk Uras taraftarı) çevreyle, ÖDP içinde yani ortak bir siyasal program etrafında oluşan partide bir arada olacaksın. Dahası bugünlerde -yani KESK kongresi sonrasında- dahi, partide o çevreyle seçim sürecini birlikte yürütmek üzere ÖDP-MYK’sının yeniden düzenlenmesi için uzlaşıp, onlara MYK’da yer açmak için anlaşacaksın. Sonra da sadece bir DKÖ olan KESK’te yönetim için ittifak yapan Devrimci Kamu Çalışanlarına laf edeceksiz” Sözünüzün üstüne söz söylemek istemiyorum. Ne demeli; haklısınız.
Ancak şunu da bir kenara not etmenizi istiyorum. ÖDP içindeki yaşananların benim tarafımdan okunması şudur: ÖDP’deki yarılmanın başlangıcı siyasi değil ahlakidir. ÖDP ahlaki konularda çatlamış, Ufuk Uras’ın yarattığı politik-pratik sorunlar üzerine, yarılmanın bir tarafını oluşturan grubun, Uras’ın etrafına kümelenmesiyle, bir başka hal almıştır. Ufuk Uras’la başlayan tartışma sahicidir. Ama KESK kaynaklı ayrılığın siyaseten sahiciliği yoktur
.
KESK sürecinin ve o zemindeki hâkim siyasal-sendikal kültürün topyekûn sorgulanması ve köklü bir değişikliğe gidilmesi yönündeki görüşlerinize katılmamak da elde değil. Size inandırıcı gelmeyen nokta, bana da gelmiyor. Yani DSD tarafından, seçim yenilgisinden sonra, konunun dert edilmesinin, artık alışkanlık haline gelen seçim ittifaklarının sorgulanmasının inandırıcı bir tarafını bulmak mümkün görünmüyor.
Ama benim açımdan kabul edilmesinin mümkün olmadığı bir konu daha bulunuyor: Devrimci Kamu Çalışanları, son genel kurulda yapılan ittifakla, sizin yazınızda vurguladığınız sendikal anlayışın ve eleştiri oklarınızı yönelttiğiniz olumsuzluğun bir parçası olmuştur. İtirazım, kimlerle ittifak yapıldığına dair değildir. Devrimci Kamu Çalışanlarının DSD ile ittifak yapması durumunda da bu görüşüm değişmeyecekti. Çünkü, açıkçası, KESK sürecinde kırılma zamanı gelip çattıysa, kamu emekçileri mücadelesinde devrimci bir değişim ve dönüşüm yaşanması artık kaçınılmaz bir hal aldıysa, bunu başaracak gücün, kendisine sendikalarda iktidar ilişkisi dışında bir yer açmayı amaç edinen, iktidarın nimetlerinden yararlanmayı aklının ucundan geçirmeyen, sandalye paylaşımını esas alan ilkesiz ittifakları reddeden, yönetimlerde olmayı varlık nedeni olarak görmeyen bir anlayışta vücut bulacağına, yüzünü sendikalardaki iktidara değil, işyerlerine, kamu emekçilerinin gerçek sorunlarına dönenlerin ancak dönüşümü sağlayacağına, KESK’i mahkum edildiği hayattan çekip çıkarmaya muktedir olacağına inanıyorum.
Şimdi buradan hareketle, kendimize sormamız gerekiyor: Kim ne kadar temiz? Eğer ilkesiz ittifaklarla KESK ve bağlı sendikaların yönetimleri belirleniyorsa, bu hepimizin dikkat buyurduğu bir kötülükse ve her çevre gücü oranında bu ittifakta yer almışsa, sanırım, birbirimizi eleştirmek yerine, şapkamızı önümüze alıp düşünmenin zamanın gelmiştir. Biliyoruz ki, Devrimci Kamu Çalışanları da bazı sendikalarda bu türden ittifakların unsuru olmuş, yönetimlerde yer almıştır. Şu noktada olduğunuzu düşünmüyorum: Benim olduğum ittifak ilkeli, olmadığım ilkesizdir.
Ancak dipte olanlar, dipte dalga yaratabilirler
“Peygamber sabrına” tam da bu noktada ihtiyaç duyulduğunu düşünüyorum. Sadece KESK için değil, Türkiye solunun haldeki durumunu değiştirmeye aday bir siyasete duyulan ihtiyaçtır bu. Benim yaptığım “kenarda bekleme” önerisi değildir. Kenarda beklemenin zamanı değil çünkü. Çünkü dediğiniz gibi “ülkenin ve toplumsal muhalefetin bunca büyük bir değişim geçirdiği” bir süreç yaşanıyor. Ancak ilave etmek gerekiyor; bu süreçten alnının akıyla geçmek, güçlenerek çıkmak, kitleler nezdinde solun yeniden inandırıcı olmasını sağlamak gerekmektedir ve bu ancak dipten gelen bir dalgayla gerçekleşebilir; ancak dipte olanlar dipten bir dalga yaratabilir.
İktidar ilişkilerinden uzak, bağımsız, kirlenmemiş, müdahale kanallarını gerçek mücadele alanlarında açmayı asli amaç edinen, yürüyüşü buralardan başlatmayı hedefleyen, solu ‘kağnı gölgesini kendi gölgesi sayan eşek’ durumdan çekip alarak, kendi kağnı arabasını üretmeye mecbur bırakan, sahici sorunlardan yola çıkarak mücadele programı oluşturan devrimci bir yapıyı ortaya çıkarmak, sizin kullandığınız imgeyle “kenarda beklemekle” olacaksa, varsın, hep birlikte kenarda bekleyelim.
Kenar; kenar mahallelerdir çünkü; gecekondulardır, işyerleridir, okullardır, üniversitelerdir. Yoksul sofralarıdır. Sol siyaseti, sendikaları elitlerin ve inandırıcılığı çoktan yitirmiş kadroların elinden çekip alan, ‘derdi günü’ yoksulları siyasetin öznesi yapmak olan bir adres gösterin, bir gün bile gecikmeden ikametimi aldırayım oraya. (Tesadüf bu ya! Yazıyla uğraşırken, “Aklamayacağız Haklayacağız” kampanyası kapsamında Dikmen Halkevi’nin düzenlediği yürüyüşü balkondan izledim. Çoluk çocuk, genç yaşlı, pek çoğu yoksul, ağırlıkla kentsel dönüşüm mağdurlarının oluşturduğu yürüyüş kolu geçip gittikten sonra yeniden oturdum yazının başına. Asıl iş bu yürüyüş kolunu güçlendirmek, devrimci siyaseti buradan var etmektedir. Asıl iş sendika yönetimlerinde değil, yürüyüş kolunun içinde olmaktadır. Asıl iş siyaseti sendika binalarındaki, parti mekanlarındaki sıkışıklıktan çekip almaktır. Siz de bilirsiniz ki, yürüyüş kolu güçlendiğinde herhangi bir kurumun yönetiminde bulunmak sadece teferruattan ibaret olacaktır. Yine, siz de bilirsiniz ki, benim de bir ara üyesi olduğum Dikmen Halkevi, bu yürüyüş kolunu bir araya getirmek için yıllardan bu yana peygamber sabrıyla çalışmaktadır.)
Abdullah Hocam,
Umuyor ve istiyorum ki, yönetim dışı kalsa da, hâlâ KESK’in büyük gücü olan DSD, şimdiye kadarki süreci, sürecin temel yanlışlarını, KESK’i bugünkü noktaya gerileten sendikal anlayışı, sendika yöneticilerinin yaşam tarzını ve benzeri olumsuzlukları bir bütün olarak sorgulamalı ve kamu emekçilerine açık bir özeleştiri vermelidir. Hadi diyelim, bu türden bir özeleştiri solun pek de alışık olmadığı bir durumdur ama hiç olmazsa, bundan sonraki siyasal-sendikal hayat buna uygun tanzim edilerek, örtülü bir özeleştiri mekanizması işletilmelidir. Ama aynı zamanda, DSD de dahil bütün kesimlerin hakkını vermek kaydı şartıyla, değişik oranlarda günahın ortağı olmuş tüm kesimleri bu özeleştiriye çağırmalıyız. Farkında olunmalı ki, sonuçta kamu emekçilerinin mücadelesi güçsüzleşmektedir. Biliyorum ki, kaç dönem yetkili sendika olan Eğitim Sen’in, eğitim iş kolunda üçüncülüğe kadar gerilemesi sizi de, beni de yaralamaktadır.
Şunu da not etmenizi istiyorum. Siz de farkındasınız ki, ÖDP’de yaşanan yarılma, yarılmaya doğru evrilen tartışma süreci, kimi ÖDP’lilerin 12 yıllık sürece dönük bir özeleştirisidir ki, sol adına, bu özeleştiriye sahip çıkılmalıdır. Yaşadığı onca sıkıntıya rağmen, solun en popüler partisi olan ÖDP’nin, nasıl bir yürüyüşü tercih edeceği, ÖDP’li olmayan solun da önemsemesi gereken bir konudur.
Durum farklı olsaydı, ÖDP’nin daha hızlı ve kolay solculaşacağını iddia etmiyorum. Biliyorum ki bu durumda, seçim kazanılacak, ortalık güllük gülistanlık olacak, değişime ihtiyaç duyulmayacak, ‘eski tas eski hamam’ işler devam edecekti. Eğitim Sen ve KESK seçimlerinin ÖDP’de kimlerin elini güçlendirdiği sol kamuoyu tarafından bilinmektedir ancak ben bir ÖDP üyesi olarak, DSD’liler alınır mı bilmem ama seçim yenilgisinin hayırlara vesile olacağına inanıyorum. Ama niyet varsa, eğer gerçekten de yapılan yanlışlar fark edildiyse, devrimci sendikal anlayışın, “sınıf ve kitle sendikacılığı” ile ete kemiğe bürünmesi gerektiği bilince çıkarılırsa, tarihimizde, “sınıf ve kitle sendikacılığı”nın başarılı örneklerinin var olduğu hatırlanırsa, o günkü sendikal anlayışla KESK’in mevcut durumu arasında küçük bir benzerlik bile olmadığı görülürse…
Daha önce de bir başka yazıda belirtmiştim. Yeraltı Maden İş örneği dikkatli incelenmelidir. Biliyorum ne dönem aynıdır ne de kamu emekçileriyle maden işçileri arasında birebir benzeşme vardır ama bizim ihtiyacımız olan kitlelere güvenen, demokratik işleyişin vazgeçilmezliğine inanan, işçileri sendikanın öznesi haline getiren bir anlayışın hakim kılınmasıdır. Kamu emekçileri bir liranın hesabını yaparak ancak geçinebilirken, sendika yöneticilerinin onlar gibi yaşamaktan hızla uzaklaşması ve bunu hak gibi görmeleri, sendikacılığın bir meslek gibi algılanması pek çok günahın tetikleyicisi olmuştur. Sizin de vurguladığınız, iktidarda olmanın t
ek amaç haline gelmesinin önemli bir nedeni de budur. (Sezar’ın hakkı Sezar’a. KESK sürecinde benim bildiğim tek örnek var: Özlük haklarını sendikadan karşılamayan, yine pek çok günahın yaratıcısı profesyonelliğe itibar etmeyen bir genel merkez yöneticisi gördü KESK süreci. İzni olmadığı için ismini yazamıyorum. Ama siz biliyorsunuz bu ismi. Geçen dönem, KESK bağlı bir sendikanın MYK’sına Devrimci Kamu Çalışanları listesinden girmişti. Nedir şimdiki durum, bilmiyorum. Var mı benzer örnekler? Yoksa, neden yok? Devrimci Kamu Çalışanlarından KESK ve bağlı sendikaların yönetimlerine giren her kim varsa, kaç kişilerse ortak bir kararla, profesyonellik belasına bulaşmayacaklarını, kamu emekçilerinin aidatlarını gözleri gibi koruyacaklarını açıklasalardı; gönüllerimizde taht kurdukları gibi, için için kanayan yaraya tuz basmış olmayacaklar mıydı?)
Bitiriyorum.
Bitirirken iki noktaya vurgu yapmak ihtiyacı duyuyorum.
Birincisi; üzerimde hiçbir baskılanma hissetmeden yazıyorum. Sendikalara ilişkin görüşlerim dünle aynı; “bu düzen böyle giderse” yarın da değişmeyecek. Yönetimlerde kimin olduğu ilgi alanımda değil. Bir başka hayat yaşamak gerektiğine inanıyorum. Bunun için, ezberi bozacak, mevcudu tepe takla edecek, düzeni sarsacak bir başkaldırının kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bunu kim gerçekleştirebilir, bunun arayışındayım; eleştirirkenki elimin rahatlığı bundan. Düşüncelerime katılmadığınız noktalar olabilir; ÖDP ya da DSD içinden de tepki alacak kısımların olacağını biliyorum. ‘Hariçten gazel okuma’ gibi değerlendirmeler de gelebilir; buna da itirazım olmaz. Kendi doğrumu ifade etmeye çalışıyorum, hepsi bu.
İkincisi; yazınızın hiç itiraz edilmeyecek kısmı, ‘DSD’nin seçim yenilgisinin suçlusunu’ aramaya kalkmasıdır. Suçlu DSD’nin kendisidir; KESK sürecinin hakim havasıdır, ÖDP’nin 12 yıllık hayatıdır. Bunları yok sayarak suçlu aramaya kalkışmak her şey bir tarafa adil değildir; yeni olarak tarif edilen sürecin yine yanlış başlamasına yol açan bir yanılgıdır. Hele tartışmanın, Halkevi semalarında cereyan ediyor olması, sizin de temas ettiğiniz gibi doğru da değildir.
Çünkü Halkevleri bizim baba ocağımızdır.