Kapatma davasının sonuçlanmasının hemen ardından Devlet Bakanı Nazım Ekren İstanbul’da aldı soluğu ve “İstanbul Ekonomik ve Sosyal Konseyi” toplantısına başkanlık etti. Ancak bu kurul, 2001 yılında 4641 sayılı kanunla kurulan, Başbakan’ın başkanlığında toplanan, DPT’nin bünyesinde çalışan Ekonomik ve Sosyal Konsey (ESK) değildi. Bakan Ekren hiçbir yasallığı olmayan ve bildiğimiz ESK’ya katılmak zorunda bırakılan emek örgütlerinin […]
Kapatma davasının sonuçlanmasının hemen ardından Devlet Bakanı Nazım Ekren İstanbul’da aldı soluğu ve “İstanbul Ekonomik ve Sosyal Konseyi” toplantısına başkanlık etti. Ancak bu kurul, 2001 yılında 4641 sayılı kanunla kurulan, Başbakan’ın başkanlığında toplanan, DPT’nin bünyesinde çalışan Ekonomik ve Sosyal Konsey (ESK) değildi. Bakan Ekren hiçbir yasallığı olmayan ve bildiğimiz ESK’ya katılmak zorunda bırakılan emek örgütlerinin davet bile edilmediği bu “korsan ESK” toplantısından müjdeyi verdi: İstanbul’a bir Kalkınma Ajansı kurulacak, bu kurul İstanbul’u bir finans merkezi haline getirecekti.
Bakan Ekren zamanlama konusuna da dikkat çekerek ABD’deki mortgage krizinden hemen sonra böyle bir işe girişmenin faydalarından bahsetti. Öyle ya, kriz sonrası boşa çıkıp yeni spekülasyon alanları arayan devasa finansal sermaye için İstanbul’un taşı-toprağı-suyu altın demekti. Ancak o taş, toprak ve su üzerinden sağlanacak sermaye birikiminin toplumsal sonuçlarının; yıkılan gecekondu mahalleleri, özelleştirilen su hizmetleri, iktisadın diliyle “optimum” kullanımı için piyasalaştırılan “kıt” su kaynakları olacağından bahsetmedi Bakan Ekren.
Aslında Kalkınma Ajansı’nın kuruluş mantığı her şeyi apaçık ifade etmekteydi. Ajanslar, bölgelerin sahip olduğu “kaynakları harekete geçirip” rekabet güçlerini artıracak ve böylece “sürdürülebilir bir kalkınma sürecinin içerisine” girilecektir. Zaten merkezi olarak yürütülen bölgesel gelişme modelleri “başarısızdır” ve bölgeden yürütülen bu kalkınma süreci “demokratikleşmenin” de bir parçasıdır.
Ancak “şeytanın gör dediği” şu sorunun altında gizli: Bölgelerin sahip olduğu “kaynakların” hangileri olduğuna karar verecek, bunları “harekete geçirecek” olanlar kimlerdir? “Korsan ESK” toplantısının katılımcılarına bakmak hem harekete geçirici aktörleri tanımak hem de konunun demokrasiyle ilgisini anlamak için sanırım yeterli: Devlet erkanı, Büyükşehir Belediyesi ve Vali gibi “geleneksel devlet kuvvetlerinin” yanısıra büyük bankalar, finans kuruluşları, sermaye örgütleri ve üniversitelerden oluşan “Sivil Toplum Cephesi”.
“Harekete geçirecekler” belli de “harekete geçecek” kaynaklar nelerdir dediğimizde karşımıza ilk olarak ucuz emek çıkıyor. Bakan Ekren konuşmasında ballandıra ballandıra İstanbul’daki emeğin ucuzluğunu anlatırken; dünyadaki Kalkınma Ajansı deneyimlerinin ortak paydasının emeği düşkünleştirme üzerinden rekabet gücü kazanma yarışı olduğunu belli ki unutmuyor. Nitekim Türkiye’de Kalkınma Ajansları ile aynı dönemde yasası çıkarılan bölgesel ve yerel ajansların koordinasyonunu sağlamakla görevlendirilen Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı Bakan Ekren’den açık davranmakta. Ajansın internet sitesinde Türkiye’nin rekabet avantajları bakın nasıl anlatılmakta: “Türkiye iş ehliyeti olan, yüksek motivasyonlu 24 milyondan fazla çalışan genci kapsayan işgücü kapasitesi ile yatırımcılara rekabetçi maliyetler sunmaktadır. Türk kültüründeki işe adanmışlık, esnek çalışma saatleri ve yüksek iş disiplini Türkiye’nin dikkat çekici üretkenlik seviyelerine erişmesini sağlamıştır.” Ajans “Neden Türkiye” sorusuna da açık bir yanıt vermekte: “Kalifiye ve düşük maliyetli işgücü”.
Ama sermaye emek gücünün ucuzluğu ile yetinmiyor. Bölgenin rekabetçilik kazanarak “kalkınması”nın bir yolu da bölgede sermaye birikimi olanaklarını artırmaktan geçiyor ve yerel yönetimlerin sunduğu hizmetlerin özelleştirilmesi, “piyasa derinliğinin sağlanması” bağlamında önem kazanıyor. “Piyasa derinliği”nin sağlanacağı belki en önemli alan da “piyasa dışı” kurulan mahallelerin piyasaya kazandırılması olacağını tahmin etmek zor değil. İşte bu noktalar, “mortgage krizinden istifade” devreye sokulan Finans Merkezi ve Kalkınma Ajansı projelerinin neden aynı toplantıda ele aldığını gösteriyor.
Bakan Ekren toplantıda yaptığı konuşmada “Türkiye’de sosyal restorasyon döneminin başladığını” ilan ediyor. Bu sosyal restorasyonun anlamı açık: Daha fazla Tuzla, daha fazla Başıbüyük, daha kabarık su faturası/susuzluk üzerinden yükselen plazalar… Uluslararası finans tekelleri, büyük sermaye grupları ve hükümet el ele “dönüşüm” sürecinde bir kritik adım daha atarlarken; üzerinde kurgu yaptıkları “sosyal”in hayat kavgasının bu restorasyona “dur” demekten geçtiği aşikar!