Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi ile Türkiye’nin devlet / toplum yapısının ulus ötesileşmesi yolunda çok önemli bir adım daha atılmıştır. Muhafazakâr / demokrat (İslamcı / neoliberal) AKP’nin tam anlamıyla devletin zirvesine oturması, AB Komisyonu ve diğer bazı ulus ötesileştirici merkezlerde sevinçle karşılandı. Kapitalizme değil ama ulus ötesileşmeye direnen ulusal sosyal güçlerin (ulusal çevrime bağımlı sermaye grupları, […]
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi ile Türkiye’nin devlet / toplum yapısının ulus ötesileşmesi yolunda çok önemli bir adım daha atılmıştır. Muhafazakâr / demokrat (İslamcı / neoliberal) AKP’nin tam anlamıyla devletin zirvesine oturması, AB Komisyonu ve diğer bazı ulus ötesileştirici merkezlerde sevinçle karşılandı. Kapitalizme değil ama ulus ötesileşmeye direnen ulusal sosyal güçlerin (ulusal çevrime bağımlı sermaye grupları, ordu ve geleneksel bürokratik seçkinlerin) kalelerinden en önemlisini ele geçiren AKP’nin, hiç vakit kaybetmeden “yönetişim” sürecinin nihai hedefi sayılan -Stephen Gill’in Yeni Anayasacılık dediği- aşamaya doğru yönelmesi ve süreci büyük ölçüde rayına oturtacak “yeni anayasayı” hazırlaması boşuna değildir. Bu bağlamda, Tayyip Erdoğan’ın ısrarla devleti ulus ötesi bir yapıya dönüştürecek bu anayasa için son derece geniş bir uzlaşma sağlayacaklarını iddia etmesinde bu yıl içinde gerçekleşecek ABD seçimlerinde Clintonlar’ın sözcülüğünü yaptığı -Dubai yeşil sermayesinin de ortağı olduğu- ulus ötesi finansal sermayenin iktidarının kurulacağına duyduğu imanın da payı olsa gerektir. Diğer bir yandan, birden bire musluktan akar gibi alınan uluslararası ihaleler ve modernizasyon satın alımları, bize askerin bu uzlaşıya aktif katılımının sağlanmaya çalışıldığı izlenimi vermektedir. Nitekim eski Genel Kurmay Başkanı’nın son genel seçimleri izleyen süreçte AKP’nin elde ettiği zafer üzerine yaptığı “Kepenkleri indirdik!” türünden “esprili” açıklamalar ve ardından şiddetlenen terör saldırılarının tetiklediği “sınır-ötesi operasyon” tartışmaları sürecinde ordunun “yüksek mevkilerinin” hükümetle yakaladığı mutlak uyum ortamı, AKP’nin İslamcılığını, şeriat tehdidini bir süreliğine geri plana itmiş, “Kürt Sorunu”nu gündemin birinci sırasına taşımıştı.
“Ergenekon Operasyonu”nu da bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Ergenekon meselesini, pek çok yerde yapıldığı gibi, tek başına ulusal sınırlar içerisindeki bir iç siyasi çekişme, Türkiye’nin “darbelerle hesaplaşması” ya da bir demokrasi atağı olarak ele almak kesinlikle mümkün değildir. Kimi İslamcı-liberal (sol) çevrelerin tespitleri ancak bir ölçüde doğrudur; gerçekten de gürültünün nedeni birilerinin musluklarının kesilmiş olmasıdır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana iktidarını sürdürmüş olan bürokratik zümre ya da Türkiye’nin devlet sınıfının kadroları özellikle son 8-10 yıldır ya yeni düzenle uzlaşmak ya da marjinalleşmek zorunda bırakılmıştır. Entegre olanlar “kepenklerini indirirken” eski-kafalı bir takım marjinal / emekli unsurlar “Ergenekonlaştırılmaktadır.” Şüphesiz ki bu süreçte Van der Pijl’in deyimiyle “ikincil bir hasım devlet” olarak Türkiye’nin devlet-kurucu milliyetçi ideolojisi Kemalizm ve ulusalcılık de tasfiye edilmektedir.
Ergenekon sürecinin ardından ortaya demokratik bir düzenin çıkmasını beklemek hayalcilik olacaktır. İtalyan Gladyosunun tasfiye edilme süreciyle özdeşleştirilen Ergenekon operasyonunun özellikle İslami kesimde yaygın olan algılanma biçimi sosyalistleri çok yakından ilgilendirmektedir. Tarikat televizyonları, gazeteleri ve internet portalları, halkımızı, Ergenekon “terör örgütü”nün ardındaki gücün bir takım laik (dinsiz) ve komünist (materyalist) unsurlar olduğu safsatasına inandırmaktadır. Yani, 70’lerin soğuk savaş ortamının mirası “faşist”, “anti-komünist” ve NATO’cu derin devlet yapılanışı, Türkiye’ye gelindiğinde, ne hikmetse, laik-komünistler, masonik darvinciler tarafından sevk ve idare edilir olmuştur. Bu yolla kanlı 1 Mayıslardan Maraş ve Sivas katliamlarına kadar akla gelebilecek sayısız siyasi cinayet ve provokasyon, yani siyasi tarihimizin neredeyse bütün karanlık sayfaları bu uyduruk komünist-laik-darvinci emekliler çetesinin marifeti olarak ilan edilmekte ve gerçek suçlular tek kelimeyle aklanmaktadır. Kaldı ki bu kafaya bakılırsa, yine aynı yapı 68’lileri, Deniz’leri Mahir’leri, gencecik insanları ellerine tabanca verip devletin kurumlarına karşı kışkırtmıştır. Bu şekilde Türkiye’deki toplumsal mücadelelerin, Deniz Gezmişlerin, Mahir Çayanların tarihi Ergenekonculuk gölgesinde tekrar yazılmakta, baştan aşağıya saptırılmaktadır. Türkiye’de toplumsal mücadelelerin “ansiklopedisini yazmış” bir takım girişimci / liberal / yeni-solcu ise akıl almaz biçimde bütün bu olan bitene çanak tutmaktadır. Asıl tedirginlik yaratan olgu ise halkımızın bir kesiminin bu safsatalara inanması ve hedef gösterilen ulusalcı-laik-Kemalist-solcu kesime karşı giderek fanatikleşen bir öfke beslemesidir. Madımak faciası, benzer bir öfkenin, infialin ve provokasyonun ürünü olarak kazınmamış mıdır bu toplumun kolektif hafızasına? Uzunca bir süredir İslami kesimin entelijansiyası sağlı sollu liberallerin akıl hocalığından ve entelektüel birikiminden destek alıyor. Ahmet-Mehmet Altan, Murat Belge, Cengiz Çandar, Neşe Düzel, Ömer Laçiner, Yasemin Çongar gibiler bu cenahın televizyonlarında ve gazetelerinde kasıla kasıla boy gösteriyor; ekranlardan, gazete köşelerinden demokrasi, hak, hukuk ve özgürlük vaazları veriyorlar. Son dönemde bu malum yüzlere, sayısız yenileri eklendi. İktidarın kontrol ettiği medya olanakları arttıkça adı sanı bilinmeyen bir sürü kıymeti kendinden menkul gazeteci-uzman-yazar-araştırmacı adeta ağız birliği içerisinde hükümetin borazanlığını yapar hale geldi. Bu yeni türeyen hükümet dalkavuklarının entelektüel nitelikleri son derece kısıtlıdır. O yüzden liberal ağabeylerinin ağızlarının içine bakıyorlar. Toplumsal duyarlılıkları ve sorumluluk duyguları ise hiç gelişmemiştir. Tek amaçları hükümeti yağlamak olduğu içindir ki gözleri karadır; kulakları ne söylediklerini işitmez. Bu halkı nasıl gerdiklerini, düşmanlıkları nasıl da körüklediklerini asla düşünmez ya da umursamazlar.
Hâlbuki bu ülkede yaşayan herkes artık çok iyi bilmektedir ki “hoşgörü”, “adalet”, “özgürlük” vs. diyerek devletin her kademesini ele geçiren bu zihniyetin hoşgörü sicili, kendilerine bayraklaştırdıkları bütün bu kavramların aksine, hiç de parlak değildir. Peki, ama bu zihniyetin yanında saf tutan liberalleri motive eden şey gerçekte nedir? Hemen söyleyelim: Demokrasi. Murat Belge yeni gazetesindeki son yazılarından birinde siyasal ortamın ve özellikle solun sığlığına karşı liberal bir konum almak durumunda kaldığını, dönek değil tıpkı geçmişte olduğu gibi hala yeni-solcu olduğunu yazıyor. Hedefinin her şeye rağmen demokrasiyi savunmak olduğunu da eklemeyi ihmal etmiyor. İlginç olan, en büyük insanlık suçlarının demokrasi, özgürlük ve insan hakları adına işlendiği günümüzde, % 47 sarhoşu AKP’nin kendisine muhalefet edenlerle “mücadele” etme yöntemiyle, Neo-con’ların dış politika stratejileri arasındaki büyük benzerlik üzerine tek bir satır yazmıyor; bunun yerine Halil Berktay ile beraber oturup liberal düşüncenin insanlık tarihindeki hayati önemi üzerine nutuklar atıyorlar. El-Kaide’nin, Saddam’ın nükleer silahları gibi Ergenekon’un darbeciliği de fos çıkacaktır. Bunun anlamı Saddam’ın bir barış güvercini olduğu değildir. Türkiye’de de aynı şekilde kendini bu memleketin gerçek sahibi olarak görenler tabii ki vardır. Bizim tezimiz onların mutlak suretle alaşağı edilmesi gerektiği ancak bunu gerçekleştirecek gücün, sivil olmaktan “Gladyoyu çökerten” İtalyan savcının eline postala alternatif ve sivilliği, gençliği, dinamizmi sembolize eden Converse marka (ki bu bize göre küresel sermayeyi sembolize etmektedir) bir spor ayakkabının sağ te
kini tutuşturmayı anlayanların olamayacağıdır. Bu ülkeye demokrasiyi Washington’dan dönerken Yasemin Çongar getiriyorsa ve Belge ve Laçiner gibi CNN-Türk, NTV solcuları oturmuş bu olan biteni izliyorsa, birilerinin de çıkıp “Demokrasi mi, teşekkür ederim istemem!” demesi gerekir. Condoleezza Rice’ın o çok gurur duyduğu Amerikan tarzı demokrasi promosyonun bedelini şimdilik 1.5 milyon Iraklı insan canıyla ödemiştir.
Gerçekten de siyasal düşünceler tarihinde liberalizmin Belge ve Berktay’ın isabetle buyurduğu gibi büyük bir önemi vardır; ancak, CHP’nin sosyal demokrasiyle, Türkiye’de devletin laiklikle veya sosyallikle ne kadar ilgisi varsa / kaldıysa bu adını andığımız yazarların da liberallikle o kadar ilgileri vardır. Burada yapılan, iyimser ve eski-sol bir anlatımla, tam bir oportünizmdir. AKP’ye ve onun demokratlığına zerre kadar güvenmedikleri / inanmadıkları halde, bakarsınız bu kargaşanın sonunda “kazara” da olsa bir şekilde demokrasi gelişir, darbecilerle hesaplaşılır diye beklemektedirler.
Onlar bekleyedursun bugün artık iki farklı Türkiye var. Birbirini tanımayan, birbirine uzak. Diğerinin neler yaşadığını ve neler hissettiğini bilmeyen, görünürde taban tabana çatışan değerleri savunan, birbirinden nefret eden iki Türkiye. Belli televizyon kanallarından başkasını izlemeyen, benzer gazeteleri okuyan, yani bilgi ve haber kaynağı tek iki kesim. 70’li yıllarda gençler politik görüşlerini dış görünümlerine yansıtmak için “çaba sarf ederlerdi.” Uygun bir sakal-bıyık kesimi ya da seçtikleri kılık kıyafet neci olduklarını anlamaya yarardı. Bugün ise savunulan politik görüşü ifade etmek için ayrıca çaba sarf etmeye gerek kalmadı. Artık gündelik haline, tipine, oturuşuna kalkışına, konuşmasına bakarak kişinin laik mi, İslamcı mı olduğu anında büyük ölçüde anlaşılıyor. Bu kutuplaşmanın halkımıza bir yarar sağlamayacağı açıktır. AKP’nin palazlandırdığı sermaye ve onların televizyonları ve yazar-çizer kesiminin tek düşmanı ulusalcılar, Kemalistler değildir elbette. İslamcı / yeşil sermayenin medyasında sergilediği işçi sınıfı düşmanlığı Doğan grubunu mumla aratır derecede kaba ve ilkeldir, nostaljiktir.
Diğer yandan bu olayı sadece İslamcıların 80 yıllık Çankaya özlemiyle bağlantılı olarak okumak da analizi yarım bırakmak anlamına gelir. Gelişmelerin, mutlaka anlaşılması gereken ulus ötesi bir boyutu daha bulunmaktadır. 70’lerden bu yana daha önceki büyük güçlerin yapamadığını yaparak içerisinde kendi mutlak hâkimiyetini kurabileceği “ulus ötesi bir toplumsal mekân” oluşturan ABD (ve burada somutlaşan ulus ötesi sermayenin) öncülüğünde liberal-kapitalist merkez bölgenin, kendisine pek benzemeyen hasım devlet/toplum yapılarını -ki günümüzde bunları Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi devletler temsil etmektedir- buralarda iktidarlarını muhafaza eden devlet sınıflarını tasfiye ederek dönüştürme zorunluluğu olduğu görülmektedir. Küreselleşme sürecinde devlet/toplum kompleksinin dönüşümünü açıklayan temel bir olgu, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği liberal merkez bölgenin bu genişleme arayışı olmaktadır. AKP iktidarı ise altı yıldır uyguladığı ve Özalları, Çillerleri, Dervişleri bile kıskandıracak azgın neoliberal politikalara rağmen halkımızın önemli bir kısmının “hayır dualarını” almaktadır. Ancak AKP’nin ulusal toplumsal güçlere karşı verdiği amansız mücadelede, en az halkımızın muhafazakâr kesimleri kadar önemli daha başka destekçileri de vardır. Ulus ötesi sermayenin ve ABD’nin AKP, Fetullah Gülen ve “ılımlı İslam” sempatisi bu bağlamda yerine oturmaktadır. Entelektüel düzlemde kurulmuş olan (Vakit, Zaman, Yeni Şafak, Taraf gibi gazetelerde yazan, iktidar yanlısı sayısız televizyon kanalında boy gösteren isimlerden oluşan) İslamcı-muhafazakâr-neoliberal ittifak, ulus ötesi sermayenin Ortadoğu coğrafyası için aradığı olağanüstü yararlı bir formülü oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu savaşta, emekçiler başta olmak üzere geniş halk kesimlerinin bir taraf olması beklenemez. Kapitalizmin ezdiği geniş kitlelerin yönlendirmediği bir demokrasi mücadelesine nasıl olur da umut bağlanabilir? Bugün halkımız Meksika dizilerine benzeyen sonu gelmeyen türban ve Ergenekon gibi konularla oyalanmaktadır. Enerji, çevre, özelleştirme, sağlık, eğitim, gıda vs. her alanda artan sermaye saldırılarına ve yaşanan onca siyasi gerginliğe rağmen, sayıları giderek artan mümin girişimcilerin ve dini bütün piyasa oyuncularının kerametinden olacak, piyasalar çok da ciddi bir sarsıntı geçirmemektedir. Bu da kanımızca söz konusu ulus ötesi tarihsel bloğun gücünü gösteriyor. Formül işe yarıyor, o halde ulus ötesi sermayenin başka ülkelerdeki hedefi belli olmuştur: “İki, Üç Daha Fazla Ergenekon!”
Atılım Üniversitesi – Ankara