Başbakan Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, 4 Mayıs 2007’de Dolmabahçe Sarayı’nda, Başbakan’ın deyimiyle konuşulanları yalnızca Allah’ın bildiği bir görüşme gerçekleştirdiler. Görüşme, Türkiye siyasi tarihine Dolmabahçe Mutabakatı olarak geçti. Bu bir mutabakattı; çünkü o tarihten sonra, daha on gün önce 27 Nisan Muhtırası’nı yayınlamış olan TSK; böyle bir muhtıra yokmuş gibi davranmayı seçti. AKP, […]
Başbakan Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, 4 Mayıs 2007’de Dolmabahçe Sarayı’nda, Başbakan’ın deyimiyle konuşulanları yalnızca Allah’ın bildiği bir görüşme gerçekleştirdiler. Görüşme, Türkiye siyasi tarihine Dolmabahçe Mutabakatı olarak geçti.
Bu bir mutabakattı; çünkü o tarihten sonra, daha on gün önce 27 Nisan Muhtırası’nı yayınlamış olan TSK; böyle bir muhtıra yokmuş gibi davranmayı seçti. AKP, % 47 ile yeniden iktidar oldu ve Gül de Çankaya köşküne çıktı. Büyükanıt’ın deyişiyle “dükkân kapanmıştı”.
Dolmabahçe’den bir mutabakat çıktı. Ancak bu yeni bir mutabakat değildi. Söz konusu olan 2002’den beri, yani Hilmi Özkök döneminde başlamış olan AKP-TSK uzlaşmasının bir kez daha teyit edilişi anlamına geliyordu.
Bugün Ergenekon sürecinde yaşananlara bakmak, yakın dönem Türkiye tarihini ve söz konusu uzlaşmayı daha iyi anlamak açısından önemli. Çünkü Ergenekon sürecinde yaşanan tasfiyenin bu uzlaşma açısından büyük anlamı bulunuyor.
Süreci anlamak için 2002 yılına gitmemiz gerekiyor. DSP-MHP-ANAP koalisyonunun henüz iktidarda olduğu o yılın Yüksek Askeri Şurası’nda günümüzü etkileyen gelişmeler yaşanıyor.
Hükümet, öncelikle Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun görev süresini uzatmak istiyor, ancak Kıvrıkoğlu bu teklifi kabul etmiyor. Fakat yerine geçecek olan Kara Kuvvetleri Komutanı Hilmi Özkök’ün başkanlığını da engellemeye çalışıyor. Bunda başarılı olamayınca da, katıldığı son YAŞ toplantısında, herkesin Edip Başer’in atanacağına kesin gözüyle baktığı Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevine Aytaç Yalman’ı ve Aytaç Yalman yerine de Jandarma Genel Komutanlığı’na emekliye sevk edilmesi beklenen Şener Eruygur’u atıyor.
2003 yılındaki şurada ise Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na Bülent Alpkaya’nın yerine Özden Örnek ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na da İbrahim Fırtına atanıyor ve Hilmi Özkök komuta kademesinde yalnız kalıyor. Hilmi Özkök’ün Murat Yetkin’le yaptığı röportajın ve Darbe Günlükleri’nin de ortaya koyduğu gibi, Sarıkız ve Ayışığı isimli darbe planları bu dönemde yapılıyor.
2004 Yüksek Askeri Şurası, komuta kademesinin 2012 yılına kadar şekillendirilmesine sahne oluyor. Yaşar Büyükanıt Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getiriliyor ve böylelikle 2006 yılında Genelkurmay Başkanı olması kesinleştiriliyor. O dönemde Genelkurmay İkinci Başkanı olan İlker Başbuğ 2006 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getiriliyor ve böylelikle Yaşar Büyükanıt’ın 2008 yılında emekli olmasının ardından Genelkurmay Başkanı olmasının yolu açılıyor. Aynı şurada Işık Koşaner Jandarma Genel Komutanlığı’na atanıyor. Koşaner, 2008 YAŞ’ında Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanacak ve böylelikle 2010 yılında Başbuğ’dan boşalan başkanlık koltuğuna oturmasının önü açılacak.
Peki tüm bunlardan nasıl bir anlam çıkıyor?
Çıkan anlam şu:
1- TSK’nın komuta kademesi 2004’den itibaren, 2012’ye kadar Özkök çizgisi diyebileceğimiz bir çizgi ile şekillendirilmiş bulunuyor. Büyükanıt, Başbuğ ve Koşaner’den oluşan bu çizgi, Ayışığı ve Sarıkız’ın dışında yer alıyor ve AKP ile TSK uzlaşmasının devamını savunuyor.
2- Dolmabahçe Mutabakatı, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde bozulmaya yüz tutan uzlaşmanın yeniden tesisi anlamına geliyor.
3- Ergenekon Operasyonu’nun son dalgasında gözaltına alınan askerlerin 2003-2004 yılları arasında darbe planları yapan ve Özkök çizgisinin dışında kalan subaylar olduğu görülüyor. Bu subayların, söylemsel düzeyde bile olsa Çin, Rusya ve İran’la ittifaktan söz eden, Avrasyacı ve ulusalcı bir çizginin temsilcisi oldukları anlaşılıyor.
4- Operasyonun bu son dalgasının ve askerlerin tutuklanmasının AKP ile TSK arasındaki bir uzlaşmanın neticesi olduğunu düşünmemek ve bunu Ergenekon Mutabakatı olarak adlandırmamak için bir neden bulunmuyor.
Ancak yeterli değil. 2003-2004 yılları arasında darbe planları yapıp başaramamış, sonrasında da emekli olmuş askerleri hedef alan bir operasyonunun neden Türkiye siyasi tarihinin en önemli davası haline geldiğini anlamak için devam etmemiz gerekiyor.
Bu sitede 15 Temmuz 2007 tarihinde yayınlanmış olan “Muhafazakâr Demokrat Hegemonya” isimli yazıya, “Türkiye siyasetinde 2000’li yılları 1990’lardan farklı kılanın, siyasal kutuplaşmanın niteliği olduğu söylenebilir. Türkiye’de siyasetin kutup başlarını artık liberal/muhafazakâr demokratlarla ulusalcılar/milliyetçiler oluşturmakta ve siyaset bu iki kutbun egemenlik mücadelesi ekseninde icra edilmektedir” diye başlamışız. Ergenekon Operasyonu’nu birincilerin ikincileri tasfiye etmesi olarak okumak gerekiyor.
Darbe girişiminde başarılı olamayan paşalar, emekliliklerinin ardından sivil toplum sahasına iniyorlar ve orada bir süredir etkin olan bir yapıya dâhil oluyorlar. Kuvvayi Milliye’den tutun Vatansever Kuvvetler’e, Atatürkçü Düşünce Derneği’nden İşçi Partisi’ne, asgari bir müşterekte buluşan, bir dönem “Kızılelma Koalisyonu” olarak adlandırılan ve sayısız küçük örgütlenmeden oluşan bir yapı bu. Ancak iddia edildiği gibi tek merkezden yönetilen, belli bir hiyerarşisi, örgüt yapısı, tüzüğü olan değil, yayın organlarından takip edilebildiği kadarıyla, birleşme planları yapan fakat başaramayan ve sadece kimi zaman eylem birlikteliğine gidebilen bir yapı bu.
Dolayısıyla ortada iddianamede ileri sürüldüğü gibi kökenleri Agarta’ya kadar giden 600 yıllık bir örgüt yok. Aynı şekilde, dinci medyanın iddia ettiği ve liberal solun da kabul ettiği gibi, bir kontrgerilla örgütlenmesi de yok. Tasfiye edilen yapı, ne Özel Harp Dairesi ne de kontrgerilla, ne de derin devlet. Söz konusu olan Türkiye’nin 2000’li yıllarına özgü bir akımın, yani ulusalcılığın ve mensuplarının tasfiyesi. Ve önemli olan yapısal bir tasfiyeden daha çok sembolik bir tasfiye. Çünkü yapının söyleminde yer alan ulus-devlet, laiklik, Kemalizm gibi argümanlar, sembolik olarak, yapının kendisinden daha büyük bir önem taşıyor ve yapı ile birlikte tasfiye ediliyorlar.
Türkiye’nin 2000’li yıllarına damgasını vuran siyasi kutuplaşmanın, kutuplardan birinin yenilgisiyle sona erdiğini söyleyebiliriz. Kazananlar, küreselleşmeci, neoliberal ve Amerikancı olanlardır. Bu sembolik olarak başka bir şeye de işaret ediyor: Birinci Cumhuriyet’in sonuna. AKP’nin kapatılmaması, YAŞ’ta kimi subayların tasfiyesi ve 2009 yılında yeni bir anayasanın ilanı ile birlikte, ikinci cumhuriyete kesin olarak geçmiş olacağız.
Ortak Akıl Hareketi meydanlarda ne için miting yapıyor sanıyorsunuz?