Bu soruya daha birkaç hafta öncesine kadar kesin bir şekilde evet yanıtını vermek mümkündü: AKP’ye açılan dava, hukuki olmanın ötesinde, bir siyasi projenin parçasıydı ve bu projeyi uygulamaya koyan siyasi özne, AKP’yi sadece kapatmayacak, liderini ve yönetici kadrolarının bir bölümünü siyaseten yasaklı hale getirecek ve partiyi bölerek, yeni bir hareketin ortaya çıkışını sağlayacaktı. Ancak bugün […]
Bu soruya daha birkaç hafta öncesine kadar kesin bir şekilde evet yanıtını vermek mümkündü: AKP’ye açılan dava, hukuki olmanın ötesinde, bir siyasi projenin parçasıydı ve bu projeyi uygulamaya koyan siyasi özne, AKP’yi sadece kapatmayacak, liderini ve yönetici kadrolarının bir bölümünü siyaseten yasaklı hale getirecek ve partiyi bölerek, yeni bir hareketin ortaya çıkışını sağlayacaktı.
Ancak bugün gelinen noktada, eğer bu dava 11 kişilik bir heyetin 7’sinin “kapatılsın” demesinin dışında bir anlam taşıyorsa, ki taşıyor, AKP’nin kapatılmayacağına ilişkin bir tahminde bulunmak daha olası görünüyor.
Böyle bir tahminde bulunmanın ise esas olarak iki gerekçesi bulunuyor: Gerekçelerden ilki; AKP’nin, kapatılma sürecini içeride ve dışarıda, kendi lehine olmak üzere idare etmeyi başarmış olması ve ikincisi ise AKP’yi kapatmayı hedefleyen siyasi öznenin, “yoksa böyle bir özne yok mu” diye sorduracak derecede bir başarısızlık göstermesi.
AKP içeride ne yaptı?
Öncelikle Gülen cemaatinin desteğini de bir kez daha teyit ederek/ ettirerek kapatma davası nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın bölünmeyeceğini açık bir şekilde ortaya koydu. Kuşkusuz, dava kapatma ile sonuçlanırsa ufak tefek fireler verilebilir, ancak ana gövdenin dağılmayacağını söylemek mümkün. Üstelik sahip olunan medya desteği, bu kopuşların “davaya ihanet” olarak sunulup kolaylıkla etkisizleştirilmesini sağlamaya muktedir.
İkinci olarak, Ergenekon Operasyonu’nu kapatma davası ile eşzamanlı olarak sürdürerek kendisini Türkiye’nin gelişmesini, kalkınmasını ve demokratikleşmesini engelleyen gizli bir güçle savaşan mağdur/mazlum ve haklı bir konuma yerleştirmeyi başardı. Bu aynı zamanda, bürokratik elite ya da merkeze karşı, sivillerin ya da çevrenin de savaşıydı ve aynı zamanda jakoben laiklere karşı mütedeyyin-muhafazakar halk tabakalarının da. Böylelikle, AKP’ye verilen halk desteğinin devamı sağlanmış oldu.
Üçüncü olarak, Dolmabahçe Mutabakatı’nın devamından yana olunduğu İlker Başbuğ ile Erdoğan’ın yaptıkları görüşmenin de gösterdiği üzere, deklare edildi ve AKP bir bakıma bir kez daha, merkezde kalmaya, Kürt sorununu askerden bağımsız bir şekilde çözmeye yanaşmayacağına, dış politikada ve ekonomide radikal bir değişiklik yapmayacağına söz vermiş oldu.
Dışarıda ise AB ve ABD desteğinin devamı sağlandı. Hatta Avrupa Parlamentosu’ndan AKP’nin kapatılması halinde Türkiye’nin yeniden siyasi izlemeye alınacağı kararı çıkartıldı. ABD’nin ise davaya ilişkin demokrasi vurgusu yüksek açıklamalar yapması ve kapatmaya karşı olduğunu dolaylı bir şekilde de olsa belli etmesi sağlandı. AB ve ABD’nin desteğine, kapatma davası ile birlikte yabancı sermayenin Türkiye’den vazgeçeceği ve bunun da bir ekonomik krizi tetikleyeceği şeklindeki açıklamalar eklenince, desteğin küresel sermaye boyutu da sağlanmış oldu.
Böylelikle karşı tarafa bir kapatma durumunda AB üyelik sürecinin kesintiye uğrayacağı, ABD ile olan müttefiklik ilişkisinin zedeleneceği ve büyük bir ekonomik kriz yaşanabileceği mesajı verilmiş oldu. Çünkü AKP, karşı tarafın da en az kendisi kadar küresel güçlere göbekten bağlı olduğunun farkındaydı.
Peki AKP’yi kapatmayı hedefleyen siyasi öznenin başarısızlığı neydi?
İlk olarak, AKP/Gülen yanlısı medya dışında kalan medyanın, yani Doğan ve Karamehmet grubunun kesin desteği alınamadı. 28 Şubat sürecinde Refahyol iktidarının devrilmesinde büyük rol oynayan basın bu sefer aynı rolü oynamaya pek de hevesli olmadı. Hal böyle olunca kamuoyunda bir şeriat tehlikesinin mevcudiyetine ve AKP’nin laiklik karşıtı bir güç odağı haline geldiğine ilişkin bir imge oluşturulamadı.
İkincisi, böyle bir imgenin yaratılamaması nedeniyle Cumhuriyet Mitingleri’ne benzer bir eylemlilik süreci hayata geçirilemedi ve davaya ilişkin bir kamuoyu baskısı oluşturulamadı.
Üçüncüsü ise merkez sağ ve solda yeni oluşumlardan ya da ittifaklardan söz edilse de AKP’yi bölecek ya da ona alternatif olabilecek güçte bir lider ve parti ön plana çıkarılamadı. Abdüllatif Şener’in parti kuracağını açıklaması ve AKP’den istifası dahi bir heyecan yaratmaya yetmedi. Davadan bir kapatma kararı çıkması durumunda Şener’in parlatılmaya çalışılacağını düşünebiliriz; ancak bugünden bakıldığında Şener’in ve partisinin AKP’yi iktidardan edebilecek bir güç ve desteğe kavuşması zor görünüyor. Kamuoyu anketleri de AKP tabanının parti kapatılsın ya da kapatılmasın Erdoğan siyasi yasaklı olsun ya da olmasın, desteğini sürdüreceğini gösteriyor.
Tüm bu saydığımız başarı ve başarısızlıklar, AKP’nin gücünü ve karşı tarafın da güçsüzlüğünü gösteriyor aynı zamanda ve söz konusu güçsüzlük, AKP’nin karşısındaki siyasi öznenin mahkemeden bir kapatma kararı çıkmasına ilişkin niyetinden vazgeçirmiş olabileceğini düşünmemizi sağlıyor. Çünkü bu güçsüzlük nedeniyle, AKP kapatılmış olsa bile bu uzun erimli bir siyasi projenin ilk basamağı olmayacak; aksine AKP hareketinin başka bir isimle gücünü ve varlığını devam ettirmesi anlamına gelecek.
İşte bu da AKP’nin kapatılmasını anlamsız bir hale getiriyor ve yeniden bir uzlaşmaya gidileceğine ilişkin tahminlerimizi güçlendiriyor. Karşı tarafın AKP’den sonrasını dizayn ve kontrol edebilmesi için iç ve dış koşullar bulunmadığı gibi AKP’den sonrasına dair bir siyasi projesi de bulunmuyor çünkü. Aksine, emperyalizmle ilişkilerin devamı, Kürt sorununun çözümü ve ekonomik istikrar gibi kaygılar karşı tarafı AKP’ye mahkûm kılmış durumda.
Tüm bu sayılanlardan sonra, kararın açıklanacağı Ağustos ayına kadar eğer olağanüstü bir gelişme olmazsa, AKP’nin suçsuz bulunarak kapatılmayacağını ya da hazine yardımından mahrum edilme ile cezalandırılacağını söylemek daha anlamlı görünüyor. Ancak taraflar arasında bir uzlaşmanın tesis edilmesi sürecin sancısız olacağı anlamına gelmiyor. Devlet içerisindeki kimi unsurlar zayıf da olsa bir direnç göstermeye çalışacaklar ve tasfiyelerinin sessiz sakin bir şekilde gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır.
Davaya ilişkin yaptığımız tüm bu değerlendirmeler kuşkusuz siyasi bir nitelik taşıdığı için akıllarda işin hukuki boyutunun ne olacağına ilişkin bir soru uyanabilir. Buna da Anayasa Mahkemesi’nin HAK-PAR’ın kapatılmamasına ilişkin gerekçeli kararından yapacağımız bir alıntıyla cevap verelim: “…Siyasi partilerin, Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülen tüzük ve programlarındaki söylemlerinin demokratik yaşam için doğrudan açık ve yakın tehlike oluşturmaması durumunda, bunların ifade özgürlüğü kapsamında kaldığının kabulü gerekir. Demokratik rejimin tüm kurum ve kurallarıyla özümsendiği ülkelerde de rejim için ciddi bir tehlike oluşturmadıkça siyasi partilerin kapatılmasına olur verilmediği gözetildiğinde çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma hedefini esas alan Anayasamızın da salt ifade özgürlüğü kapsamında kalan tüzük ve program düzenlemesini kapatma nedeni saydığını kabul etmek olanaklı değildir.”