Türkiye Cumhuriyeti kurulurken kurucu elit tarafından her fırsatta söylenen bir söz ile tarih eserlerinde sıkça karşılaşırız. Bir çoğumuzun bildiği bu sözün, çeşitli şekillerde söylenmesi mümkün olmakla birlikte, özü Türk milletinin o dönemde sınıfsız imtiyazsız bütünleşmiş bir millet olduğudur. Bütünleşikliğin en önemli kanıtı da istiklal savaşında gösterildiği kabul edilen kader birliğidir. Peki günümüze kadar da öyle […]
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken kurucu elit tarafından her fırsatta söylenen bir söz ile tarih eserlerinde sıkça karşılaşırız. Bir çoğumuzun bildiği bu sözün, çeşitli şekillerde söylenmesi mümkün olmakla birlikte, özü Türk milletinin o dönemde sınıfsız imtiyazsız bütünleşmiş bir millet olduğudur. Bütünleşikliğin en önemli kanıtı da istiklal savaşında gösterildiği kabul edilen kader birliğidir. Peki günümüze kadar da öyle mi gelinmiştir? Şimdi siz okurlardan bazıları “canım bu da soru mu, elbette öyle olmadı; olamazdı da zaten. Geliştikçe sanayileştikçe işçi sınıfımız ortaya çıktı ve bizde de sınıfsal yapı gerçekleşti” diyebilirler. Kabaca bakıldığında bu karşı çıkışı haklı bulmak mümkündür. Ancak hemen akla yeni bazı sorular gelmekte ve kafalar karışabilmektedir. O sorulardan bazılarını sormak gerekirse:
Birincisi; sınıfsız imtiyazsız bir toplumda gelişme adına sermaye birikimini oluşturma hedefiyle yol alırken de sınıfsız ve imtiyazsız kalmaya devam mı ettik. Bir cevap, “hayır efendim mümkün olabilir mi böyle bir şey” şeklinde olabilir. Bu cevabı kabul ederek devam edecek olursak geçirdiğimiz veya oluşturduğumuz sınıfsal değişim yada sınıflaşma içerisinde işçi sınıfının karşısında sermayenin temsilcisi olarak kim yer alıyordu ve bu sınıflaşmada devletin yeri neresiydi.
Başka bir deyişle ve sözü uzatmaktan kaçınarak, sermaye birikimi sermaye sınıfı tarafından mı gerçekleştiriliyordu? Bu soruya evet cevabı veremediğimizi iktisat tarihçilerimiz yazmaktadır. Öyleyse sermaye biriktirme işini kim üzerine almıştı? Sınıfsız bir toplum olduğumuza göre tek bir olasılık kalıyor: Devlet. Peki işçi sınıfı oluşurken o sınıfla birlikte kaçınılmaz şekilde olması gereken sermaye sınıfı ya da işverenler sınıfı neredeydi? Sermaye biriktirme işini üzerine kim aldı ise işverenler sınıfının temel direği ve hatta işin başlarında tek temsilcisi yine aynı ekonomik taraf idi: Devlet.
Şimdi, yukarıda ortaya konulan mantık dizgesinden yola çıkarak bir devlet düşünelim; bu devlet öyle bir devlet ki sermaye biriktirme işini üstlendiği için işveren ve sermayedar, anayasasına yazdığına göre insan haklarının, dolayısıyla çalışma yaşamının ve çalışanların haklarının koruyucusu, angaryanın ve sömürünün önleyicisi vs. Sizce burada bir gariplik yok mu? Devlet hangi görevi hangi kimliği ile gerçekleştirecek? Bu sorunun yanıtını irdelemeden önce belirtilmesi kaçınılmaz bir unsur daha: O devletin sınıfsız, imtiyazsız, “eşit”, ve bütünleşmiş milleti. Peki bu “oyunda” sermaye birikirken yani sermaye devletin kasasında veya işletmelerinde toplanırken yani devlet kazanırken kim veya kimler kaybetmiştir? Başka bir deyişle bu biriken sermayenin kaynağı nedir? -Sermaye gökten zembille inmediğine göre-! Ama buraya kadar ki sorgulama bu soruyu cevaplamaya yetmemektedir. O halde varsayımlardan bazılarını (“sınıfsız, imtiyazsız bütünleşmiş bir millet” varsayımını örneğin) değiştirmek mi gerekmektedir.
Yanıt bekleyen soruları yeniden yazmak gerekirse; Birincisi devlet çalışma yaşamının taraflarından biri ve en güçlüsü ise ve karşı tarafın da haklarını korumayı anayasası ile üstlenmiş ise bu paradoks nasıl aşılacaktır. Devlet birbirinden bağımsız ve farklı kişiliklerde belirerek mi bu görevlerini yerine getirecektir? Başka bir ifadeyle devlet çıkarları karşılıklı çatışma halinde olan iki farklı rolü tek ve değişmez bir varoluş biçimiyle nasıl canlandıracaktır. Ekonomik ilişkiler senaryoyu yazanın keyfine göre biçim alan bir oyun da olmadığına göre! Biz biliyoruz ki devletin bir hükümeti ve bir bakanlar kurulu vardır ve bu bakanlar kurulunun tek bir programı vardır ve sorumluluğu da ortaktır.
Konuyu biraz uzatıyor gibi görünmekle birlikte bunlar özde önemli sorulardır ve Türkiye’nin sosyolojik gerçekliğini anlayıp açıklayabilmek için gereklidir. Bu sorular bir paradoksun varlığını en azından hissettirmeye yeterlidir.
Tarihsel olay ve olgulardan yola çıkarak “sınıfsız, imtiyazsız, bütünleşmiş bir millet” olduğumuzu iddia etmek mümkün müdür? Daha 1920’lerin ikinci yarısından itibaren özel statülü(özel ama devlet destekli ve korumalı) bir bankanın(İş Bankası) kurulması ve bu banka etrafında kümelenerek bir çıkar grubu oluşturan eski Kuvva-i Milliyeci veya politikacı kişiler(aferistler) bu banka dolayısıyla veya kendiliklerinden sahip oldukları imtiyazları servete çevirmek yoluyla yeni bir tür bürokrat-tacir burjuva sınıfının temellerini atmaya başlamışlardır. Ama toplumun sınıfsız ve imtiyazsız olduğu kabul edilmektedir. 1930’dan itibaren sanayi planlarıyla birlikte sanayileşme ve sermaye birikimi sağlamayı görev edinen bir devleti yönetenlerin “sınıfsız, imtiyazsız….. bir milletten” söz etmesi ancak, sömürüyü gizleme ve sömürülen sınıfları susturup sindirme amacına yönelik bir girişim olarak görülebilir. Dahası, bu tek başına bir söylem olarak da kalmamış sosyal ekonomik hayatı düzenleyen normların oluşumunda belirleyici olmuştur. Örneğin uzun yıllar işçinin grevli toplu sözleşme hakkı tanınmamıştır. İş gücü ihtiyacını karşılamak amacıyla dönemsel olarak çalışma yükümlülükleri getirilmiş, 1924 Anayasası’nda angarya yasağı olmasına rağmen askerlik görevini yapanlar iş gücü olarak çalıştırılmıştır. Küçük yaştaki çocukların çalıştırılmasına, yeterli önlem alınmamak yoluyla, göz yumulmuştur. Cemiyetler Yasası ile sınıf esasına dayalı cemiyet kurulması yasaklanmıştır. Sınıfsız, imtiyazsız bir millette bu yasağa gerek duyulması düşündürücü olmalıdır.
Devlet Memurlarına ve kamu kuruluşlarında çalışan işçilere(özellikle nitelikli ve eğitimli iş gücüne) özel kesimde çalışanlara oranla ek bazı haklar ve imtiyazlar (iş güvenliği, yüksek ücret gibi) getirilerek çalışanlar arasında dengesizlikler, ve emek kesimi içerisinde devlete bağlı kitleler yaratıldığı halde millet sınıfsız ve imtiyazsız kabul edilmeye devam ediliyordu. Bu arada işverenler ile işçiler arasındaki uyuşmazlıkları çözme işi de “sermaye biriktirmeyi üstlenmiş” devletin valilerine bırakılıyordu. Bu uyuşmazlıkların kimin lehine çözüleceğini önceden tahmin etmek zor olmasa gerektir.
Devletle bütünleşmiş tek partinin inisiyatifi dışında oluşmuş örgütler çeşitli olaylar bahane edilerek kapatılmış ve genel olarak devlet merkezli bir toplumsal yapı özelde de devlete bağımlı bir işçi örgütlenmesi yaratılmıştır. O dönemin egemen tek partisi kendine eklemlenmiş işçi örgütleri yaratma yoluna gitmiş, bağımsız kalmaya çalışan işçi örgütlenmelerine ise hiç tahammül edilmemiştir
Devlet eliyle sanayileşmenin başladığı ve aynı zamanda altın çağını yaşadığı 1930’lu yıllar özellikle özel sanayide de çok yüksek kârların yaşandığı bir dönem olmuş ve tüm bu sanayileşme ve burjuvalaşma oluşumlarının yükü işçiler ve köylülerin sırtına yüklenmiştir. Ancak sınıfsız, imtiyazsız ve bütünleşmiş bir millet olma iddiası -ekonomik gerçekler aksini söylese de- devam etmiştir. Bu gerçek, belli amaçlara (bu amaçlar kimilerince gelişme adına meşru da görülse) ulaşmaya çalışan “devlet baba”nın evlatlarına eşit ve adil davranmadığı şeklinde de yorumlanabilir. Ancak bu tip bir değerlendirme, idealist bir çaba ile, egemenlik ilişkilerinden yalıtılmış bir devlet kavramına metafizik bir içerik kazandırmayı kabul etmeyi gerektirir.
İkinci dünya savaşı yılları da işçi ve köylü için, yani kapitalistleşmenin kan vericisi olan sınıflar için pek bir şeyi değiştirmemiştir. Bu
sınıflar savaş ekonomisinin yükünü çeken sınıflar olmanın yanında faşist olarak nitelendirilebilecek türden idari baskıların da hedefi olmuşlardır. Yani damarlarında sonda, sırtlarında sopa eksik olmamıştır. Savaş biter bitmez sözüm ona çok partili düzene geçilerek “demokratikleşilirken” henüz filiz denilebilecek sosyalist siyasi yapılanmalar kapatıldığı gibi yenilerinin kurulması da yasaklanmıştır. Neden? Sınıfsız ve İmtiyazsız bir toplumda sosyalistlere gerek olmadığından mı! Yada, madem sınıfsız ve imtiyazsız bir millet idik bu sınıfsal taban gerektiren hareketler nasıl ortaya çıktı ve egemenler neden bu hareketleri bastırma gereği duydular? Eğer gerçek onların iddia ettiği gibi idiyse, yani sınıfsız bir toplum idiysek bu hareketlerin destek bulamama nedeniyle kendiliğinden silinip gitmesi veya hiç doğmaması gerekmez miydi? Ayrıca Türk-İş gibi hemen her iş kolunu kapsar şekilde oluşturulan bir konfederasyonun kurulmasının sosyalist hareketlerin üzerine sert bir şekilde gidilen bir döneme rastlaması tesadüf müdür?
Sosyalist hareketler susturulup bastırılırken ülke ABD ve Batı Avrupa’nın liderliğindeki liberal kapitalist sisteme eklemlenme politikalarına yelken açtırılmış ve ürettiğinden çok tüketmeye başlamıştır. “Sınıfsız, imtiyazsız ve bütünleşmiş bir millet” olmamıza rağmen, işçiler ve emekçiler bu ürettiğinden çok tüketen yurttaşlar arasında yer alamamıştır. Buna karşın, ürettiğinden çok tüketmek beraberinde borçlanmayı da getirdiğinden borçların ödenmesine sıra geldiğinde yük işçilerin ve emekçilerin sırtına yüklenmiştir ve günümüzde de bu “düzen” aynen devam etmektedir. Hepimizin bildiği gibi borçların ödenmesi için oluşturulmaya çalışılan bütçe fazlalarının özünde ağır dolaylı vergiler ve temel hizmetlerin dahi azaltılması yoluyla sağlanan tasarruflar bulunmaktadır. Buradan çıkan sonuç, geliri sadece temel tüketimine yetecek düzeyde olan insanların ağır vergi yüküne maruz kalmanın yanında kamu hizmetlerinin yürümemesi nedeniyle bu hizmetleri özelden satın alma gücü olmaması nedeniyle daha da ezilmesidir.
İkinci dünya savaşının bitimiyle başlayan ve 1955’e gelindiğinde iflas ettiği görülen liberalleşme politikalarına kısa bir aradan sonra yeniden dönülmüş ve ülke 60’lı yıllar boyunca dolu dizgin borçlanmaya ve ticaret açığı vermeye devam etmiştir. Bu dönemde, özellikle ekonomik, sosyal ve siyasal örgütlenmenin önünü açan, önceye oranla çok daha demokratik bir anayasaya sahip olunmanın etkisiyle işçi sınıfı sınıfsal kimliğini ve bu kimliğin doğal sonucu olan hak taleplerini çok daha yüksek sesle duyurmaya başlamış ve bu toplumsal hareketliliğe katılan diğer sosyal örgütlenmelerinde desteğiyle toplumsal örgütlülük ve hareketlilik hızla artmaya başlamıştır. Bununla birlikte, önceleri reddettiği işçi sınıfını ekonomik gerçeklerin zorlamasıyla kabul etmek zorunda kalıp kontrol etmeye çalışan ve kontrol edemediğini yok etmeyi deneyen seçkinci-otoriter egemenler bu toplumsal gelişmeyi durdurmak gerektiğini askeri ağızlardan dillendirmiş ve o askeri güçler eliyle bir bastırma harekâtı başlatmışlardır. Askeri darbe sonrası oluşan yeni yönetimin yaptığı ilk iş işçi eylemlerine, grevlere son vermek, toplu sözleşmeleri ertelemek ve ücretleri dondurmak olmuştur. Hatta o yönetimin başında bulunan “bilim adamı sıfatlı” kişi “solun üzerine bir balyoz gibi gidileceğini” duyurmuştur.
Bu gelişmeler, kapitalistleşmenin bedelini kimlerin ödemeye devam edeceğini göstermesinin yanında, varlığını ortaya koymaya çalışan işçi sınıfının daha sistemli bir şekilde sindirilmesine ve yeni yetişen nesillerin, diğer bir ifadeyle, o gün işçi-emekçi olan ve siyasal mücadeleye bir sınıf bilinciyle katılan kişilerin çocuklarının, siyaset dışı bırakılmasına yönelik dış destekli, daha sistemli ve uzun süreli bir askeri faşist yönetimin ayak seslerini duyuruyordu.
Bu yönetim bilindiği gibi 1980’de “anarşi”yi bastırma bahanesiyle gelmiş ve akıllara durgunluk verecek şekilde ve mantık ölçülerine sığmayan bir “başarı” göstererek “anarşi”yi durdurmuştur. Ancak kısa bir süre sonra bahane edilen anarşinin yapay olduğu ve bu nedenle bıçakla kesilir gibi ortadan kalktığı fark edilip yazılmaya başlanmıştır. Askeri ihtilal ülkede bizce rejim değişikliği olarak değerlendirilen bir siyasi, hukuksal ve sosyal eyleme girişmiştir. Bu gün ihtilali yöneten general dışında hiç kimse bu yönelişin ilerici olduğunu açıkça iddia edememektedir. Alparslan Işıklı’nın da ifade ettiği gibi askeri hareketin ilk ve en öncelikli hedefi örgütlü ve bilinçli işçi sınıfı olmuştur; varlığı 1961 Anayasasına kadar kabul edilmek istenmeyen işçi sınıfı! Bu gerçeği ispatlamak çok zor değildir. Çünkü, amacı “anarşi” yi sona erdirmek olan askeri hareket hükümeti ele geçirmiş ve ilk işi(ilkel zorbalık, işkence, yargısız infaz ve hukuk dışı yargılamalara dayanan idamları saymazsak) grevi yasaklayıp toplu sözleşmeye son vermek ve sendikaları etkisiz kılabilmek için soruşturma ve yargılamalara başlamak olmuştur. Yoksa o tarihte “anarşist” olarak görülenler işçiler ve onların örgütleri midir? Bir ülkenin üretici gücü anarşist olarak değerlendiriliyor ise asıl anarşizm bu değerlendirmeyi yapanın eylemi değil midir?
Askeri yönetimin eylemleri bununla da kalmamış; öyle yasalar çıkartılmıştır ki ülkede siyaset yapmak, üretmeden başkalarının sırtından geçinen bir azınlığın lüks oyunu haline gelmiştir; sendikaların ve derneklerin siyasi partilerle birlikte hareket etmeleri yasaklanmış ve böylece 1961 Anayasası ile gelen özgürlük ortamında gelişmiş sivil örgütlenmeler (siyasetin merkezinde olması gereken örgütler) siyasetin dışına itilmiştir. Üniversite öğretim üyeleri ve öğrencilerinin, siyasi partilere üye olmaları yasaklanarak, siyasete katılmaları engellenmiş; bir çok akademisyen askerlerin kurduğu YÖK marifetiyle ve hukuk dışı yollarla üniversiteden uzaklaştırılmış ve aksi yöndeki yargı kararlarına rağmen uzun süre görevlerine dönememişlerdir. Bir ülkenin memurlarına siyaset yasaklanmış ise; işçilerinin örgütlerini baskıyla sindirdikten başka bir de “yasa” marifetiyle siyasi partilerle aralarına duvar çekilir ise; üniversite öğrencileri ve öğretim üyelerine siyasi yasaklar getirilirse siyasetin merkezi ve en uygun atmosferi olan kentlerde siyaset yapma eylemi kimlere kalır? Rantiyecilere, kendi adamları eliyle yapmak kaydıyla sermayedarlara ve yönetime el koydukları için de askerlere!!!
Peki bu askeri darbeden zarar gören toplum kesimleri sadece işçiler, öğretim üyeleri, öğrenciler midir; başka bir ifadeyle, zarar gören diğer kesimler hangileridir; zarar görmeyenler de var mıdır? Hemen belirtelim: Siyasette doğrudan yer almayan memurlar ve köylüler devletin vahşi yüzü ile karşılaşmamakla birlikte ekonomik olarak çok zarar görmüşlerdir. Çünkü ihtilalin kısa bir süre öncesinde 24 Ocak Kararları olarak bilinen ve ülkenin ekonomi ve sosyal politikasında önemli değişikliklerin dayanağı olan kararlar alınmış ancak bu kararların mevcut Anayasa (1961 Anayasası) ile uygulanabilmesinin olanaksız olduğu dönemin başbakanı tarafından dile getirilmiştir. Ayrıca sivil siyasette gereken anayasa değişikliklerini yapacak bir güç ve kararlılık da görülemediğinden bu işi gerçekleştirmek askerlere kalmıştır. Bunun böyle olduğu 24 Ocak Kararlarının mimarı olan şahsın(Özal) askerler tarafından başbakan yapılması ve önceki anayasal düzenin taşıdığı engellerin askerler marifetiyle ortadan kaldırılması yoluyla 24 Ocak Kararlarının dolu dizgin uygulanmaya başlanmasından da anlaşı
lmaktadır.
Sözü geçen kararlarda ifadesini bulan politikanın uygulanmaya başlanmasıyla ülke bir fırsatçılık, rantiye, vurgun, kara para, hayali ihracat batağına sürüklenmiş, bunun yanında uluslararası anlamda da savunmasız bir yarı sömürge pazar haline düşürülmüştür. Gelir dağılımı önceki dönemlerle benzerlik kurulamayacak derecede hızlı ve büyük oranda bozulmuş; bu gelişmelerin sonucunda ülkenin sosyal yapısı allak bullak olmuş ve demokrasilerin en önemli dayanağı olan orta sınıf henüz olgunlaşamadan ortadan kaldırılmıştır. Ülkedeki sermaye sınıfı dahi üretimden uzaklaşıp rant, faiz ve turizm ve ticarete yönelmeye zorlanmıştır. Sonuç olarak işçi, memur ve köylü giderek yoksullaşırken, kapitalistleşmenin bedelinin ödenmesindeki dengesizlik bu sınıfların aleyhine olacak şekilde koca bir uçurum halini almıştır. Artık kimse sınıfsız imtiyazsız bütünleşmiş bir milletten söz etmemektedir; ancak ihtilalin lideri sınıf gerçeğini kabul etmeye yanaşmamakta ülkenin meslek bazında gruplardan (korporasyon) oluştuğunu ve onların da siyaset yapmak yerine meslekleri ve işleriyle ilgilenmeleri gerektiğini salık vermektedir. Böylece toplumun üretken ve dolayısıyla bugünü ve geleceği konusunda öncelikle söz sahibi olması gereken geniş kesimleri bir hamlede siyasetin dışına itilmiş; bu siyasetsizleştirme siyasetinin yasakları 20 yıla yakın süreyle devam etmiş ve ancak Avrupa Birliği’ne girebilme umudu uğruna 1995’ten sonra yavaş yavaş kaldırılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla ülkenin demokratikleşmesinin tek yolunu AB üyeliğinde görenleri, milliyetçilik veya vatanseverlik arkasına sığınarak, hainlikle suçlamadan önce ihtilali yapanların da vatanseverlik nutukları attıklarını bir düşünmek gerekmektedir.
1980 Askeri İhtilali’nin altında yatan ve 24 Ocak kararlarında ifadesini bulan Neoliberalleşme politikaları, ülkede, “üretmeden olduğu bilinmekle birlikte nereden kazandığı belli olmayan” gecelik zenginler ve gecekondular yaratırken, politikadan arındırma(depolitizasyon) ile birleşen kontrolsüz yabancı para ve mal girişi ülkeyi soygun yerine çevirdiği gibi halkı da kurulan yeni yarı sömürge pazarın “para buldukça harcayan tüketim çılgınları” olma yolunda devşirmeye başlamıştır. Artık Türk halkı, siyasetten arındırıldığı için geleceğini belirleyemeyen, pazarda gördüğü malları satın alacak parası olduğu taktirde tüketerek tatmin olmaya çalışan, parası olmadığında ise çektiği sancıları dindirmek amacıyla para bulabilmek için her yolu denerken tefecilerin, bankaların elinde yüksek faiz sarmalında elinde avucunda ne varsa kaybetme riskiyle yaşamak zorunda kalan ve birbirine yabancılaşan küçük Amerika toplumu olma yolunda hızlı adımlar atmaya başlamıştır.
Bu, “ürettiğinden fazla tüketme” kisvesine bürünmüş soygun egemenliğinin sonucu olarak kısa süre içerisinde ülkenin ithalatı ihracat gelirleriyle karşılanamaz hale gelmiş; devlet eliyle zenginler yaratma politikalarının sonucu olarak devlet bütçesinin yarısı borç faizlerine gider olmuş ve 1994 yılında ekonomi iflasın eşiğine gelmiştir. Hemen belirtelim iflasın eşiğine gelen devlet ve onun sağladığı hizmetlerin tümüne ihtiyaç duyan halk yığınlarıdır. İflasın sebebi ise halk lehine yatırıma ve kamu hizmetine ayrılması gereken kaynakların, usulsüz teşvikler, krediler ve vergi iadeleri gibi yollarla bir avuç vurguncuya aktarılması ve para gerektiğinde ise bu vurgunculardan yüksek faizle borç alınmasıdır.
1994 yılında kendini gösteren yıkımın faturasının o güne kadar haksız kazanç sağlayanlara kesilmesi gerekirken, ortağı “sosyal demokratlar” olan koalisyon hükümeti faturayı geniş halk yığınlarına kesmiştir. Dar ve sabit gelirli geniş toplum kesimlerinin eline geçen paranın alım gücü yarıdan fazla düşürülmüş, bununla yetinilmeyerek ihtiyaç maddelerinin fiyatları iki katına çıkarılmış yani kaba bir hesapla yaşam standartları 4 kat düşürülmüştür. Buna karşın devletin borç aldığı bir avuç vurguncunun alacağı faiz oranları üç kat arttırılmıştır. Buradan anlaşılacağı üzere: Hatadan dönüp üretimi artırarak ürettiği kadar tüketen bir toplum oluşturmak; hayatının merkezine tüketimi değil üretimi koymuş fertler yetiştirmek; sosyal adaleti ve gelir dağılımı adaletini sağlayacak politikalara yönelmek yerine bu sorunları içinden çıkılmaz hale getirecek politikalar sırf bir avuç sermayedarın çıkarlarını korumak ve geliştirmek amacıyla tercih edilmiştir.
Bu gelişmeler akabinde ülke AB tarihinde hiç görülmemiş bir yöntem olan Gümrük Birliği adlı statüye sokularak dış ticaretini kontrol edemez hale getirilmiştir. Bu statü hala devam etmektedir ve bu gün ülkenin buradan kaynaklı zararları yüz milyar dolarlar ile ifade edilmektedir.
Bekleneceği üzere bu krizi 2001 yılında benzer sebeplere dayanan yeni bir kriz takip etmiş; gazetelerde işsizlik nedeniyle cinnet, yoksulluk nedeniyle intihar ve göç haberleri ile ithal lüks araç siparişlerinde aşırı artışlar yaşandığı haberleri yan yana yer almaya başlamıştır. Ülkeyi bu korkunç çelişkiler, sosyal ve hukuksal adaletsizlik, işsizlik, yoksulluk sarmalına sürükleyen politikalar, askerlerin ihtilal yapıp uygun ortam yaratarak uygulanmasını olanaklı kıldığı neoliberal politikalardır.
2000’li yılların başında demokratikleşme adına, AB uyum paketi adı altında bir çok farklı alana ilişkin anayasal veya yasal normları bir arada içeren yasama işlemleri yapılarak ülkenin hukuksal yapısında önemli değişiklikler yapılmıştır. Esasında bu değişikliklerin amacı uluslararası kapitalist düzene eklemlenme yolundaki bazı hukusal engellerin kaldırılmasından ibarettir. Demokratikleşme yolundaki değişiklikler ise kağıt üzerinde kalan temenniler olmaktan öteye gidememektedir. Ayrıca bu demokratikleşme anlayışında kişinin hakları yer alırken, “toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı”, “toplu sözleşme hakkı”, sendikal haklar, çevre hakkı, barış hakkı gibi sosyal ve ekonomik adaletin sağlanmasına yönelik mücadeleci haklardan pek söz edilmemektedir. Çünkü bu demokratikleşme de diğer politikalar gibi neoliberalizm damgası taşımaktadır. Bunun en çarpıcı göstergelerinden biri 2008 yılı 1 Mayıs’ında yaşananlardır. Bu tarihte polis, Taksim Meydanı’nda kutlama yapmak isteyen işçi ve emekçilere, hiçbir gerekçe yokken, faşist rejimlerde dahi eşine az rastlanacak bir şekilde saldırmış ve korkunç olaylar yaşanmıştır. Tüm bu değişiklikler demokratikleşme adına da yapılsa, ülke hukuksal, sosyal, ekonomik adaletten uzaklaşmakta ve sermaye sahipleri vergi muafiyeti, vergi istisnası, yatırım teşviki gibi isimler altında sürekli yeni imtiyazlar elde ederken artan borç yükünü ödemek emekçi sınıflara kalmaktadır. Bunun önemli göstergelerinden biri vergi adaletsizliğidir. Vergi gelirlerinin % 70’i dolaylı vergilerden(yani gelir farkı gözetmeksizin tüketicilerden alınan vergilerden) oluşmaktadır. Olması gerekenin ise en fazla %30 olduğu bilinmektedir.
Demokratikleşme adına yapılan anayasal ve yasal değişikliler imtiyazlar düzeninde hiçbir değişiklik yapmamaktadır. Örneğin 1980 Askeri İhtilalini yapanların eylemlerinin yargı önüne götürülmesini engellemek amacıyla 82 Anayasasına konulan “geçici 15. madde” üzerinden 30 yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen kaldırılamamıştır. Bu madde askeri yönetim döneminde yapılanları hukuksal denetimden uzak tutan, böylece o dönemde devlet adına suç işleyenleri yargılanmaktan kurtararak, onlara eşsiz bir imtiyaz sağlayan maddedir.
Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda çoklu hukuk sistemi, toprak sistemi gibi pek çok ara
ç kullanılarak egemen kılınmış imtiyazlar düzeni, başta kurucu elitin iyi niyetli çabalarına ve getirilen üst yapısal ve kurumsal değişikliklere rağmen Cumhuriyet döneminde de ortadan kaldırılamamış ve bugüne kadar sürekli güçlenerek gelmiştir. Özellikle 1980’den bugüne gerek merkezde gerekse taşrada iktidar odaklarına veya uzantılarına yakın durup onlarla kişisel ilişkiler kurarak iş görmek, ayrıcalık koparmak, hukuksal engelleri bu yolla aşarak hak etmediği şeyleri elde etmek gibi uygulamalar genellik kazanmış; bunun sonucu olarak Anayasa ve yasalarda yer alan haklar kağıt üzerindeki temennilerden öte bir anlam ifade edemez hale gelmiştir. Bugün artık toplum malları bir bakan tarafından kapalı kapılar ardında bir iki iş adamıyla yapılan pazarlıklar yoluyla yok pahasına satılır; iktidara yakın iş adamları veya bizzat kabine üyelerinin çocuklarına ayrıcalık yaratabilmek için gece yarısı yasalar çıkarılarak vergi oranlarında kısa süreli oynamalar yapılır; basın yayın, iletişim gibi yüksek kârlılığa sahip bazı sektörlerdeki özel kuruluşlara çeşitli gerekçelerle el konulup, bu gerekçeler yargı tarafından yersiz bulunup işlem iptal edildiği halde, bu kuruluşları sahibine iade etmek yerine iktidara yakın üçüncü kişilere -akıl almaz ödeme kolaylıkları da sağlayarak- satmaya varan kayırma, peşkeş ve tahsis yöntemleri kullanılarak imtiyaz sistemi mutlaklaştırılırken hukuksuzluk toplumsal yaşamın her karesinde egemen hale getirilmiştir. Dolayısıyla kapitalistleşme halinde sınıfsızlık iddiası mesnetsiz, Osmanlıdan beri ortadan kaldırılamadığı gibi bu gün üstünlüğü ele geçirmiş olan imtiyazlar sistemi içerisinde yaşarken imtiyazsız olunduğu iddiası komik, bu derece şiddetli bir toplumsal adaletsizlik ve dolayısıyla meşruiyet sorunları ile karşı karşıya iken bütünleşmiş olduğumuz iddiası gerçek dışı kalmaktadır. Türkiye’de yaşayan büyük bir çoğunluğun, katlanılmaz hale gelen iç sömürüyü her geçen gün artan şiddetle hissettiği ise reddedilemez hale gelmiş bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.