Bundan yaklaşık iki yıl önce, Ağustos ayında yapılacak Yüksek Askeri Şura öncesinde yaşanana çok benzer bir süreçten geçiyoruz. O dönemde, Kemalistlerin büyük umutlar beslediği; başta Fethullahçılar olmak üzere siyasal İslamcıların ise ciddi bir şekilde çekince duydukları Yaşar Büyükanıt’ın, görev süresi dolan Hilmi Özkök’ün yerine Genelkurmay başkanlığına geçecek olması üzerinden bir tür hesaplaşma yaşanmıştı. Cemaat organizasyonu […]
Bundan yaklaşık iki yıl önce, Ağustos ayında yapılacak Yüksek Askeri Şura öncesinde yaşanana çok benzer bir süreçten geçiyoruz.
O dönemde, Kemalistlerin büyük umutlar beslediği; başta Fethullahçılar olmak üzere siyasal İslamcıların ise ciddi bir şekilde çekince duydukları Yaşar Büyükanıt’ın, görev süresi dolan Hilmi Özkök’ün yerine Genelkurmay başkanlığına geçecek olması üzerinden bir tür hesaplaşma yaşanmıştı. Cemaat organizasyonu olduğu anlaşılan karşı kampanyanın amacı, mümkünse Büyükanıt’ın başkanlığa atanmasını engellemek, mümkün değilse Büyükanıt’ı olabildiğince yıpratmaktı. Bu süreçte kurbanlar da verildi. Örneğin, Şemdinli iddianamesini hazırlayan ve iddianamede Büyükanıt’tan bahseden savcı Ferhat Sarıkaya’ya görevden el çektirilirken, karşı taraf buna Harp Okulu komutanı Reha Taşkesen’in istifa etmesini sağlayarak yanıt verdi.
Büyükanıt kuşkusuz, Kemalistlerin hayallerini boşa çıkardı, başkan olmadan önce yaptığı “hesaplaşacağız” minvalindeki açıklamaların fiiliyatta bir karşılığı olmadığı gibi, Dolmabahçe Mutabakatı ile AKP hükümetiyle asker arasında düşük yoğunluklu da olsa bir uzlaşmayı tesis etti. Abdullah Gül, bu süreçte cumhurbaşkanı seçilebildi ve Cumhuriyet mitingleri bu sayede siyasal bir mecraya akamadı ve tüm bunlar 14 Mart’ta kapatma davası açılana kadar AKP’yi büyük ölçüde rahatlattı.
Dinci kartel medyası, görev süresi dolan Büyükanıt yerine göreve gelecek olan İlker Başbuğ için daha yoğun bir saldırıyı başlatmış bulunuyor. Ancak iki yıl öncesine göre bir fark var: AKP’nin kapatılma süreci. Dolayısıyla, artık herkesin çekinmeden iç savaş olarak adlandırdığı bu mücadele, kapatma davası etrafında şekilleniyor ve Başbuğ’un Genelkurmay Başkanlığı da bu bağlamda bir önem taşıyor.
“F tipi örgütlenme”nin bütün olanaklarıyla, Anayasa Mahkemesi’nin bir üyesi ile Başbuğ’un yaptıkları görüşme, günü ve saati de dâhil tüm ayrıntılarıyla “operasyonel gazete” Taraf’a servis ediliyor. Denizleri, Mahirleri ve bütün Türkiye solunu ulusalcı-milliyetçi olmakla itham eden ve Hrant Dink’in katillerinin bu mirastan beslendiklerini iddia edebilecek kadar alçalabilen kimselerin kalem oynattığı bu gazete, saldırısını demokrasi retoriğinin arkasına saklanıp yaparken, pervasızlıkta sınır tanımayan Vakit gazetesi saldırısını Başbuğ’un İsrail’de çekilmiş fotoğrafları ve mason olduğuna ilişkin belgeler üzerinden sürdürüyor.
Bu noktada, sendika.orgda 12 Haziran’da yayınlanan Aktüel Gündem’de yer alan, “F.Gülen, yeni kitabında “Hiçbir Müslüman başörtüsünü Kelime-i Şahadet’le bir saymamalıdır. (…) Ülkemizin kavgaya tahammülü yoktur. Hususiyle Allah’a gönül veren ve kendilerini milletimizin hayrına adayanların kavga ile işi olamaz; olmamalıdır. Sokakta, çarşıda, pazarda ve okulda meseleyi mülâyemetle halletmeye çalışmalıyız.” dedi. Bu tavrın T.Erdoğan’ın açık kavgacı çizgisiyle farkı ortada” şeklindeki analize katılmanın mümkün olmadığını söylemek gerekiyor. Doğru, Gülen, “kendi milletinize karşı Sütçü İmam olmayın” diyerek, cemaatine sokağı yasakladı, lakin bunu yapmasının sebebi bir uzlaşma arayışı değil. Cemaatin politik stratejisinde sokak hiçbir zaman yer almadı ve bundan sonra da almayacak, cemaat, iktidar stratejisini, kurumları ele geçirmek ve kendisinden olmayan elitleri tasfiye ederek yerine kendi elitlerini yerleştirmek üzerine kurmuş durumda çünkü.
Üstelik cemaat, büyük ihtimalle Tayyip Erdoğan’ı olmazsa olmaz görmüyor ve onun siyasi yasaklı olması durumunda yola başkaları ile devam edilebileceğini düşünüyor. Çünkü cemaat, kapatma sürecinde, Erdoğan’ın yanlış bir taktik izlediğini, savunmacı tutumunun ve parti yönetiminin yargılanma sürecindeki sessiz tavrının partiyi yok edeceğini düşünüyor. Cemaatin tavrı esas olarak, AKP’nin vuruşarak çekilmesini sağlamak yönünde, böylelikle çatışmayı derinleştirmek ve “iç savaş”ı nihai bir hesaplaşmaya doğru götürmek gibi görünüyor. Dolayısıyla bir uzlaşma arayışında olan cemaat değil, Erdoğan ve saldıran Erdoğan değil, cemaat.
Bu noktada, dinci kartel medyasının kalemlerinin yazdıklarına, yazılarındaki saldırgan üsluba, gemileri yakmış tavra dikkat etmek gerekiyor. Bu isimler Anayasa Mahkemesi’nin üniversitede türbana izin vermeyen kararının ardından, mahkemenin bir hukuk suç işlediği, anayasayı ihlal ettiği, hatta darbe yaptığı yönünde yazılar yazdılar ve hükümete bir tür “sivil itaatsizlik” çağrısında dahi bulundular. AKP’nin henüz yüksek yargı ile cepheden hesaplaşmaya niyeti yok ama tüm bu yazılanlar, önümüzdeki dönemde yaşanacaklara dair ipuçları veriyor. Yargı darbesinden, cübbe darbesinden bahsedilen bir ortamda, elbette ki tasfiye edilmek istemeyenler “darbecileri” tasfiye edeceklerdir ve bir ara kamuoyunu çokça meşgul eden, ancak sonradan unutulan yeni anayasa, artık kaçınılmaz bir şekilde gündemde olacaktır.
Osman Paksüt-İlker Başbuğ görüşmesini manşetlerine taşıyan Taraf’ın Genel Yayın yönetmeni Ahmet Altan da hesaplaşmayı hızlandırmak isteyenlerden. Kendisinden bir demokrasi kahramanı çıkarmaya çalışan Altan, gazetesine servis edilen haberlerin kaynağındaki demokrasi dışı güçleri, yeni derin devleti görmeksizin, “Bu ülkede, bazen muhtırayla, bazen yasaları çiğneyen hukukla, bazen Ergenekon çetesiyle demokrasi dışı bir darbe gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Eski deyimle söylersek, saflar da ayrışıyor.
Bizim yerimiz belli. Onların yeri de artık iyice açığa çıktı. Hadi bakalım darbenin ‘iyi çocukları’ gösterin gücünüzü. Bir gücünüz varsa tabi” diye yazabiliyor.
Kamu mülkiyetindeyken kamu bankalarından verilen kredilerle Çalık grubuna peşkeş çekilen Sabah’ın yazarlarından Ilıcak herhangi bir çekince duymaksızın, Paksüt’e, “anayasal düzene düşmansınız” dercesine “elbette takip edileceksiniz, polisin görevi anayasal düzeni korumaktır” diye seslenebiliyor ve Anayasa Mahkemesi başkanına mahkemenin meşruiyetini tamamen ortadan kaldırmak için, istifa çağrısında bulunuyor.
Düzen siyasetinin bir akıl yitimi ile karşı karşıya olduğu aşikâr. Eğer öyle olmasa bir AKP’li milletvekilinin “Anayasa mahkemesi kararları meclis tarafından veto edilebilsin” şeklinde saçmalayabilmesi düşünülebilir miydi? Ya da MHP’nin, “AKP kendini klonlasın, kapatılmadan önce yasaklılar listesindekiler hariç herkes yeni kurulan partiye geçsin” şeklinde dahiyane bir çözüm üretmesi söz konusu olabilir miydi? Hele hele “akil adam” imajı, üzerine birileri tarafından yapıştırılan meclis başkanının, küreselleşmenin “yasamayı devre dışı bırakıp, yürütmeyi güçlendirmek” şeklinde özetleyebileceğimiz kesin buyruğundan bile habersiz bir şekilde, senato önerisini gündeme getirmesi mümkün olabilir miydi?
Düzen içi hesaplaşma yüksek mahkemenin türban kararının ardından hızlanmış ve keskinleşmiş durumda. Ağustos’ta, Dolmabahçe Mutabakatı’nın taraflarından biri emekliye ayrılıyor ve yerine nasıl bir pozisyon alacağı kestirilemeyen bir isim geliyor, ya mutabakat devam edecek ya da ikinci bir 27 Nisan muhtırası ile karşı karşıya kalacağız, bu sefer de mutabakatın öbür ismi tasfiye edilecek.
Tüm bu süreci, “bize ne, yesinler birbirlerini” diyerek izleyebilecek durumda değiliz. Hele hele, İlker Başbuğ’ ya da orduya bel bağlayacak kadar saf olmasak da, kıymeti kendinden menkul bir özgürlükçülük adına, liberal-muhafazakâr diktatörlüğü inşa eden gerici güçlerle aynı cephede yer almak gibi bir saflık içerisinde olacak hiç değiliz.
Emekçi s