Güney Afrika’nın Durban kentindeki Abahlali baseMjondolo gecekonducu hareketiyle birlikte çalışan KWTU üniversitesi öğretim görevlisi Richard Pithouse, Güney Afrika’da son dönemde yaşanan gelişmeleri sendika.org için yazdı. Güney Afrika’nın en büyük kenti ve ülkenin finansal başkenti Johannesburg, göçmenlere yönelik popüler saldırılarla sarsıldı. Saldırıların iki hafta önce Alexandra isimli gecekondu yerleşim bölgesinde başlamasından bu yana 40’dan fazla insan […]
Güney Afrika’nın Durban kentindeki Abahlali baseMjondolo gecekonducu hareketiyle birlikte çalışan KWTU üniversitesi öğretim görevlisi Richard Pithouse, Güney Afrika’da son dönemde yaşanan gelişmeleri sendika.org için yazdı.
Güney Afrika’nın en büyük kenti ve ülkenin finansal başkenti Johannesburg, göçmenlere yönelik popüler saldırılarla sarsıldı. Saldırıların iki hafta önce Alexandra isimli gecekondu yerleşim bölgesinde başlamasından bu yana 40’dan fazla insan öldürüldü. Örgütlü kıyımların kentin en yoksul cemaatlerinden birçoğundaki toplumsal dokuyu paramparça etmesinden bir hafta sonra saldırılar, ülkenin geri kalanına yayılmaya başlayarak, ülkenin 9 ilinden 7’sini etkisi altına aldı. Bugün itibarıyla [25 Mayıs 2008] 40’dan fazla insanın öldürüldüğü, 30 binden fazlasının evsiz bırakıldığı ve on binlerce insanın ülkeden kaçmakta olduğu bildiriliyor. Saldırıların ilk sıcaklığı dinmiş gibi görünmekle birlikte, insanlar hala büyük sayılar halinde evlerini ve ülkeyi terk ediyorlar ve saldırıların yeniden başlamayacağı konusunda hiçbir belirlilik yok.
Öldürülenler arasında birçok Mozambikliyle benzer bir etnik arka plana sahip olan insanlarla göçmenlerle evlenen Güney Afrikalılar ve göçmen işçileri istihdam eden bir adam da dahil bazı Güney Afrikalılar da mevcut. Göçmenlerle evlenmiş olan Güney Afrikalılar evlerinin ve cemaatlerinin dışına sürülürken birçok aile parçalandı. Johannesburg’da, Jacop Zuma’nın [Afrika Ulusal Kongresi, ANC Başkanı] Başkanlık girişimi kampanyası şarkısı olan Awulethu Umshini Wam (“Bana Makineli Tüfeğimi Getirin”) şarkısını söyleyen ve yıkılmış gecekondulardan geriye kalanların üzerine Zuma yanlısı grafitiler döşeyen saldırganlarla ilgili birçok haber yapıldı.
Yabancı karşıtı kıyımın etnik bir çatışmaya dönüşebileceği konusundaki korkular yaygın. Bu korkular, Güney Afrika toplumunun aynı anda hem en güvencesiz hem de en kozmopolit alanlarını oluşturan gecekondu yerleşimlerinde özellikle akut bir nitelik kazandı.
Devlet saldırılar zirvedeyken bunları durdurmak için hiçbir ciddi girişimde bulunmadı, bu saldırıların aslında yabancıları hedef aldığını çoğunlukla inkâr etti ve ortada bir sorun olduğunu kabul etmek istediğinde de, saldırıları ülkeyi istikrarsızlaştırmaya çalışan gizemli bir komplonun varlığına bağladı. İlerici halk seferberliğine de tipik olarak aynı biçimde yanıt vermektedir.
Winnie Madikizela-Mandela saldırıların gerçekleştiği mekânları ve can korkusu içinde polis karakollarına ve kiliselere sığınan mültecileri gerçekten ziyaret eden tek ANC lideri oldu. Ne Güney Afrika Başkanı Thabo Mbeki, ne de ANC Başkanı Jacop Zuma, etkilenen bölgeleri ziyaret etme girişiminde bulundular. Bazı bölgelerden saldırılara göz yuman polislerle ilgili çok sayıda haber gelirken diğer bölgelerde polis, saldırıları durdurmak üzere harekete geçti. Polis karakollarına sığınan insanlardan bazılarının sınır dışı edildikleri ya da edilecekleri yolunda bazı haberler var, ancak devlet bunu kuvvetle reddetti ve polis karakollarına sığınan insanları sınır dışı etmeme konusunda açık bir taahhütte bulundu.
Saldırılarda yerlerinden edilen insanlara yönelik destek genellikle Hıristiyan kiliselerinden, İslami hayırseverlik örgütlerinden ve Kızıl Haç’tan geldi. Bu durum genel olarak yaygın biçimde hoş karşılanmakla birlikte sivil toplum inisiyatiflerinin kendilerini polisin önderliğindeki tepkilere iliştirme arzuları konusunda da kaygılar mevcut. Bu da kısmen, polisin göçmenlere karşı çoğunlukla aşikâr biçimde yasadışı eylemlerle ve göçmenlerle suçluları bütünleştiren bir kamusal söylemin üretilmesiyle sonuçlanan uzlaşmazlık sergilemesine bağlanabilir. Aynı zamanda yoksul cemaatlerde, ANC karşısında eleştirel bir tutum gibi görülen, tam anlamıyla yasal eylemler de dâhil olmak üzere özerk eylem biçimlerine yönelen oldukça sert polis baskılarına da bağlanabilir. Devlet ülkenin dört bir yanındaki polis karakollarına ve kiliselere sığınmış olan on binlerce insan için herhangi bir açık seçik plana sahip gibi görünmüyor. Mozambik’te hükümet dönen on binlerce göçmenle başa çıkabilmek için olağanüstü durum ilan etti.
Olaylarla ilgili ilk haberler Johannesburg’daki ilerici toplumsal hareketlerin saldırıları durdurmayı başaramadıkları ancak bugün yabancı düşmanlığına karşı düzenlenen ve 2 bin kişinin katıldığı bir yürüyüşün örgütlenmesine önderlik edebildikleri görülüyor. Durban, Pinetown ve Pietermaritzburg kentlerinde militan gecekonducu hareketi, Abahlali baseMjondolo, üyelerini göçmenleri savunmaya ve barındırmaya çağırdı ve hareketin güçlü olduğu 30’dan fazla yerleşimde göçmenleri dışarıya atmaya yönelik herhangi bir saldırı ya da saldırı girişiminin yaşanmamasını garanti altına alabildi. Ayrıca hareket kendisine üye olmayan bir Durban yerleşim bölgesine, kendisine telefonla ulaşan bir istek kanalıyla yardımcı olarak, başlamakta olan bir saldırıyı durdurmayı ve hareketin güçlü bir şubesinin olduğu ancak bütünüyle hâkim olmadığı Pietermartizburg’taki bir yerleşimde göçmenleri dışarı atmaya yönelik bir hamleyi de son derece etkin biçimde durdurmayı da başardı. Western Cape Yıkımlar Karşıtı Kampanya hareketinin de başlamış olan bir saldırıyı doğrudan doğruya engellediği haberleri de geldi.
Güney Afrika’nın bir zamandır bir kaynama yaşadığı açıktı. 2005’ten bu yana gelişen ve çoğunlukla yol kesme eylemleri biçimine bürünen yaygın popüler hoşnutsuzluk kendisini ülkenin dört bir yanındaki bir dizi popüler protesto eyleminde ifade ediyordu. Bunlar genellikle son derece yerel düzeylerde örgütlenen ve birbirlerinden esinlenmekle birlikte resmen kolektif tartışmalar yürütme yeteneğine sahip olmayan hareketlerdi.
Devlet ve üniversitelerle STK’lara hâkim olan teknokratik solculuk bunları “hizmet getirme protestoları” olarak adlandırmak konusunda ağız birliği yaptılar. Ancak bunlar çoğunlukla devletin, kökleri 1980’lerin sonlarındaki ilerici politik kültüre dayanan “hizmet getirme modeline” meydan okuyan ve genellikle teknokratik planlamadan ziyade popüler bir planlama talebini de barındıran hareketlerdi. Devlet “hizmet getirme hızına” ilişkin bazı eleştirileri bir derece kabul etmeye yanaşırken, sıradan halkın kalkınmanın planlanmasına ve yürütülmesine anlamlı biçimde katılabileceğini kabul etmeyi sert biçimde reddetti.
Ancak devletin sorumlu yurttaşlık konusundaki fikirlerine yönelik popüler reddiye, her zaman ilerici değildi. Yıllardır göçmenlere olduğu kadar eşcinsellere, özellikle de lezbiyenlere ve bazı bölgelerde pantolon ya da mini etek giyen kadınlara yönelik anlık saldırılar yaşanıyordu. Ancak bu son kıyımın yıkıcılık ölçeği ve harareti tam anlamıyla yeni bir şeydi. Bu hafta sonu gazetelerde yapılan açıklama girişimleri de büyük farklılıklar gösteriyordu.
Devlet, Mbeki hükümetinin karşı yüz yüze gelmek zorunda olduğu, başta AIDS salgını ve Zimbabwe’deki giderek zalimleşen rejim gibi tüm büyük krizler karşısındaki tepkisini karakterize eden inkâr modeline kilitlenmediği zamanlarda, komplo teorilerine sarılıyor. Sayısız görevli ülkeyi istikrarsızlaştırmaya çalışan sağcı güçler tarafından yönetilen bir kapmaya fikrini ileri sürmeye başladılar. Ancak bu iddiaları destekleyen hiçbir kanıt sunulmadı ve bir zaman sonra ANC’nin ister ilerici ister gerici her türlü popüler inisiyatife komplo teorisi kavramlarıyla karşılık verme eğiliminde olduğu açıklık kazandı. Seçkinlerin sömürgeci ayrıcalıklara dâhil edilmesini talep eden bir seçk
in projesine dayanan, yıllarca Stalinizm okulunda eğitim görmüş ve daha yakınlarda kendisini resmi neo-liberal yönetimciliğe adamış bir hareket, ¬popüler politik inisiyatifi anlamayı başaramıyordu.
Diğerleri, genellikle birçok ülkede isyanlara yol açan gıda fiyatlarındaki an yükselişleri işaret ederek, suçu yoksulluk krizinin üzerine attılar. Gıda fiyatlarındaki ani artışın birçok insanı umutsuz bir duruma sürüklediğine kuşku yok ama bu durum öfkeyi gayet iyi açıklayabiliyorken bu öfkenin kanalize olduğu yönü açıklamıyor.
Yaşananlarla ilgili en yaygın açıklama, milyonlarca insanı açlıktan ölmenin eşiğine getiren ve birçoklarını çeşitli devlet terörü biçimlerine maruz bırakan Zimbabwe’deki ekonomik ve politik kriz. Mbeki hükümetinin Zimbabwe’deki krizi kabul etmeyi reddetmesi, Zimbawelilere mülteci statüsü tanımaması anlamına geliyor ve genellikle de Güney Afrika’dan iltica talebinde bulunan Zimbabwelilerin sayısındaki artışın barınma, iş ve çalışma olanaklarına yönelik rekabeti kırılma noktasına getirdiği söyleniyor.
Birçokları Zimbabweli göçmenlerin içinde bulundukları umutsuzluğun onları çok düşük ücretlerle çalışmayı kabul etmeye yönelttiğini ve bunun da en zayıf durumdaki işçiler için genel bir ücret düşüşüyle sonuçlanmasına karşı çıkmalarını imkânsız kıldığını belirtiyorlar.
Son derece yaygın olan bir başka açıklama ise devletin göç sorununu yeterli biçimde ele alamamasını içeriyor. Siyasal yelpazenin uçları boyunca, ikamet ve vatandaşlık başvurularını ele alan hükümet organı olan İçişleri Bakanlığının son derece yolsuzluğa bulaşmış ve yetersiz olduğu ve göçle ilgili hükümet politikalarının da göç konusunda olağanüstü saldırgan nitelikler taşıdığı konusunda bir anlaşma var. Bu tez hızla bir sağ ve sol versiyona ayrılıyor. Sağ versiyon devletin kendi sınırlarında devriye yapma konusundaki yetersizliğini ve ülkede yaşayan çok sayıdaki kâğıtsız göçmeni vurguluyor ve mevcut göç karşıtı siyasetlerin daha etkin biçimde uygulanması çağrısında bulunuyor. Daha ilerici versiyonsa devletin göçe karşı açık bir saldırganlık ve yaygın bir zalimlikle yanıt vermesine işaret ediyor ve bu durumun göçmenlere yönelik popüler saldırıları mümkün kılan bir iklim yarattığını ileri sürüyor.
Polisin, kendi kamusal söyleminde ve pratiğinde göçmenlerle suçlulara birbirlerinden farksız kategoriler muamelesi yaptığı ve polis kadroları arasında yaşanan çürümenin göçmenlerin rutin biçimde sınır dışı edilmekten ya da kâğıtlarının imha edilmesinden kaçınmak için rüşvet vermeye zorlandıkları elbette doğru. Yabancı, örneğin Çinli oldukları açık seçik belli olan üst düzey ticaret görevlileri bile, sokaklarda tutuklama tehdidiyle rüşvet isteyen polis tarafından rutin biçimde durdurulduklarını bildiriyorlar. Ancak polis zulmü güya bireysel inisiyatiflere dayanan bu tür olayların ötesine uzanıyor.
Göçmenlerin yaşadıkları bölgelere yönelik örgütlü kolektif polis saldırıları son derece yaygın ve genellikle açık saldırıları, hırsızlığı, göçmenlerin kâğıtlarına zorla el konulmasını içeriyor. Bu gizli değil. Polis bu saldırıların kolay hedefleri ile ilgili olmayan kimi nedenlerden dolayı suçla ilgili kamusal korkuların zirveye ulaştığı dönemlerde düzenli olarak yapılan bu saldırılara genellikle medyayı da davet ediyor. Polisin yabancı olana karşı yürüttüğü yaygın taktiklerden ikisinin soysop incelemesi olması [koyu renkli olarak kabul edilen Güney Afrikalılar çoğunlukla tutuklanıyorlar] ve insanlara arkaik bir Zuluca kelimeyi bilip bilmediklerini sormak olması oldukça aydınlatıcı bir nitelik taşıyor. Son günlerdeki saldırıları yürüten sokak çeteleri de kimin kalması ve kimin tecavüze uğraması, dövülmesi, itilip kakılması, yakılması gerektiğine karar verirken tam olarak aynı teknikleri kullandılar.
Jocap Zuma’nın tecavüze ve yolsuzluk iddialarına kadar açtığı kampanyalar gibi ANC başkanlığı için yürüttüğü kampanya da, zaman zaman, kaba saba bir etnik biçime büründü; destekçilerinden bazıları üzerinde “%100 Zulu oğlanı” yazılı tişörtler giydiler. Bu da bazılarının Zuma’nın etnik siyaseti, eskinin keskin biçimde ulusalcı (ve bu durumda etnik olmayan) ANC’sinin içine sokma arzusunun, Johannesburg’un her yerindeki gecekondu bölgelerindeki yoksulları yakan ve katleden canavarı yarattığını ileri sürmeye yöneltti.
Diğerleri sömürgecilik ve apartheid dönemindeki ırkçı klişelerinin ortadan kaldırılmak yerine daha zayıf gruplara yöneltildiğini ileri sürdüler. Siyah ya da beyaz seçkinlerin rutin biçimde, hem Güney Afrikalı siyahlar hem de Afrikalı göçmenler hakkında tam da eski ırkçılığın tüm sınıflardan siyahlara karşı kullandığı dille konuştukları doğru. Bazıları bu gerçeğe işaret ettiler ve kıyımları Afrofobi olarak adlandırarak bunun yabancı düşmanlığından daha iyi bir terim olduğunu ileri sürdüler. Ama Afrikalı karşıtı ırkçılığın yeni hedeflere yöneldiği açıklaması nefreti kısmen açıklayabilirken tamamını açıklayamıyor çünkü Çin’den ve Pakistan’dan gelenler de hedef alındılar.
Genel olarak ifade edilmeyen en az iki açıklama daha var. Birincisi, araziler üzerinde sürüp giden rekabetle ilgili, Kentsel araziler, elbette yoksulların kentlerden sürekli olarak dışarı atılmasıyla sonuçlanan piyasa mantığına göre dağıtılıyor. Bu durum Güney Afrika devletinin, tıpkı 1970’lerin başlarındaki Brezilya diktatörlükleri gibi, gecekonduları “ortadan kaldırmak” arzusunu açıklamasıyla daha da katmenleniyor. Devlet bu hedefi manik bir enerjiyle sürdürüyor. Devlet konutlar inşa ederken bunları gecekonduları boşta bırakacak fiyatlarla inşa etmiyor. Üstelik inşa edilen konutlar son derece az, kötü inşa edilmiş ve çoğunlukla kent merkezlerinden ve işten, okullardan ve kentsel hayatın diğer fırsatlarından uzaktaki çirkin ve büyük yerleşimlerde yapılıyor. Gecekondulardan yeni konutlara taşınan insanlar düzenli biçimde kentlerde yoksulların ellerinde tuttukları sayıları giderek azalan yerlere dönmek üzere bu konutları terk ediyorlar.
Hükümet gecekondularda yaşayan devasa sayıdaki insanla inşa edebildiği konut sayısı arasındaki farkı, gecekonduları (genellikle yasadışı biçimde) yıkarak ya da yeni gecekonduların yapılmasını ya da var olan gecekonduların genişletilmesini engelleyerek küçültmeye çalışıyor. Bu durumun yaratmakta olduğu daha birçok berbat sonuç arasında, genel bir akut güvensizlik duygusu bir yana, tek tek gecekondularda ve hala yoksulların ellerinde bulunan arazi parçaları üzerinde yaşayanların sayısının giderek daha da kabalalıklaşması da var. Gecekonducular arasında hükümetin “yoksullara karşı bir savaş yürüttüğü” saptaması yaygın.
İkinci olarak vatandaşlık sorunu geliyor, vatandaşlık en çok kendi kendileri için güvenlik ve saygınlık satın alamayanlar açısından önem taşıyor. En kötü malzemelerle en kötü konumda inşa edilmiş en umutsuz yoksulluğu yaşayan gecekondularda bile ikametçinin Belgeleri güvenlik içinde ve son derece temiz bir biçimde muhafaza ediliyor. Bu belgeler devletin sunmadığı ve belki de sunamayacağı her şeye uzanan yol niteliğini taşıyor. Her şey onlara bağlı. İnsanlar gecekondu yerleşimlerini salgın gibi saran yangınlarda tüm mallarını yitirdiklerinde ortaya çıkan en büyük kriz çoğunlukla belgelerinin kaybolması oluyor.
Aslında insanlar sık sık bu belgeleri kurtarmak için kendileri de yanma riskini göze alırlar. Ama vatandaşlık, sadece devlet tarafından sunulan mallara erişim olarak anlaşılmaz. Aynı zamanda, son derece açık seçik
bir biçimde, insan muamelesi görme; kişiyi ve onun cemaatini etkileyen konularda saygı görme hakkı olarak da anlaşılır.
1980’lerin kitlesel demokratik mücadeleleri isyankâr praksis yoluyla popüler bir kapsamlı popüler vatandaşlık iddiasını yarattı. ANC’nin Mandela önderliği altındaki ulusalcılığı bunu ilkesel olarak güçlendirdi. Herkesin toplumun bir parçası olacağı, herkesin önemli olduğu ve herkesin kendi geleceğinin planlanmasına katılabileceği açık bir vaat niteliğini taşıyordu.
Ancak ANC, kendisi üzerindeki yasağın kaldırılmasından sonra son derece büyük bir hızla özerk halk örgütlenmelerini dağıtmaya ve bunların yerine yukarıdan aşağıya bir yapıyı yerleştirmeye yöneldi. Bu durumun çoğunlukla açıkça Stalinist yönleri mevcuttu. Ancak Stalinist politik pratikler tamamen despotik nitelikteki yerel yönetim biçimleri ile sonuçlanan neo-liberalizmin yönetimciliğinin içinde büyük bir kolaylıkla eridi. Teknokratların düzenini reddedenler soluğu kolaylıkla polisin ya da parti güçlerinin elinde buldular. Dizüstü bilgisayarlarının arkasındaki silahlar bunlardı.
Orta sınıf ve seçkin Güney Afrikalılar sabah gazetelerinin ANC’ye yönelik kışkırtıcı saldırılardan söz etmesinin muhtemel olduğu oldukça demokratik bir toplumda yaşıyorlar. Devlet görevlerinde çalışanlar bakımından yapılan beyaz eleştiriler aşağılamalar ya da disiplin soruşturmalarıyla sonuçlanır. Şiddet görme ihtimali yoktur ve her zaman yasal temyiz ihtimali mevcuttur. Ama yoksulların cemaatlerindeki hoşnutsuzluk daima ister polis isterse yerel parti güçleri silahlı kuvvetlerle çatışmayla sonuçlanır. İnsanlar mekânsal olarak olduğu kadar politik olarak da linç edilirler.
2005 yılından bu yana yaşanan binlerce protestodan birçoğu, kapsamlı vatandaşlık talebini, taleplerinin ilk sıralarına yerleştirdi. Çoğunlukla duyulma, popüler planlamaya katılma talebi, maddi mallara yönelik taleplerin önüne geçti. Bu protestolar açısından en tipik nitelikte olan tek bir konu varsa o da “kendi yurdumuzda yabancıyız” çığlığıydı. Bazı yoksul inisiyatifleri bu dışlanmaya devleti halk iktidarına tabi kılmaya çalışan mücadelelerle yanıt verdilerse de bazıları gerçek yabancıyı görünüşteki yabancıdan ayrıştırmayı ve onu dışarı atmayı hedefleyen bir siyasetle yanıt veriyorlar. Gerçek yabancıyı dışarıya atmak sadece konut ve istihdam için sürüp giden rekabeti azaltmıyor aynı zamanda vatandaşlarla vatandaş olmayanlar, devlete yönelik meşru talepleri olanlarla olmayanlar arasına kanlı bir çizgi de çekiyor. Bu, dışlananlar açısından adamdan sayılarlar arasına katılma talebini ifade etmenin bir başka biçimi. Aynı zamanda “adamdan sayılması gerekenler onlar değil bizleriz” demenin de bir yolu.
Thabo Mbeki’nin Başkanlığı çöktü. Bir zamanlar dalkavuklarla çevrelenmiş olan adam şimdi yalıtılmış ve orta yerde küçümsenir bir durumda. Açık saygısızlıklar ve istifa etmesi yönündeki talepler yaygınlaşıyor. Fanon’un bağımsız yenilenmeyi sürdürmeyi başaramayan sömürgecilik sonrası burjuvaziler hakkındaki uyarısının farkında olan Mbeki, Başkanlığını dünya tarihsel sonuçları olan Afrikalı karşıtı ırkçılığa yönelik küresel bir meydan okumayı yürütecek bir Afrika seçkin sınıfını geliştirme taahhüdüne dayandırmıştı. Bu da Afrikaner milliyetçiliğinin bir kuşak önce yaptığı gibi, beyaz ticaret dünyanın varlıklarının bir bölümünü siyah ticaret dünyasına devretmesini ve devletin siyah ticaret dünyasını geliştirmenin bir aracı olarak kullanılmasını talep ediyordu. Yoksullar, insanların seçkinlerin çıkarları etrafında örgütlenmiş olan bir ekonomide hayatta kalabilmelerini sağlamaya yetecek bağışlar ve konutlar sağlayacak teknokratik müdahaleleri yürütmek üzere yönetimci bir biçimde örgütlenen etkin bir devlet tarafından yönetileceklerdi. Uluslararası düzeyde Pan-Afrikacılık ve Üçüncü Dünya Dayanışması programı yerel seçkinlere küresel etki iddiasında bir pay kapma ve küresel kurumların yeni sömürgeci egemenliğini reforma tabi tutma olanağı verecekti.
Mbeki önemli bir güç ve yenilenmeye sahip bir yerel Afrikalı seçkin sınıfı inşa etti. Ancak otoriterliğinin kamu yayıncılığı ve üniversiteler gibi önemli kurumlar üzerinde yarattığı hasarlar yenilikli bir seçkin yaratmaya yönelik sürekli çabaları zayıflattı. Hiçbir zaman ne bir Aristide ne de Morales olmaz ve elbette asla uluslararası düzene açıkça kafa tutmak istemezken, ileriye doğru bazı adımlar attı. Bunların en ünlü olanı, Haiti Devrimi’nin iki yüzüncü yıl dönümüne davet edilen ve töreni onurlandıran tek devlet başkanı olmasıydı. Ama projesi tam da yoksulların ihtiyaçlarını karşılama yeteneksizliği nedeniyle çöktü. Bu başarısızlık kalkınma gündeminin seçkinlerin birikim ihtiyaçlarına tabi kılınmasının ve sermaye ile yoksulların çıkarlarının çatıştığı gerçekliğiyle yüz yüze gelme isteksizliğinin ürünüydü.
ANC içindeki sol tarafından Jacop Zuma biçiminde önerilen alternatif, asgari düzeyde umutlu ihtimaller barındırıyor. Zuma ve destekçileri cakalı güç gösterilerinden hoşlanan, Mbeki’nin sermaye ile gösterdiği uyumu ya da yoksulların siyasetine yönelik son yıllarda tırmanışa geçen şiddetli saldırılarına itiraz ettikleri bilinmeyen çürümüş bir elit. Zuma’nın kendisi kadınlara ve eşcinsellere karşı aşırı düşmanca fikirleri olan, polisi “suçlulara” ateş ederek öldürme çağrısında bulunan ve yağmacı seçkinlerin en kötülerine derinden borçlu olan bir sosyal muhafazakâr. Elbette Mbeki’nin soğuk mesafeliliği ile kıyaslandığında kişisel tavrı onun kendisini sıradan insanlar arasında daha rahat hissetmesini sağlıyor ama faşizmin tarihi bunun ilerici siyasetin pek de yeterli bir koşulu olmadığını gösteriyor.
Yoksul halkın ANC’den bağımsız hareketlerinin yürüttüğü siyasetin niteliği ANC içindeki her türlü fraksiyonun siyasetinden çok daha yüksek bir kalite sergiliyor. Ama bu hareketler sürekli büyümekte ve birbirleriyle ilişki kurmakta olmalarına karşın, en büyük hareketler bile hala parça parça mahallelerde ya da belirli konular üzerinde hegemonik bir konuma sahipler ve baskılar da hızla tırmanıyor.
Üstelik hızlı bir düzelme ihtimali de yok. Uluslararası dayanışma bir yana, ulusal ağ çalışmalarına yönelik kolay seçeneklere yöneltilen maddi kaynaklara erişimi olan STK’lar, genellikle kendi kendisine hizmet götüren küçük (ve en aşırı örneklerde sahte) SKT’ların temsil iddiasını meşrulaştırmak üzere çalışabilen esnek himayecilik örgütlenmelerini tercih ederek popüler demokratik pratikler içinde kök salmış olan kitlesel örgütlenmelere karşı düşmanca davranıyorlar. Bu da yoksulların ilerici hareketinin büyük ölçüde kendi başına olduğunu gösteriyor. Ama bu hareketler neyin elde edilebileceğini gösterdiler. Gerçek meydan okuma ise elde ettiklerinin sınırlarını hem halk güçleri hem de devletin gerici tepkileriyle etkin biçimde karşı karşıya gelinebilecek kadar genişletmelerinden geçiyor.