Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Portekizli Jose Manuel Barroso ‘nun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, milletin oylarıyla seçilmiş ya da son günlerde bir kez daha modalaşan deyimle “milli irade” temsilcileri karşısında yaptığı konuşmayı TV kanallarında izlerken, işgal altındaki İstanbul’da işgal kuvvetleri komutanlarından birinin Meclis-i Mebusan’da yaptığı bir konuşmayı izliyormuşum duygusuna kapıldım. Barroso’nun devlet büyüklerimizce karşılanma törenlerinde de […]
Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Portekizli Jose Manuel Barroso ‘nun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, milletin oylarıyla seçilmiş ya da son günlerde bir kez daha modalaşan deyimle “milli irade” temsilcileri karşısında yaptığı konuşmayı TV kanallarında izlerken, işgal altındaki İstanbul’da işgal kuvvetleri komutanlarından birinin Meclis-i Mebusan’da yaptığı bir konuşmayı izliyormuşum duygusuna kapıldım.
Barroso’nun devlet büyüklerimizce karşılanma törenlerinde de böyle bir hava vardı. Ülkeye sanki Avrupa Birliği’nin üst düzeyde de olsa eninde sonunda bir memuru değil de, bir büyük kurtarıcı gelmişti. (Bu büyük kurtarıcının ziyareti öncesinde Meclis’te parti başkanlarının odalarının yabancı polis tarafından aranması ise akıl almayacak bir skandal ve rezalettir. Yakında, diyelim ki bir kabile başkanının ziyareti sırasında, bu gibi aramaların Cumhurbaşkanlığı makamında yapılacak olmasına da şaşırmamak gerekir.)
AB komiserinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde söylediği sözleri ya da gazetecilere yanıtlarında söylediklerini burada tartışmaya gerek görmem. Bunlar arasında doğrular da yanlışlar da var. Söz gelimi, hiç kimse düşüncelerinden ötürü yargılanamaz, yargılanamamalıdır. Bu nedenle Türk Ceza Yasası’nda 301 gibi bir maddenin yeri olamaz, olmamalıdır. Fakat Bay Barroso’nun “türban” ve “laiklik” konusunda söylediklerine ne demeli!.. Başlarını örtüp örtmemek kadınların kişisel kararı imiş. Laiklik dini görmezden gelme demek değilmiş. Bu konularda böyle sözler edebilen kişinin Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi süreçlerden geçerek kurulabildiği ve bu günkü tartışmalar konusunda ya yeterli bilgiye sahip olmayıp kulaktan dolma konuştuğu, ya da düpedüz yalan söylediği yeterince açıktır.
***
Gençliğinde Maocu fikirlere sahip olduğu söylenen, tam adıyla Jose Manuel Durao Barroso, daha sonra ılımlı sol kimlikle Portekiz’de başbakanlığa kadar yükselmiş. Bugün ortanın sağında bir siyasetçi olarak tanımlanıyor. Nitekim AB Komisyonu Başkanlığı seçimlerinde sosyalistlerden ve yeşillerden oy alamadığı, seçimi sağcı delegelerin oylarıyla kazandığı biliniyor.
Söylediklerini tartışmaya gerek görmem dedim ama, iki cümlesinin daha altını çizmek isterim: “Yapılan reformlar Türkiye’ye sermayeyi çekiyor. İş imkânları ilişkilerin ilerlemesi ile artıyor.” Öyle sanıyorum ki konunun özü de bir laf kalabalığı arasında gizlenmiş olan bu iki cümlededir. Dünkü “aşırı solcu” Barroso bugün Türkiye Büyük Meclisi’nde, sözcüklerini ne kadar özenle seçiyormuş gibi görünürse görünsün, günümüz Türkiyesi’ndeki benzerleri gibi, Türkiye’nin çıkarları adına değil, uluslarüstü sermayenin, daha açık deyimiyle emperyalizmin çıkarları adına konuşuyor. Bu sermayenin Türkiye’ye gelmesinin ise iş imkânlarını arttırdığı filan yok. Bugünkü siyasal iktidar döneminde işsizlik oranının azalmayıp artması bunun yeterli kanıtıdır.
Bay Barroso’nun kurtarıcı gibi karşılanıp konuşturulmasına gelince.. nedeni çok açıktır. Bu neden, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini savunma refleksi karşısında uluslarüstü sermayenin kısa süre önce Joost Lagendijk , Ollie Rehn gibi memurları tarafından da dile getirilmiş olan korkusu ve Türkiye’deki taşeronlarını koruyup kollama çabasıdır…
***
AB Komisyonu Başkanı’nın Meclis’teki konuşmasını TV’den izleyip konuşma metnini internet gazetelerinde okuduğum günün gecesinde, değerli sanat adamı Nebil Özgentürk ‘ün daveti ile, genel yönetmenliğini onun yaptığı “Türkiye’nin Hatıra Defteri” belgesellerinin Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına ilişkin bölümünün özel gösteriminde bulunma şansına sahip olanlar arasında idim. Tomris Giritlioğlu ekibinin çektiği filmi, yönetmen Ümmü Burhan ‘ı, senarist Nilgün Öneş ‘i, Deniz’i canlandıran genç oyuncu Barış’ ı alkışlamak gerekir. Özellikle de Deniz Gezmiş ‘in idam sehpasına giderken söylediği son sözler sansürsüz verildiği için… Nihat Behram ‘ın destansı “Darağacında Üç Fidan” ı yıllar önce ilk basımlarını yaptığında bu sözler nedeniyle yasaklanmış, yazar uzun yıllar süren hukuk mücadelesi sonunda, ödün vermeksizin, Deniz’in son sözleri ve “Darağacında Üç Fidan” üzerindeki yasağın kaldırılmasını başarmıştı… Şimdi, “Aşkolsun Çocuk” adlı filmle, kısa süre önce ATV’nin “Hatırla Sevgili” dizisinde Deniz’e (ve “Üç Fidan” ın hukuk alanındaki başarısına) karşı yapılan haksızlıktan dönülmüş, Deniz’e gerçek kimliği iade edilmiş oluyor…
***
“Aşkolsun Çocuk” u izlerken içimden geçen ve filmin bitiminde konuşma sırası bana geldiğinde dile getirdiğim soru şuydu: Deniz o günkü kimliğiyle bu gün aramızda olsa, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuşturulan “sömürge vali” leri hakkında ne düşünürdü?
Kendi soruma yanıtım ise kelime kelime olmasa bile içerik olarak şöyleydi: Kuşkusuz yine, sehpaya giderken haykırdığı son sözlerine bağlılıkla “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye” sloganının gereğini yapar, “sömürge vali” lerine ve içerdeki adamlarına karşı bağımsızlık bayrağını taşıyanların en ön sırasında yerini alırdı.