Türkiye 2003’ten bu yana yüksek boyutta dış açık veren bir ekonomi konumunda. Cari işlemler açığının ulusal gelire oranı olarak ölçüldüğünde, dış açığın 2003’te yüzde 2.2 düzeyinde iken, bu oranın 2004’te yüzde 4.1’e; 2006’da yüzde 6.2’ye; 2007’de ise yüzde 6.8 düzeyine yükseldiğini görmekteyiz. Türkiye’de cari işlemler açığı 2006’ya kadar yoğunlukla portföy akımları ve banka kredilerine dayalı […]
Türkiye 2003’ten bu yana yüksek boyutta dış açık veren bir ekonomi konumunda. Cari işlemler açığının ulusal gelire oranı olarak ölçüldüğünde, dış açığın 2003’te yüzde 2.2 düzeyinde iken, bu oranın 2004’te yüzde 4.1’e; 2006’da yüzde 6.2’ye; 2007’de ise yüzde 6.8 düzeyine yükseldiğini görmekteyiz.
Türkiye’de cari işlemler açığı 2006’ya kadar yoğunlukla portföy akımları ve banka kredilerine dayalı sıcak para akımlarıyla finanse edilmekteydi. 2006 sonrasında ise ulusal şirketlerin uluslararası şirketler tarafından satın alınması, arazi satışları ve özelleştirilen kamu varlıklarının yabancı şirketlere pazarlanmasına dayalı “doğrudan yabancı yatırım” finansmanı ön plana çıktı. Ancak yeni istihdam sahaları açmak veya ulusal sanayiye teknolojik yenilikler sağlamak yerine, var olan şirketlerin (ve arazilerin) mülkiyet hakkının el değiştirmesine dayalı olan bu süreç, özü itibarıyla gene spekülatif nitelikleri ağır basan bir finansman biçimiydi ve “yön değiştirme” olasılığı yüksekti.
Bu dönemde Türkiye’nin giderek artmakta olan dış kırılganlıkları temelden yanlış bir varsayımla göz ardı edilmekteydi: Cari işlemler açığı finanse edildiği sürece sorun yoktur. Türkiye, küresel ekonomiyle bütünleşmesini sağlayacak reformları başarılı bir şekilde yerine getirmiştir. Türkiye’ye yabancıların artan ilgisi bu başarının sonucudur ve dolayısıyla dış finansman artarak sürecektir.
Türkiye’de ekonomi yönetimi 2007’nin yaz aylarında başlayan ve kısa sürede “1930 buhranından bu yana yaşanan en şiddetli finansal kriz” olarak nitelendirilecek olan ekonomik kriz karşısında da gene temel bir yanlış varsayımla hareket etmektedir: “Kriz doğrudan doğruya gelişmiş Batı ekonomilerini vuracak; oradan kaçacak olan yabancı sermaye Türkiye ve benzeri ‘başarılı’ ekonomilere akacaktır” beklentisine dayalı olan bu varsayım bir hayal dünyasından ibarettir ve iktisadi gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Gerçek şu ki, mevcut kriz finansal ekonomiden giderek reel sektörlere doğru yaygınlaşmakta ve maliyetlerinin de, başlangıçta savlandığı üzere, sadece konut piyasası ve vasıfsız kredi hesaplarıyla kısıtlı kalmayacağı anlaşılmaktadır. IMF bu ayın başında yayımladığı Küresel İstikrar ve Dünya Ekonomisinin Görünümü başlıklı raporunda, krizin küresel ekonomiye olan toplam maliyetini 945 milyar dolar olarak tahmin etmektedir. Benzer hesapla, ancak sadece finansal varlık kayıplarını tahmin eden OECD uzmanları ise finansal sistemin kayıplarını yaklaşık 400 milyar dolar olarak vermektedir.
İktisat yazınında geçen ifadelerle, kriz giderek bir finansal çözülmeye ( financial meltdown ) dönüşmektedir. Bu tahminler altında Türkiye’nin değil ek yabancı kaynağa kavuşması, mevcut borçlanma temposunu sürdürmesi giderek zorlaşacaktır.
***
Bu gözlemlerimizi doğrulayan kısa bir rapor geçen hafta Citigroup ekonomistleri tarafından yayımlandı. Financial Times ‘ın 15 Nisan tarihli sayısında “Sıcak Paranın Ateşini Ölçmek” manşetiyle duyurulan haberde, Citigroup uzmanları “yeni gelişen piyasa” ekonomilerini dört ana gruba ayırmaktaydı: “Yüksek düzeyde borçlu olan ve dış sermaye girişlerinin kolaylıkla yön değiştirme (sermaye kaçışı yaşama) olasılığı yüksek olanlar”; “yüksek düzeyde borçlu olup, sermaye kaçışı olasılığı düşük olanlar”; “düşük düzeyde borçlu” olup, sermaye kaçış olasılığı “yüksek” ya da “düşük” olanlar.
Citigroup uzmanlarına göre Türkiye, Estonya ve Letonya gibi Baltık ekonomileri ve İzlanda ile birlikte birinci grupta yer almakta ve “borç yükü ve finansmanı” bakımından “en kötü bileşene sahip ülke grubunda” değerlendirilmektedir. Financial Times’ın analiz-haberine göre, Türkiye ve Baltık ülkelerinin döviz kurlarında yıl başından bu yana giderek şiddetleşen değer kayıpları sebepsiz değildir. Bu kayıpların söz konusu ülkelerde sert ve şiddetli etkiler yaratması kaçınılmaz olacaktır.
Türkiye’nin 2003-sonrasındaki artan kırılganlıklarını sürekli olarak gündeme taşımaya çalışmaktaydık. Bu uyarılarımız geçmişte bazı medya mensupları tarafından, “zamansız eleştiriler” şeklinde değerlendirilmişti. Citigroup uzmanlarının uyarıları sayesinde şimdi anlıyoruz ki Türkiye’nin dış kırılganlıklarından bahsetmenin artık zamanı gelmiştir.